Krizden Devrimci Çıkış:
Millî Meclis,
Millî Hükümet
İşçi Partisi 6. Genel Kongre’sine
Merkez Komitesi Raporu
(Ankara, 28-29 Mart 2003)
I. KÜRESEL SİSTEMİN MAFYALAŞMASI
VE YÜKSELEN SAVAŞ TEHDİDİ
Tarihin en gerici sistemi
Emperyalist sistemin krizinin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında görülmedik ölçülerde derinleştiği bir döneme girmiş bulunuyoruz.
Sistem, mafyalaşmaktadır. Başta uyuşturucu olmak üzere yeraltı ekonomisinin ticaret hacmi, yılda 1 trilyon doları geçmiştir ve dünya ticaret hacminin dörtte birini oluşturmaktadır. Bu rakama silah ticaretini de eklediğimiz zaman, artık sistemin insan ve toplum hayatıyla karşı karşıya geldiğini saptayabiliriz.
Sistem, insan hayatını sürdürmeye ve insan ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden üretimden hızla kopmakta, tam tersine varlığını gittikçe daha büyük oranda insan hayatına kasteden uyuşturucu ve silah imali ve ticaretine dayandırmaktadır. İnsan ihtiyaçlarını karşılayan malların üretimiyle ilgili faaliyetin hacmi daralırken, üretimin bir mafyalaşmış zümre tarafından paylaşılmasına yönelik para hareketleri ve borsa gibi faaliyetlerin alanı genişlemektedir.
Mafyalaşan ekonomi, siyasette de mafyalaşmayı getirmiştir. Sistemin tepesine ABD’nin savaş ve uyuşturucu kliğini temsil eden mafya oturmuştur. ABD mafyasının aldığı kararlar, ABD’nin devlet örgütü, SüperNATO, medya gibi araç ve mekanizmalarla uygulanmaktadır. Örneğin ABD Başkanı’nı artık doğrudan doğruya ABD mafyası tayin etmektedir. “Seçimler”, “özgürlükler”, “sivil toplum kuruluşları” vb, toplam olarak “demokrasi” adını verdikleri rejim, artık ABD mafyasının kararlarını hayata geçiren mekanizmaların ve törenlerin toplamı haline gelmiştir. ABD denetimindeki ülkelere, sistemin gizli hükümetlerini oluşturan SüperNATO aygıtı aracılığıyla dayatılan bu rejimin “demokrasi” ile içerik olarak en küçük bir benzerliği yoktur. İnsanlık tarihinin gördüğü en dar çıkarları temsil eden, en terörcü, en yalancı, en düzenbaz, en insanlık düşmanı rejim budur. Bu gerçek, sistemin kumandasındaki kitle iletişim mekanizması aracılığıyla perdelenmekte ve bütün insanlık bir budalalar toplumuna dönüştürülmektedir.
“Küreselleşme” dedikleri süreç daha sonuna varmadan, bütün insanlık, başını ABD mafyasının çektiği küresel bir tehditle karşı karşıya gelmiştir.
Toplam olarak bakarsak, insanlık, İlkçağ’ın köleci veya Ortaçağ’ın despotik feodal rejimlerinde bile rastlanmayan tehlikelere yuvarlanmaktadır. Tarihte ilk kez bir sistem, doğayı ve insan hayatını yıkıma uğratacak boyutlarda bir tehdit oluşturmaktadır.
Bu olgular, sistemin sonuna gelindiği mesajını da içermektedir.
Emperyalist sistemin mafyalaşması ve çürümesinin artık felâket işaretleri vermesi, Marx’ın kapitalizm tahlilini, Lenin’in emperyalizm tahlilini, Mao Zedung’un Üç Dünya tahlilini ve Partimizin geçmiş kongrelerinde geliştirdiği kapitalizmin mafyalaşmasına ilişkin tahlilini doğrulamıştır.
Savaş tehdidi ve devrimler dönemi
Bu koşullarda ABD ekonomisinin büyük bir çöküntüyle karşı karşıya olduğu görülüyor. ABD savaş kliği, bu çöküşe savaşla cevap verme politikasına yönelmiştir. ABD emperyalizmi, Afganistan saldırısından sonra bu kez de Irak’ı hedef aldı.
Irak’ı işgal harekâtı, ABD savaş kliğinin kendi halkıyla ve en yakın müttefikleriyle cepheleşmesini hızlandırmaktadır. Avrupa ve Japonya, ABD’nin enerji kaynaklarını denetim altına alma ve dünya imparatorluğu girişiminin karşısında yer almakta ve ABD’ye direnen dünya barış cephesinin dolaylı müttefiki konumuna girmektedirler.
Rusya-Çin-Hindistan ekseni çevresinde oluşan Avrasya bloku ise, ABD’nin savaş çılgınlığının karşısındaki esas güçtür. Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan’ın oluşturduğu Şanghay İşbirliği Örgütü, Partimizin yıllardan beri savunduğu Avrasya İttifakı’na dönüşme yönünde ilerlemektedir. Türkiye de, 21. yüzyıldaki yaşamsal ihtiyaçları nedeniyle bu ittifakın içinde yer alacaktır.
Bütün dünyada ABD hegemonyasına karşı mücadele eğilimi yükselmektedir. Ortadoğu ülkeleri, ABD’nin savaş yoluyla bölge haritasını yeniden çizme girişimine karşı birleşmektedirler. Latin Amerika’da ABD imparatorluğuna karşı Brezilya, Venezüela, Küba ve Bolivya’nın başını çektiği bir ayaklanma başlamıştır ve yayılmaktadır. Yugoslavya başta olmak üzere Balkan ülkelerinde yeniden devrimci bir yöneliş görülmektedir.
Bütün dünya devletleri, ABD tehdidine karşı savaşı önleyecek etkili bir direnme hattı kurmak için çaba gösteriyorlar. Ancak ne yazık ki, bugün ağır basan olasılık, savaş yönündedir. Bu savaş, bölgesel boyutları aşarak dünya ölçeğinde bir hesaplaşmaya dönüşme tehlikesini de içermektedir.
Emperyalizmin çöküşü, aynı zamanda 500 yıllık Batı uygarlığının çöküşüdür. Asya uygarlığı yükselmektedir. Bu yeni yükseliş, kapitalizmin çevresinde kalmış halkların millî demokratik devrimlerini tamamlayarak sosyalist bir uygarlık kurmalarına doğrudur.
Artık küresel mafyanın çıkarlarını temsil eden özel mülkiyet ve özel çıkar sisteminin biricik seçeneği, ortak mülkiyet ve toplumsal çıkardır. İnsanlık, üzerinde yaşadığı doğayı bile yıkıma uğratan boyutlardaki bu tehdidi, ancak ve ancak özel mülkiyet sisteminden kurtularak, bütün insanlığı kucaklayan büyük kolektif projelerle ve kamu mülkiyetiyle aşabilir.
Bu nedenle insanlığın önünde, millî demokratik devrimlerden sosyalizme uzanan bir devrimler dönemi bulunmaktadır. 20. yüzyılın başında girdiğimiz “Emperyalizm, Millî Kurtuluş Savaşları ve Emekçi Devrimleri Çağı” devam etmektedir. Devrim dalgası, çeyrek yüzyıllık bir geri çekilişten sonra, mafyalaşan emperyalizm koşullarında en büyük yükselişinin eşiğine gelmiştir.
Ya devrimler savaşı önler, ya savaş devrimlere yol açar seçenekleri bugün de geçerlidir. Artık gündemde olan, savaşın devrimlere yol açması seçeneğidir.
Türkiye’miz, burada kilit rol oynayacak bir ülke konumundadır ve bu işlevini yerine getirmeye başlamıştır bile. Türkiye, ABD emperyalizmine Asya kapısını açmayacak, tam tersine Asya kapısını kilitleyerek hem insanlığın kurtuluşuna büyük katkılarda bulunacak hem de kendi kurtuluşunu gerçekleştirecektir.
II. “KÜÇÜK AMERİKA” KRİZİ
ABD güdümlü SüperNATO darbesi
Küreselleşme sürecinin Türkiye’de yol açtığı kriz, millî devletin dağılması ve milletin parçalanması aşamasına varmıştır. Son 3 Kasım 2002 seçimleri, istikrar getirmemiş, tam tersine krizi derinleştiren, istikrarsızlığı artıran sonuçlar doğurmuştur.
ABD, Mayıs ayından başlayarak, AKP-CHP hükümeti kurmak için bir operasyon yürüttü. Partimiz, ABD’nin Türkiye’yi içerden kuşatmayı amaçlayan hükümet planını açığa çıkardı ve Millî Kuvvetlerin Hükümet Planı’nı ortaya koydu.
ABD planı bozulabilirdi, bunun için Milli Kuvvetlerin seçime, “tek başına hükümet” hedefiyle birlikte girmeleri gerekiyordu. Bu amaçla Millî Program’ı açıkladık ve milletin önüne çıkacak kararlı ve güvenilir bir önderliğin hızla oluşturulması için çaba sarfettik.
Önerimiz, görüşme yaptığımız herkes tarafından “tek çözüm” olarak kabul edildi, ancak zamanın darlığı vb dile getirildi. Sonuç olarak Millî Kuvvetler, seçime bölünmüş olarak ve daha başından yenilgiyi kabul ederek girdiler. Millî Hükümet planının hayata geçmemesinin nedeni, Millî Kuvvetlerin arkada kalan Küçük Amerika döneminin ağırlıklarından ve denetiminden kurtulamamış olmalarıydı. ABD ile erken bir hesaplaşmadan kaçınma kaygısı ağır bastı ve Türkiye kendisini içerden vuracak AKP hükümetine teslim edildi.
2002 erken seçimi, başından itibaren NATO ülkelerinin gizli hükümeti olan SüperNATO güdümünde yapıldı. Bu seçimin karakterini yansıtan en ilginç olgulardan biri, İşçi Partisi oylarını barajlama amacıyla imal edilen Genç Parti olayıdır. Türkiye tarihinde ilk kez, örgütü ve kökleri olmayan bir parti, SüperNATO desteğiyle ve büyük maddî imkânlarla “uçtu uçtu yapılarak” üç ay içinde yüzde 7 oy oranına yükseltilmiştir. Bu olay, seçimlerin ne kadar güdümlü, sonuçların ne kadar toplumdan kopuk ve yapay olduğunu göstermektedir.
ABD’nin 3 Kasım 2002 tarihinde tamamladığı operasyon, sözümona “barışçı yoldan” gerçekleştirilmiş bir devlet darbesidir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi dışında kalan hemen hemen bütün devlet mevkileri, millî devlet yıkıcılarının eline geçmiştir. Atatürk’ün ölümünden 64 yıl sonra, başta İskenderpaşa Dergâhı olmak üzere Nakşibendiler’den, Fethullah Hocacılar’dan, Nurcular’dan vb oluşan ABD güdümlü tarikatlar koalisyonu, iktidar koltuklarına yerleşmiş biliniyor. Kemal Derviş’li CHP’ye ise muhalefet görevi kalmıştır.
Türkiye devleti dağıtılıyor
Devlet dağıtılmaktadır. Bunun en çarpıcı belirtisi, artık ülkemizde Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve hukukunun değil, ABD ve AB’nin dayattığı emperyalist hukukun uygulanmasıdır. IMF İstikrar Programı, Kopenhag Kriterleri, AB’ye Uyum Programları, Katılım Ortaklığı Belgeleri vb en üstün otoriteyi temsil etmektedir. Türk devletine ait kurumlar ve yasalar ise, hızla yetkisiz ve geçersiz hale getirilmektedir. Türkiye’nin kanunları dışardan yapılmakta, yöneticiler dışardan atanmaktadır. Türkiye hukukuna göre, hiçbir yetki ve sorumluluğu bulunmayan Tayyip Erdoğan, ABD tarafından başbakanlığa atanmıştır. Cumhurbaşkanı, bu atamanın gereklerini yerine getirmiştir. Meclis, bu atamaya yasal kılıf bulmak göreviyle karşı karşıya bırakılmıştır. Anayasa Mahkemesi bütünüyle devre dışı kalmıştır. Bu, yeni bir olay değildir, Kemal Derviş de Türkiye ekonomisinin patronluğuna atamayla yollanmıştı.
Öte yandan devlet, AKP iktidarının yerleştirdiği kadroların temsil ettiği tarikatlar tarafından işgal edilmekte ve parsellenmektedir.
Millet parçalanıyor
Bu süreç, aynı zamanda milletin parçalanması sürecidir. Milletimiz, etnik gruplara, mezheplere, tarikatlara, cemaatlere, “sivil toplum kuruluşlarına” bölünmekte ve dünya merkezinden Türk-Kürt çatışması kışkırtılmaktadır. AB kapısına bağlanan Türkiye için, yeni bir harita yapılmaktadır. Kürtçülük amacıyla örgütlenen partinin seçimde birinci olduğu iller, bu haritayı göstermektedir. Bu harita, Kurtuluş Savaşı’yla ve Cumhuriyet Devrimi’yle kurulan milletimizin, adım adım bölündüğünü, farklı duyguların yerleştirildiğini, etnik gruplara dayanan farklı siyasal tercihlerin istikrarlı hale getirildiğini ve siyasal bölünme etkeni olarak kullanıldığını gösteriyor.
Etnik gruplara bölünme yanında mezhep ve tarikatlara bölünme süreci yaşanmaktadır. Tarikatlar koalisyonundan oluşan iktidarın kendisi bu bölünmeyi yansıtıyor ve derinleştiriyor. Kemalist Devrim’in kaldırdığı ve yasadışı ilan ettiği bütün tarikat ve cemaatler devletin tepesine oturtulmuştur ve milleti parçalamaktadır.
Millî ekonomi çökertiliyor
24 Ocak 1980 Kararları, 1989 yılında çıkarılan 32 Sayılı Kararname, 1995 Avrupa Gümrük Birliği Antlaşması, 1999’da AB’ye Aday Üyelik Protokolü’nün imzalanması, 2001 yılında Doların dalgalanmaya bırakılması ve yıllardır IMF İstikrar Programı’nın uygulanması sonucunda, ülke ekonomisi büyük bir yıkımla karşı karşıya bırakılmıştır. Tarıma destek akçalarının kaldırılması, gümrüklerin neredeyse sıfırlanması, yabancı paranın serbestçe giriş çıkışı, özelleştirme ve devletin küçültülmesi diye beş maddede özetleyebileceğimiz bu programla, millî tarım, millî sanayi ve millî bankacılık sistemi çökertilmekte, millî devletin ekonomik temeli olan iç pazar emperyalist tekellere teslim edilmektedir. Türk Lirası bizzat hükümetler tarafından hançerlenmekte, ülke ekonomisi Doların diktası altına düşmektedir. Devlet, borç batağına batırılmış, faizleri ödeyemez hale düşürülmüştür.
Sistemin üretim çarkı dönmüyor. TÜSİAD’ın temsil ettiği büyük tefecilerden, Dolar ve borsa vurguncularından, hortumculardan ve tarikat şeflerinden oluşan bir mafya, üretim cihazını tahrip etmektedir.
Bu süreçte, işçi ve çiftçiden memur ve emekliye, esnaf ve zanaatkârdan millî sanayici ve tüccara kadar bütün milletimiz mülksüzleşmekte ve yoksullaşmaktadır. ABD emperyalizminin şefleri, artık Türkiye’nin en önemli ihraç malının Türk ordusu olduğunu açıkça yüzümüze söylemeye başlamışlardır. Tarımı ve sanayisi çökertilen, iç ticareti yabancıların eline geçen Türkiye’nin önüne Mehmetçiğin kanını pazarlama seçeneği konmuştur.
Millî devrimci kültür tasfiye ediliyor
Cumhuriyet Devrimi kültürümüzün temel dayanakları olan yurtseverlik, halkçılık, toplumsal dayanışma, laiklik ve devrimcilik, elli yıldır emperyalizmin bireyci ve serbest piyasacı kültürünün saldırısı altındadır. Gençliğimiz, millî kimliğinden koparılarak Avrupalılaştırılmakta, yuppileştirilmekte ve uyuşturucu batağına itilmektedir. Çaresiz kalan insanlarımız, hızla yaygınlaştırılan misyoner faaliyetiyle Hıristiyanlaşmaya zorlanmakta, kendi milletine ve vatanına yabancılaştırılmaktadır. ABD yönetimi, Lozan Antlaşması’nı çiğneyerek Fener Patrikhanesi’ni ekümenik olarak kabul etmiş, yani uluslararası bir şer karargâhına dönüştürmüştür. ABD ve AB’nin istihbarat örgütleri, çeşitli vakıflar ve kurumlar aracılığıyla, ülkemizde bir sivil toplum örgütleri ağı örmüş ve bu örgütleri hatta bazı işçi sendikalarını besleyerek, Türkiye’ye karşı yıkıcı faaliyete yöneltmiştir.
Millî çelişme baş çelişme
ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye için de bir dönüm noktasıdır. Artık ABD, Türkiye için doğrudan doğruya cephe ülkesidir. Bugün en önemli gerçeğimiz budur.
Türkiye ile ABD’nin stratejik çıkarlarının karşı karşıya geldiği olgusunu, ABD’nin kendisi daha 2000 yılında saptamıştır. CIA’nın 2000 yılında hazırladığı “21. Yüzyılın Eğilimleri-2015” başlıkla raporda, Türkiye’nin çıkarlarının İran, Rusya ve Çin ile birleştiği belirtilmektedir.
ABD, ülkemizin Asya ile yakınlaşma sürecini daha 1995 yılından itibaren görmüştür. 2000 yılı, ABD’nin Türkiye politikasında bir dönüm noktasını işaretlemiştir. ABD ordusunun ülkemiz şehirlerini işgal amaçlı “Binyılın Meydan Okuması 2002” Tatbikatı’nın hazırlıklarına o tarihte girişilmiştir. Lozan’ın yıldönümü olan 24 Temmuz 2002 günü başlatılan bu tatbikat, artık ABD ile Türkiye’nin cephe cepheye geldiklerini bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. ABD’nin arkada kalan dönemde, Delta Force denen özel kuvvetleri aracılığıyla PKK’nin üç bin kişilik birliğini eğitmesi, Barzani’ye Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere 200 stinger füzesi vermesi, Yunanistan’ı iki uçak gemisi ve modern silahlarla donatması, en son PKK’ye terör operasyonlarında kullanması için 125 milyon dolar vermesi ve Girit adasına yaptığı askerî yığınak, Türkiye’ye karşı düşmanca bir hazırlığın açık işaretleridir.
Bu koşullarda, millî çelişme, artık diğer çelişmelerin çözümünü belirlemektedir. Türkiye’nin geleceğinin Kuzey Irak ve Kıbrıs’ta düğümlendiği bir sürece girmiş bulunuyoruz. ABD, bölgemize yeni bir harita çizmek amacıyla müdahalede bulunmaktadır. Kuzey Irak’ta bir kukla devletin kurulması, ABD stratejisinin vazgeçilmez unsurudur. ABD’nin stratejik hedefi, Orta Asya’yı denetim altına almaktır. Kuzey Irak, hem Orta Asya’nın ele geçirilmesi, hem de Orta Doğu’nun kontrolü açısından, ABD için belirleyici önemdedir. ABD’yi kukla devlet kurmaktan vazgeçirmek, emperyalist devlet olmaktan vazgeçirmek anlamına gelmektedir.
Türkiye’nin ABD emperyalizmiyle çelişmesi, artık baş çelişmedir. Türkiye’nin sorunlarının çözümü, ABD emperyalizminin denetiminden kurtulmaya bağlıdır.
ABD’nin Türkiye’ye 61 bin kişilik bir ordu yerleştirme ve Irak’a karşı Türkiye üzerinden bir kuzey cephesi açma çabası, TBMM tarafından reddedildi. Dahası ABD savaş uçaklarının İncirlik üssü ve diğer üslerden uçuşu durdurulmuştur. Partimizin ve Ulusal Kanal’ın herkesin saptadığı gibi çok önemli bir rol oynadığı bu kararlar, Türkiye tarihinde bir dönüm noktasını belirlemektedir.
III. KRİZDEN DEVRİMCİ ÇIKIŞ
Devrim milletin ihtiyacı haline geliyor
Türkiye, Batı’dan yöneltilen dayatmalara mecbur ve mahkum değildir. ABD’nin her hamlesine verilecek cevaplar vardır. Ve en önemlisi, artık çıkmaza giren, ABD’dir. Ekonomisi çökmekte olan ABD’nin hiçbir çıkış yolu bulunmuyor. Türkiye’yi işgal gibi ulaşılamayacak hedefleri önüne koymak zorunda kalması, ABD’nin çıkmazını yansıtıyor.
Türkiye ise çıkmazdan kurtulma sürecine girmektedir. Türkiye, varlığını sürdürebilmek için, ABD merkezli tehdide karşı Kıbrıs ve Kuzey Irak’ta direnmek mecburiyetiyle karşı karşıya bırakılmıştır.
ABD’nin Kıbrıs üzerinden uyguladığı baskılar ve Irak’a saldırısı, Türkiye’yi kaçınılmaz olarak bağımsızlıkçı ve halkçı çözümlere yöneltiyor. Mevcut Olağanüstü Hal Kanunu ile Seferberlik ve Savaş Kanunu, Türkiye’nin bu gibi durumlarda neler yapabileceğini düzenlemiştir. O nedenle ABD’nin Türkiye’ye dayatmaları, Türkiye ekonomisi için bir çöküş değil, çıkış sürecinin kapısını açmaktadır.
Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tarihinin en derin krizinden devrimle çıkmıştı. Bugün yine öyle bir sürecin eşiğine gelmiştir. Türkiye’nin önündeki devrim, emperyalizm güdümlü büyük faizcileri, dolar ve borsa vurguncularını, hortumcu takımını ve tarikat şeyhlerini tasfiye edecektir. Millet, bu emperyalist güdümlü mafyayı tasfiye edemezse, Türkiye’nin millî devleti tasfiye olacaktır. Artık devrim, milletin ihtiyacı haline gelmektedir.
Bu koşullarda İşçi Partisi’nin “Millî Hükümetin İlk İşleri” başlıklı programı, bölge merkezli politikası ve Avrasya Seçeneği, Türkiye’nin biricik çıkış yolu olarak, uygulama gündemine girmektedir.
Millet direnir, millî devlet direnir,
millî ordu direnir
Devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istiyor. Bu üç akım, çağımızın ana akımlarıdır. Milletin, millî devletin ve millî ordunun direnmesi, “Emperyalizm, Millî Kurtuluş Savaşları ve Emekçi Devrimleri Çağı”nın tunç kanunudur.
Niçin tunç kanunudur? Çünkü toplumsal-ekonomik temele dayanır. Başta işçi sınıfı, köylülük ve esnaf-zanaatkâr olmak üzere millî sanayici ve tüccarın menfaatleri millî devletin yaşamasını gerektiriyor. Ordu, bu çıkarların silahlı gücüdür. Millî devlet, bir süre zaafa uğratılabilir, fakat teslim alma noktasına gelince, bu işin barışçı yoldan tamamlanması mümkün değildir. Bütün örnekler, bu tezi doğrulamıştır. Irak veya Yugoslavya’nın millî devlet için silahla direndiği bir dünyada, Türk devleti ve ordusunun direnmeyeceğini düşünmek, büyük yanılgıdır. 1918 yılı koşullarında, Dünya Savaşı yenilgisinden sonra bile silaha sarılan ve bugüne göre çok daha olumsuz koşullarda zafer kazanan Türk milletinin ve ordusunun ABD’ye boyun eğeceği iddiası, emperyalist devletlerin psikolojik savaş yalanlarının ötesinde bir dayanağa sahip değildir.
Türkiye Cumhuriyeti, silahla kurulmuştur ve ancak silahla yıkılabilir. Bütün olumsuz koşullara rağmen, Türk devletini yıkamayacaklardır. Bu yıkımın, millî cevabı gündemdedir.
Yalnız Kurtuluş Savaşı pratiği değil, son yılların pratiği de, bu saptamamızı doğruluyor: Türk ordusu, 1995 yılı Mart ayında Çelik Harekâtı’nı gerçekleştirerek, ABD’nin Kuzey Irak’taki hakimiyet alanına girmiştir. Bu askerî harekât, Türk ordusunun, ABD tarafından önüne konan “kriz bölgelerine müdahale misyonu”nu reddetmesinin eylemli ifadesidir. Türk Silahlı Kuvvetleri, 1996 sonbaharında bir adım daha atarak, Irak hükümeti ve Barzani’yle birlikte ABD’nin Kuzey Irak’taki denetimine ağır darbe indirmiş, ABD’nin 3000 kişilik özel kuvveti Guam adasına gönderilmiştir. Arkasından Batı destekli irticaya karşı 28 Şubat 1997 MGK kararları gelmiştir. 1998 Aralık ayında ise, ABD güdümlü Çevik Bir darbesi boşa çıkarılmıştır. Türk ordusu, bu süreçlerden geçerek içindeki Batı destekli irticayı ve ABD işbirlikçisi unsurları temizlemeye yönelmiş ve cephesini Batı’dan gelen tehdide dönmüştür. Millî ordunun direnme süreci, 2001 yılı baharında Türkiye’nin Kuzey Irak’ta kukla devlet kurulmasını “savaş nedeni” saymasıyla yeni bir aşamaya girmiştir.
Partimiz, bu gelişmenin tarihî önemini başından itibaren dikkatle saptamıştır. Bizi bütün siyasal kuvvetlerden ayıran bu doğru mevzilenme, devrime önderlik yeteneğimizin ve iktidar hedefine ilerlememizin belirleyici etkenlerindendir.
Biz İşçi Partisi olarak, şu an, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı konumda bulunuyoruz. Başka deyişle, Türkiye, 1919 yılında olduğu gibi, ancak silahla çözebileceği sorunlarla karşı karşıyadır. Ülkemize Kıbrıs ve Kuzey Irak’tan yöneltilen tehdit, silahlıdır. İç tehdit de, her an silahlı boyuta yöneltilebilecek eğilimler taşımaktadır. Bu durumda Türk ordusunun hem dış cephede, hem de iç hatlarda, emperyalizmi caydıracak ve gerekirse Türkiye’yi silahla savunacak bir güçte bulunması, Türkiye’nin geleceği açısından canalıcı önemdedir. Bu güç, kuşkusuz savaşa yalnız teknik imkanlar açısından bakan dar askerî bakış açısıyla oluşturulamaz. Savaşın insanla kazanılacağı bilinci ve “Ya istiklâl ya ölüm” parolasında ifadesini bulan kararlılık, vatan savunması için gerekli kuvveti yaratmada belirleyicidir.
Vatan savunmasının ön plana çıktığı koşullarda, Öncü Parti’nin görevi, milleti, devleti ve ordusuyla tekmil Türkiye’nin direnmesini sağlamak değilse nedir? Sömürge olan bir Türkiye’de hangi devrimci görev yerine getirilebilecektir? O zaman ordunuz yoksa, yeniden ordu inşa etmeniz gerekecektir. Peki ordunuz varken, niçin direnmesi için gayret göstermiyorsunuz?
Ordu direnecektir de; aslında, “sol”olduğu söylenen saflardaki tartışma “Biz direnecek miyiz” sorusuyla ilgilidir. Emperyalizme direnmek gibi bir niyeti olmayanlar, ordunun da direnmeyeceğini ispat peşindedirler. Böylece teslim olmak kolaylaştırılıyor. Bu yanlış mevzilenmede diretenler, halkımızdan kopmuş ve SüperNATO’nun avuçları içine düşmüşlerdir. Silinmelerinin ve artık SüperNATO görevlerini bile yapamayacak hallere düşmelerinin temel nedeni budur.
Emperyalizme direnmek kararında olan İşçi Partisi ise, ordunun direneceğini biliyor ve toplumumuza kavratıyor. Yine İşçi Partisi, ordunun direncini sağlamlaştıracak, ordu ile millet arasındaki bağları pekiştirecek politikaları üretiyor ve bütün Millî Kuvvetlere direnme yönünü gösteren yapıcı bir tavır alıyor. Emperyalizmin Milli Kuvvetler veya ordu içinde ikilik çıkarma, fesat yaratma, “sol” gösterip safları bölme tertiplerine karşı olağanüstü bir uyanıklık göstermemiz gereken günlere giriyoruz.
Başkası bu politikaları izlemiyor, doğru. Çünkü onlar, emperyalist sitemin içindeler, emekçi halkı temsil etmiyorlar, vatanı savunmak ve devrim yapmak gibi bir sorumluluğun altına girmiş değiller. Ordunun emperyalizme direnmesi, en başta emekçilerin ve siyasal düzlemde de devrimcilerin meselesidir.
Yanlış strateji doğru taktiklerle düzeltilemiyor
Millî devletin dağıtılması ve milletin parçalanması sürecinin artık sonuna gelinmektedir. Ortadoğu’da yeni bir harita çizmek için bölge üzerindeki tehdidini ağırlaştıran ve Türkiye’ye kirli para akışını Kuzey Irak koşuluna bağlayan ABD, sistem dışı çözümlerin yolunu da göstermiş oluyor. Önümüzdeki uzun olmayan erimde, Türkiye’nin AB stratejisinden vazgeçmesi ve Millî Hükümetin kurulması kaçınılmazdır.
17-19 Aralık 1999 günlerinde Ankara’da toplanan 5. Genel Kongremizin kabul ettiği Merkez Komitesi Raporu’nun önümüze koyduğu ve geçtiğimiz Erken Seçim döneminde de ısrarla vurguladığımız Kemalist Devrim’i tamamlama stratejisinin ve Millî Hükümet hedefinin doğruluğu kanıtlanmıştır ve önümüzdeki dönem daha kuvetle kanıtlanacaktır.
Arkada kalan dönemde millî kuvvetler içinde, strateji düzleminde iki tutum göze çarpıyordu. Biri, AB’ye girme stratejisini kabul etmekle birlikte taktik planda millî devleti savunmaktır. Buna karşılık İşçi Partisi, millî devletin Avrupa Birliği stratejisi içinde taktik çırpınışlarla savunulamayacağı görüşündedir. Millî devleti savunmak ve refah toplumu inşa etmek için, Kemalist Devrim stratejisine dönmenin zorunlu olduğunu sürekli vurguladık.
AB sürecinde yaşanan tecrübe bir kez daha göstermiştir ki, yanlış strateji doğru taktikler uygulanarak düzeltilemez. Türkiye, AB kapısında çarmıha gerilmiştir ve denetim altına alınmıştır. Dayatılan program, Türk ordusunun Kıbrıs’tan atılması, Ege’nin Türkiye’ye kapatılması, Kuzey Irak’taki kukla devletin resmileştirilmesi, Diyarbakır beyliği kurulması, sözde “Ermeni soykırımı”nın kabul edilmesi, İstanbul’un Bizanslaştırılması ve Patriğin milletlerarası yetkilerle donatılarak ekümenik yapılması gibi kapsamlı bir programdır. Bu programın her maddesi, “ver kurtul” sloganlarıyla hayata geçirilmek isteniyor. Oysa toplamına bakıldığı zaman, vermemiz istenen Türkiye devletidir, Cumhuriyet Devrimi’dir, toprak bütünlüğümüzdür, egemenliğimizdir ve bağımsızlığın arta kalan kaleleridir. Bu nedenle karşılaştığımız talep, özet olarak “Türkiye’yi ver kurtul” dayatmasıdır.
Her iki taraf da bilmektedir ki, Türkiye ne AB’ye alınacaktır, ne de girecektir. Alınacak olsaydı, Kıbrıs ve Ege diye sorunlar olmazdı. ABD, bir hesaplaşma sürecinin yaşandığını biliyor ve boy ölçüşme anına Türkiye’yi zayıf düşürerek ilerlemektedir. Türkiye’nin millî güçleri ise zaman kazanma hesapları yapmaktadır. Bu hesap yanlıştır. Türkiye, zaman kazanmamakta, kuvvet kaybetmektedir.
Yanlış strateji, ellerinde mavi bayraklı, kendi devletine düşman kalabalıklar yaratmış, milletimizin bir bölümünü ABD ve AB güdümüne teslim etmiştir. Kısacası bu süreçte millî devletimizi kurtaracak biricik güç olan milletimizin birliği ve imkanları tahrip edilmektedir.
Bu tecrübeden sonra artık Türkiye, AB aday üyeliğinden vazgeçme zorunluluğuyla karşı karşıyadır. İşçi Partisi’nin en önemli başarısı, öncelikle bu yanlış stratejinin düzeltilmesine önderlik etmesidir.
Gütme modelinin iflası, millî meclis, millî hükümet
Hükümet modeli konusunda millî kuvvetler içinde iki ayrı tutum görülüyor. Biri, gütme modeli diye adlandırılabilir. İkincisi ise, İşçi Partisi’nin temsil ettiği halk inisiyatifine dayanan Millî Hükümet politikasıdır.
ABD’nin 3 Kasım 2002 darbesi, hükümeti karşı kuvvetlere bırakıp, sonra çeşitli yollardan gütme politikasının iflasını da ilan etmiştir.
Durum, Kurtuluş Savaşı dönemindeki gibidir. Gütme politikasıyla Kurtuluş Savaşı verilemezdi. Mustafa Kemal, İstanbul hükümetini etkisiz kılarak Milli Hükümet kurduğu için, bütün milleti ve imkanları seferber edebilmiş ve Anadolu İhtilali’ni zafere ulaştırabilmişti. Bugün de Millî Hükümet kurmak, Millî Devleti kurtarmanın merkezi görevidir ve şarttır.
Millî Hükümetin kurulması, Türkiye’nin ihtiyacı ve tarihî zorunluluk haline gelmiştir. İşçi Partisi, ABD tehdidine karşı milletin geleceğini temsil eden doğru mevzilenmesiyle ve krizden devrimci çıkış programıyla Millî Hükümetin merkezinde yer alacaktır.
Bu durumda 6. Genel Kongremiz, Partimizin önüne millî kuvvetleri Millî Hükümet hedefiyle birleştirme, halka dayanarak kurulacak bir Millî Hükümetin kuruluşuna katılma ve Türkiye’yi yönetme görevini koymaktadır.
İkili iktidar durumu ve istikrarsızlık
ABD, Orta Asya’yı denetim altına alma hedefine yönelik dünya stratejisinde Türkiye’ye özel bir görev yüklemek istiyor. Bu görev, 1990’ların başlarından itibaren ABD belgelerinde “Kriz bölgelerine müdahale misyonu” diye belirtiliyor. AKP Hükümeti, bu görevi aynı ifadeyle programına koymuştur. Türkiye politikasındaki kamplaşma bir süredir bu eksene oturmaktadır. ABD güdümlü yönetimler ve en son AKP yönetimi, “Mehmetçiğin kanını satma” politikası diye özetlediğimiz bu misyonu benimserken, Türk Silahlı Kuvvetleri, 1995 Martı’ndaki Çelik Harekâtı’ndan bu yana kriz bölgelerinde ABD çıkarları için ateşe sürülmeyi reddetmektedir.
Bu süreçte 28 Şubat’la birlikte Türkiye’de ikili iktidar durumu ortaya çıkmıştır. ABD güdümlü iktidarların karşısında Türk Ordusu’nun da içinde bulunduğu Milli Kuvvetlerin iktidar odağı oluşmuştur.
ABD, 3 Kasım 2002 darbesiyle hükümeti bütünüyle ele geçirmiş bulunuyor. Şimdi iki iktidar odağı, birbirinden daha da ayrışmıştır. İkili iktidar durumu, netleşmiştir. Bu tablodan istikrar çıkmaz. Yükselen savaş tehdidi, durumu daha da vahim kılmaktadır.
Türkiye devleti ve ordusunu içerden vuran
AKP hükümetinin halk inisiyatifiyle iktidardan indirilmesi
Millî Devlet ve Ordu, hükümet mevzilerinden kuşatılmış bulunmaktadır. Hükümet, Kıbrıs ve Kuzey Irak cephelerinde direnen Millî Kuvvetleri arkadan vurmaktadır. Hükümette yer alan bakanların çoğu tarikat mensubudur. Cumhuriyet yıkıcılığı hükümet mevzilerine oturmuştur. Türkiye, böyle bir hükümetle devam edemez, savaş koşullarını göğüsleyemez ve krizi aşamaz.
AKP yönetimi, daha hükümet kurulmadan Türkiye’yi tehdit eden Batı devletleriyle tertipler içinde olduğunu ortaya koymuştu ve hükümet kurulduktan sonra bu rolünü, bu kez iktidar olanaklarıyla sürdürüyor. AKP liderlerinin ABD’nin Kıbrıs, Kuzey Irak ve sözde “Ermeni soykırımı” konusundaki dayatmalarına tam teslim durumunda oldukları apaçık meydandadır. ABD, AKP hükümetine bir taktik serbestî alanı bile bırakmamıştır. Ne var ki, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül klikleri, ABD’nin kendilerine dayattığı programı uygulayamıyorlar, güçleri ancak millî politikaları dinamitlemeye yetiyor. CHP’nin başındaki Deniz Baykal ekibi ise, AKP iktidarıyla uyum halindedir; bu nedenle Millî Hükümet seçeneğinin yanında gözükmüyor.
Türkiye’nin kendisini içerden vuran bir hükümete tahammülü yoktur. Bu durumda, AKP iktidarına karşı güçlü bir halk hareketinin koşulları oluşmaktadır. Öyle görülüyor ki, bu halk hareketi, AKP’ye oy veren kitleyi de kucaklayacaktır.
Nitekim 2003 yılı başından itibaren Millî Kuvvetler ortak eylemlere başlamışlardır. İstanbul, İzmir, Denizli ve Mersin’de gerçekleştirilen “Denktaş’a Destek ve ABD Saldırısına Dur” mitingleri, halk hareketinde yeni bir dönemin işaretlerini vermektedir. Bu mitinglerde İşçi Partisi, kendisini sol, Atatürkçü ve sağ diye adlandıran milletin geniş güçlerini, ABD emperyalizmine karşı biraraya getirmiş ve bir milli seferberliği başlatmıştır. Türkiye, bütün güçleriyle bir millî direnme dönemine girmektedir. Bu büyük mücadele, Türkiye tarihinin millî devrimci geleneğini canlandırmakta ve devrimci birikimle devrimci geleceği yaratma bilincini pekiştirmektedir. Millî devrimci değerler, başta büyük devrimci önder Atatürk olmak üzere millî kahramanlar, ortak değerler olarak bütün milleti birleştirmektedir.
Millî kuvvetlerin birliği
70 milyonluk milletimizi oluşturan işçiler, çiftçiler, küçük sermaye ve millî sermaye sınıflarının ittifak ve iktidar koşulları doğmuştur.
Partimiz 5. Genel Kongre’de Üç Birlik siyasetini saptamış ve görev olarak belirlemişti.
Millî çelişmenin belirleyici olduğu koşullarda, bütün millî kuvvetlerin birliği için gerekli zemin oluşmaktadır. Geldiğimiz aşamada, artık Kemalist-Sosyalist ittifakını değil, tekmil milletimizin birliğini öne çıkarmak durumundayız.
Halk ile ordu arasındaki birlik de hızla pekişmektedir. Kuzey Irak ve Kıbrıs üzerinden yöneltilen tehdide karşı direnmede gösterdiği kararlılık, Silahlı Kuvvetlerimize duyulan güveni güçlendirmiştir.
Türkiye’de milli kuvvetlerin birliğinin inşasında iki ittifak düzlemi görülüyor.
Birincisi siyasal ittifak düzlemidir. Kıbrıs ve Kuzey Irak cephelerinde Türkiye’nin bağımsızlık ve bütünlüğünü savunacak bir eylem birliği için geniş bir zemin oluşmuştur.
İkincisi ise stratejik ittifak düzlemidir ve program temelinde yapılacak ittifakları içermektedir. Millî devletin savunulması ve Kemalist Devrim’in tamamlanması, stratejik ittifakın esas programıdır.
6. Genel Kongremiz’in görevlendireceği Merkez Komitemiz, millî kuvvetleri Millî Hükümet hedefinde birleştirme görevini başarıyla yerine getirecektir.
Kürt sorunu, artık emperyalizme karşı birlik sorunudur.
Türkiye’de Kürt sorunu, demokratik haklar açısından esas olarak fiilen çözülmüş bulunuyor. “Kürt gerçekliğinin” kabulü; Kürtçe konuşma, yazma, öğrenme, yayın ve araştırma yapma gibi özgürlükler, uzun ve çetin demokratik mücadelelerden sonra, Partimizin de önemli katkılarıyla artık esas olarak hayata geçmiştir. Öte yandan Kürt yurttaşlarımıza karşı eşitsiz uygulamalar ve çeşitli haksızlıklar da, büyük ölçüde giderilmiştir. Türk ve Kürt tekmil milletimizin birlik ve barış içinde ilerlemesinin koşulları özgürlükler açısından esas olarak sağlanmıştır. Türkiye halkının ortak demokratik mücadelesinin ürünü olan bütün bu kazanımların, önümüzdeki dönem pekiştirileceği ve hukuka geçirileceği bir sürece girilmiştir.
Demokratik hakların fiilen gerçekleşmesinden sonra, özellikle bugün ABD’nin Kuzey Irak’ta kukla bir devlet kurduğu ve Batı’lı emperyalistlerin ülkemizde ayrılıkçılığı kışkırttığı koşullarda, Kürt sorunu artık emperyalizme karşı birleşme ve mücadele sorunudur. Kazanılan özgürlükleri pekiştirecek tavır budur. Öte yandan ülkemizdeki bölgeler arası dengesizlikleri gidermek, tekmil milletimizin birliğinin pekiştirilmesi açısından yakıcı önemdedir.
Avrasya ittifakının ve
savaşa karşı dünya cephesinin inşası
Partimiz, Körfez Savaşı sonrası koşullarda, Avrasya Seçeneği stratejisini üretti ve 1995 yılı Nisan ayında Avrasya Seçeneği programını yayımladı. Bu Program, 22-24 Kasım 1996’da 4. Genel Kongremiz’de kabul edildi. 1996 ve 2000 yıllarında İstanbul’da 1. ve 2. Avrasya Konferansları’nı toplayarak Avrasya stratejisi ve ittifakını, kardeş partilerin değerlendirmesine sunduk. Bu Programımız, Avrasya ülkeleri ve halklarının da ötesinde, bütün insanlığın ihtiyacına cevap verdiği için geniş kabul gördü.
Ayrıca Ortadoğu ve Balkan’lı komşularımız yanında, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere Avrasya ülkeleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için başarılı çalışmalar yürüttük. Bu çalışmalarımız, insanlık tarihini etkileyen önemde sonuçlar vermektedir.
Türkiye’nin de bağımsız bir devlet olarak içinde yer alacağı Avrasya İttifakı’nın kuruluşu için koşullar olgunlaşmaktadır. Şanghay İşbirliği Örgütü, bu yönde atılmış çok önemli bir adımdır.
Öte yandan Avrasya’nın emekçi ve millî devrimci partilerinin dayanışmasını örgütleyen bir Avrasya Dayanışması’nın kurulması da gündemdedir. Bilindiği gibi 2000 yılı Nisan ayında gerçekleşen 2. Uluslararası Avrasya Konferansı’nda yedi partiden oluşan bir Avrasya İnisiyatifi Komitesi seçilmiş ve Komitenin yürütme görevi de Partimize verilmişti. Bu yıl toplayacağımız 3. Uluslararası Avrasya Konferansı’nın gündemi, Avrasya Dayanışması Programı’nı kararlaştırmak ve Yürütme Komitesi’ni belirlemek olacaktır.
ABD’nin bütün insanlığı hedef alan savaş tehdidi, bütün dünyada çok geniş bir barış cephesinin koşullarını yaratmış bulunmaktadır. ABD’nin NATO’daki geleneksel müttefiki sayılan Avrupa Birliği ülkeleri de, Washington’daki savaş kliğinin enerji kaynaklarını denetim altına alma girişimine karşı Avrasya ittifakına yaklaşıyorlar. Partimiz, bu gelişmeyi de saptayarak Türkiye’nin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğüne hizmet eden en geniş ittifak birikimini değerlendirmektedir. Türkiye’yi AB kapısına bağlatan ABD’dir. Bu uygulama, Türkiye’yi denetim altına almak yanında, tutarlı bir Avrupa Birliği inşasını da baltalamaktadır. Türkiye’nin AB aday üyeliğinden ayrılması, bu nedenle Türkiye-AB ilişkilerine zarar vermeyecek, tersine eşitlik ve egemenliğe karşılıkla saygı temelinde sağlıklı bir sürecin başlamasına hizmet edecektir. ABD’in Türkiye’ye karşı Kıbrıs’tan yaptığı baskılar ile Irak’ı hedef alan savaş tehdidi arasındaki bağlantıyı Avrupa ülkelerine gösterme ve AB’nin Kıbrıs ile Ege politikalarını gözden geçirmesini sağlama imkanları vardır.
Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’tan Kuzey Irak’a uzanan hat, bugün insanlığın savaş tehdidine karşı ön cephesi haline gelmiştir. Bu ön cephe Türkiye’yi anahtar ülke konumuna getirmiş ve ülkemize olağanüstü genişlikte ittifak potansiyeli kazandırmıştır. ABD, Türk ordusunu Kıbrıs’tan çıkartacak olursa, Irak’a müdahale ve kukla devleti resmileştirme konusunda da üstünlük sağlayacaktır. Bu nedenle Türkiye, Irak cephesinde oluşan büyük ittifakı, Kıbrıs cephesinde de oluşturma olanağına sahiptir.
IV. TEORİ, STRATEJİ VE PROGRAMDA ISRAR
Tertiplere, kargaşalığa ve savaş koşullarına hazır olmak
Nereden bakılırsa bakılsın, Partimizin tertiplere, kargaşalığa ve savaş koşullarına her yönden hazır olması gerektiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Millî devlet direnir, millî ordu direnir; önümüzdeki dönemin esas dinamiği budur. Sürecin iniş ve çıkışlarında bize zafer vaat eden bu esas dinamiği gözardı etmemek; özellikle partimize, milletimize ve ordumuza güveni sağlam tutmak, disiplini sürdürmek ve zorlukları yenme ruhunu güçlendirmek açısından belirleyicidir.
İşçi Partisi erken seçimde görevini yaptı
Partimiz, kendi tarihindeki göreli en doğru, en güçlü çağını yaşamaktadır. Teorik temelimiz oldukça sağlam, programımız büyük ölçüde doğru ve siyasetlerimiz halkımızın devrimci ihtiyaçlarına şimdilik cevap veren düzeydedir. Büyük devrimci önder Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişiyle “tarihin maddesini anlıyoruz.”
Partimiz, krize devrimci çözümün öncü müfrezesidir. Geçmişte “Tarihin pususuna yatmak” diyorduk. O çözüm aşamasına kadar görevimiz, kuvvet toplayarak ilerlemektir. Bugün düne göre daha geri bir noktada değil, daha ilerdeyiz. Partimiz Türkiye’de ameliyat gerektiği zaman görev verilecek hükümet seçeneği olarak halkın önemli bir kesiminin belleğine yerleşmiştir.
Bizim stratejik mücadele ilkelerimiz, öncülerden oluşan bir parti inşa etmek, kuvvet toplamak ve fırsat kollamaktır. Toplam olarak baktığımız zaman, 3 Kasım 2002 seçiminden kuvvet kaybederek değil, önemli öncü kuvvetler kazanarak ve halkımızın önemli bir kesiminin iktidar tercihleri arasına girerek çıktık. Topladığımız kuvvet, Partimiz tarihinde görülmedik boyutlardadır. Bizim ölçümüz budur. Kuvvet kaybetmediğimiz, tersine kuvvet topladığımız için, seçimden yenilgiyle çıkmış değiliz. Her düzeydeki önderliğimizi ülkemizin çok değerli öncü kadrolarıyla güçlendirmek, milletimizin mücadelesine önderlik yeteneğimizi yükseltmek ve Örgütlenmede Büyük Atılımı gerçekleştirmek için, esaslı bir birikim yarattık. Hasan Yalçın Kongresi olarak adlandırdığımız 6. Genel Kongremize bu birikimle gerçekleştiriyoruz.
Teori, program ve siyasetleri öncü yapar
Türkiye, derinleşen kriz koşullarında devrimci çözümlere ilerliyor. İşçi Partisi’nin milletimize önderlik ederek Kemalist Devrim’i tamamlama programını uygulayacağı tarihî bir döneme girdik. Bu koşullarda Partimizin öncü karakterini güçlendirmek ve halka önderlik yeteneğini geliştirmek görevleriyle karşı karşıyayız.
Birçok örgütümüz ve üyemizi, henüz bu görevlere yeterince hazırlayabilmiş değiliz. Toplumda yüzen gezen görüş ve değerlendirmeler, Partimiz saflarını da etkilemektedir. Partimizin teori, strateji, program ve siyasetlerini, kapı komşularımızın veya çevremizdeki sıradan insanların görüşlerine göre gözden geçirme önerilerine rastlanmaktadır.
Bilinç, kitlelere dışardan mı verilir, yoksa kitleler kendiliğinden mi bilinçlenirler? Başka deyişle kitleleri öncü parti mi bilinçlendirir, yoksa kitleler mi öncü partinin teori, program ve siyasetlerini belirler?
Bu, yüzyıllık bir tartışmadır. Devrim pratikleri içinde çözüme kavuşturulmuştur. Ancak öncü partiler, kitleler içinde çalıştıkları için, bu sorunla sürekli olarak iç içe yaşarlar.
Teori, program ve siyasetleri, halk yapmaz, öncüler yapar. Öncü parti, kuşkusuz kitle çalışması içinde halkın toplumsal- ekonomik durumunu ve taleplerini öğrenir. Ancak bilginin sistemli, bilimsel bilgiye, teoriye, stratejiye, programa ve siyasetlere dönüştürülmesi, öncünün işidir.
Bazı arkadaşlarımız, insanlığın büyük tecrübelerini bir kenara bırakarak, teori, program ve siyasetleri, sıradan insanlardan öğrenebileceğimizi düşünüyorlar. Oysa kitlelerin kendiliğinden bilinçlenmeyeceğini, ancak bir öncü tarafından bilinçlendirileceğini yeniden tartışacak değiliz. Bunlar, insanlığın arkada bıraktığı, cevapları büyük tecrübeler sayesinde kesin olarak verilmiş sorulardır.
Teorik kılavuzumuz: Bilimsel Sosyalizm
Açıkça belirtilmese bile, seçim sonuçlarından acaba sosyalizmden söz etmesek gibi bir ders çıkaran üyelerimiz de vardır.
Partimizin dünyayı anlamadaki teorik anahtarı ve dünyayı değiştirmedeki eylem kılavuzu, Bilimsel Sosyalizm’dir.
Bilimsel Sosyalizm, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki yol gösterici” diye tanımladığı bilimin kendisidir; insanlığın bilimde ulaştığı doruktur.
Kuşkusuz Bilimsel Sosyalizm, mutlak gerçeği elinde tuttuğu iddiasında değildir; doğrunun göreli olduğunu kabul eder ve gerçeğe daha fazla yaklaşma iddiasındadır. Bilimin kaynakları, üretimdir, bilimsel deneydir ve toplumsal pratiktir. İnsanlığın bu üç kaynaktan beslenen bilimsel hazinesi zenginleştikçe, Bilimsel Sosyalizm de gerçeği daha doğru açıklar.
Bilimsel Sosyalizmin reddedilmesi veya ihmal edilmesi, aslında bilimin reddedilmesidir. Biz, nasıl doğa bilimlerinde insanlığın bilimsel birikimini özümsemeye çalışıyorsak, aynı tutum toplum bilimleri için de geçerlidir. Ne var ki, toplum bilimi, toplumsal sistemi anlama ve değiştirme sorununu gündeme getirdiği için, daha inatçı bir sansürle ve baskıyla karşı karşıyadır. Bilimsel Sosyalizmi bir yük gibi gören tavrın kaynağı da, kapitalist ve emperyalist sistemdir. Bu konudaki önyargılar, yüzyıllar boyunca sistem tarafından topluma yerleştirilmiş, tabulara dönüştürülmüştür.
Oysa Bilimsel Sosyalizm bir yük değil, bir zafer kılavuzudur, doğru yolda ilerlemenin, vatana ve millete bağlılığın, halkın çıkarlarını savunmanın güvencesidir. Bilimsel Sosyalizmden vazgeçen dönek takımının nasıl vatan-millet düşmanı haline geldikleri, herkes için taze bir derstir.
Atatürk’ün niçin Türk Devrimi’ne başarıyla önderlik ettiği ve doğru bir program saptadığı üzerinde durulmalıdır. Bu sorunun cevabını, genç zabit Mustafa Kemal’in henüz 23 yaşında iken, daha 5 Ocak 1904 günü not defterine yazdığı şu cümlede bulabiliriz: “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c. I, s. 15)
“Maddeyi anlamak”, bunun için demokratik ve sosyalist devrimlerin teorik ve pratik birikimini değerlendirmek, Atatürk’ün bütün başarılarının sırrıdır. Bilimi kılavuz kabul etmede hiçbir bağnazlığı olmayan Atatürk, Sovyet Devrimi’nin kendisi için bilimsel bir kaynak olduğunu açıkça ve vurgulayarak ifade etmiştir. Lenin’in emperyalizm teorisine dayanan zalim ve mazlum milletler kamplaşması, devrimin doğuya kaydığı değerlendirmesi, Asya devrimciliği gibi teorik anahtarlar, halkçılık ve devletçilik ilkeleri hep Atatürk’ün Sovyet Devrimi tecrübelerinden esinlendiği verilerdir.
Mustafa Kemal, “maddeyi anladığı”, yani toplumun maddî sürecini doğru tahlil ettiği için, daha 1906 yılında bir millî devlet projesi yapmıştı, Osmanlı devleti ve toplumunun bağımsız bir cumhuriyete doğru gittiğini görüyordu. Ancak millî devlet henüz tarihin gündemine gelmemişti. Bu yüzden Mustafa Kemal, bir süre tarihin kenarına itilmiş gibi görüldü. Ancak Meşrutiyet, Osmanlı devletini yaşatma çabalarının sonuçsuz kalması ve Birinci Dünya Savaşı tecrübeleri, Mustafa Kemal’in devrimci çözümünü kaçınılmaz olarak gündeme getirdi ve Atatürk 1919 başında kurtarıcı olarak tarih sahnesine çıktı.
Devrimci önderin Kurtuluş Savaşı pratiği de çok iyi incelenmelidir. 1920 yılında Devlet Sosyalizmini benimsemekte, hatta Hakimiyeti Milliye gazetesinin başyazılarında Türkiye’ye özgü, bağımsız bir sosyalizmi savunmaktadır. 1920 yılı 13 Eylül günü Anayasa taslağı olarak Meclis’e sunduğu Halkçılık Programı, Bilimsel Sosyalizmin ışığında hazırlanmış esaslı bir programdır. Nitekim bu önerinin Meclis’te aylarca tartışılmasından sonra 20 Ocak 1921 günü kabul edilen 1921 Anayasası, “Şuralar” sistemini getirir ve Atatürk o zaman Anayasa’daki şuraların “Sovyetler” anlamına geldiğini açıkça belirtir. Yine Atatürk, o zaman samimî olarak Komünist Enternasyonal’e üye olmak için başvurmuş, fakat Komintern’in başındaki dünya gerçeğinden kopuk Troçki-Zinoviev grubu, bu başvurunun önemini anlayamamıştır.
Türk Devrimi ile Sovyet Devrimi arasındaki bağlantı, teoriden önce pratik düzlemindedir. Mazlum Türkiye’nin Çanakkale’de emperyalizme direnmesi, Rus Çarlığı’nın yıkımını getirdi ve Sovyet Devrimi’nin yolunu açtı. Sovyet Devrimi ise, Türkiye’yi paylaşmak isteyen üç emperyalistten biri olan Çarlığı yıktı ve Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı için sağlam bir cephe gerisi yarattı.
Çanakkale direnişi olmasa, Ekim Devrimi olmazdı ve Ekim Devrimi olmasa Türk Devrimi olmazdı. Bugün Türkiye’de Bilimsel Sosyalizmin reddedilmesi, aslında Türk Devrimi’nin gerçekleşmesi koşullarının reddedilmesidir. Atatürk, gökten gönderilmemiştir; pratiği ve bilgi birikimiyle, çağımızın devrimci akımlarının tecrübeleri içinde Atatürk olmuştur.
Türk Devrimi de, kendi mecrası içinde ve dünya devriminin tecrübelerinden de yararlanarak doğru çözümlere varmıştır. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden sonra uygulanan bireysel girişimcilik Kemalist Devrim sürecinde geçici bir sapmadır ve çözüm olmadığı 1930’a doğru saptanır ve devletçilik kabul edilir. 1930’lardaki resmî metinlerde ve ders kitaplarında, Kemalist önderliğin felsefesinin “Pratik Maddiyetçilik” ve doktrininin de “Devlet Sosyalizmi” olduğu ifade edilir. “Pratik maddiyetçilik” kavramını, Marx ve Engels, 1845-46 yıllarında “Komünizm”le eşanlamlı olarak kullanmışlardır.
Atatürk’ün “Yurtta barış, cihanda barış” sloganı da, aslında sosyalizmin ülküsüdür.
Bizzat Atatürk’ün esin kaynakları arasında yer alan Bilimsel Sosyalizmin Atatürkçülük adına reddedilmesinin “Atatürkçüleri” ne hale getirdiğini görüyoruz. Bugün kendilerini “Atatürkçü” diye tanımlayanlar, hiçbir konuda Atatürk’e benzeyen devrimci bir tutum içinde bulunmuyorlar. Hatta Avrupa Birliği projesinin peşine düşerek, Atatürk’ün kurduğu millî devleti yıkma ve Atatürk’ün Altı Ok programından bütünüyle vazgeçme durumuna bile düşmüşler, ne yazık ki Kemalizmin köhnediğini iddia eden emperyalist Batı kampına iltihak etmişlerdir. İşçi Partisi’ni bu tür rezilliklerden kurtaran kılavuz, Bilimsel Sosyalizmdir.
Bize Bilimsel Sosyalizmin Partimize zarar verdiğini söyleyen dostlarımız, İşçi Partisi’nin programının, stratejisinin ve siyasetlerinin doğru olduğunu kabul ediyorlar. O zaman düşünmeleri gerekir, İşçi Partisi niçin doğru program ve siyasetler üretebilmiştir? Bunun başlıca nedeni, İşçi Partisi’nin ayaklarını Türkiye toprağına basarak yürüttüğü devrimci pratikler içinde yaratılmış olan teorik birikimdir. İşçi Partisi, bu teorik birikimle dünyayı ve Türkiye’yi anlamaya çalışır; olgulardan, yani pratikten hareket eder; teorisini pratiğe bakarak düzeltir ve geliştirir.
Hiçbir dostumuz, bizden bu tutumumuzu değiştirmemizi beklememelidir; tam tersine daha gelişmiş program, strateji ve siyasetler üretmemiz için, bu tutumda diretmemizi istemelidirler. Aksi takdirde İşçi Partisi de, diğer sistem partileri gibi olur, sistemin içinde sıkışır, Kemalist Devrim sahipsiz ve Türkiye toplumu öncüsüz kalır. İşçi Partisi, Ergenekon’daki demirci gibidir. Bilimsel Sosyalizm de, o demircinin ateşi yakma ve demiri dövme ustalığıdır.
Stratejimiz: Kemalist Devrim’i tamamlamak
İşçi Partisi, bilimsel bir tahlil yaparak, toplumumuzun içinde bulunduğu süreci saptıyor ve önümüzdeki devrimci adımın millî demokratik devrim olduğunu belirliyor. Türkiye’nin yüz elli yıldır devam eden millî demokratik devriminin en güçlü atılımı, Kemalist Devrim’dir. Bu nedenle toplumumuzun önündeki devrimci görev, Türkiye’ye özgü zeminde tanımlanacak olursa, Kemalist Devrim’i tamamlamaktır.
İşçi Partisi, yolu adım adım katetme, yemeği lokma lokma yeme gerçeğini kavrayarak, Kemalist Devrim’i tamamlama stratejisini de kendi içinde alt aşamalara bölmüştür. Partimizin “Millî Hükümetin İlk İşleri” programı, bu bilimsel ve devrimci tavrın ürünüdür. Ne var ki, Erken Seçim tecrübesini tartışırken, bazı arkadaşlarımızın hortumcunun malına elkoyma, iç borçları takside bağlama ve içerdeki Doları ve Euroyu Türk Lirasına çevirme gibi program hedeflerinin bize oy kaybettirdiğinden yakındıklarını gördük.
Bu üç madde, Türkiye’nin mafya ekonomisinden kurtulmasının olmazsa olmaz koşullarıdır. IMF’nin İstikrar Programı’nı istemiyorsak, bu maddeleri hayata geçirmek dışında bir seçeneğimiz yoktur. Ve her üç madde de mecburen ve kesinlikle uygulanacaktır. Yoksa Türkiye sömürge olur. Matematik gerçek budur.
Üstelik her üç uygulama da, kapitalizmin dışında değil, kapitalizmin içindedir. Hiçbir kapitalizm, hortumcuyu, büyük tefeciyi ve yabancı para erbabını tepesinde tutarak ilerleyemez. Millî para, kapitalist gelişmenin de şartıdır.
İşçi Partisi’nin tarihsel devrimci işlevi, bugünkü aşamada mafya ekonomisinin tasfiyesidir. Bunu önüne koymayacaksa ve toplumu bu hedeflere seferber etmeyecekse, İşçi Partisi’ne gerek yoktur. O nedenle Partimiz içindeki bu tür yakınmalar, oy almak için diğer sistem partilerine benzeme önerilerinden başka bir anlam içermemektedir.
Kaldı ki Kemalist Devrim’in tamamlanması, mafya ekonomisinin tasfiye edilmesinin ötesinde uygulamaları içermektedir.
Kemalist Devrim’den kesintisiz olarak sosyalizme ilerlemek
Atatürk, kendinden önceki devrimci pratiği ve Cumhuriyet’in ilk döneminin tecrübelerini değerlendirerek, 1930’larda Kemalist Devrim’in programını Altı Ok olarak formülleştirdi. Bu doğru bir çözümdü. Atatürk, Türkiye’nin demokratik devrim döneminde olduğunu saptamış, Fransız Devrimi’nin yolunu izleyeceğimizi belirtmiş, ancak emperyalizm çağında bir Ezilen Dünya ülkesi olduğumuzu dikkate alarak, Batı’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinden farklı bir demokratik devrim programı belirlemişti. Halkçılık, devletçilik ve devrimcilik, yaşanmakta olan Sovyet Devrimi’nden alınmıştı ki, diğer Ezilen Dünya ülkeleri için de model oluşturdu. Mazlum milletlerin gecikmiş demokratik devrimleri, eski burjuva demokratik devrimlerden farklı olarak, halkçı, devletçi ve devrimci olmaya mecburdu. Bu halkçılık, devletçilik ve devrimcilik, aynı zamanda Kemalist Devrim’den kesintisiz olarak sosyalizme geçmenin dinamiğini ve temelini de ifade etmektedir.
Öncü Parti, önündeki devrimci aşamadan sonra hangi programı izleyeceğini saptar ve saptamıştır. Toplumumuz, Kemalist Devrim’i tamamlayıp orada kazık çakmayacaktır. Atatürk de, bunu gördüğü için, “Çağdaş uygarlığın önünde olmak” gibi ucu açık, devrimci bir formül belirlemiş ve “arasız devimler”in birbirini izleyeceğini vurgulamıştır. Yine Atatürk, toplumların ilerde zalim ve mazlum kelimelerinin yeryüzünden silineceği; sınıf, renk ve ırk farklarının kalmadığı birer yüksek insanlık kitlesine dönüşeceğini ve bir uyum dünyasının kurulacağını da bilimsel gerçeklerden hareket ederek belirtmiştir. Atatürk, bir gün tarihin duracağı gibi bir safsataya hiçbir zaman bağlanmadı; “emperyalizmin mahv ve nabut olacağını” güneşin doğması kadar kesin bir gelecek olarak saptamıştı ve Kemalist Devrim’den sonra ilerlenecek yeni bir aşama olduğunu da biliyordu. Dahası Atatürk, birkaç kez tanımladığı gibi, insanlığın sınıfsız bir geleceğe ilerlediğini de görüyordu.
Öncü Parti’nin millî demokratik devrimden sonrası için bir toplum projesinin olması, Kemalist Devrim’i tamamlamanın da şartıdır. Eğer Kemalist Devrim’den sonra tarih duracaksa, devrim sürdürülemez ve o zaman Türk Devrimi’nin son elli yılda başına gelenler yeniden yaşanır.
Atatürk, toplumumuzun önüne koyduğu Altı Ok programının ötesinde bir devrim davasına sahip olduğu için, devrimcilikte ısrar etti. Atatürk’e göre, bütün programlar, bütün toplumsal ilişki ve kurumlar tarihseldi, yani tarihin belli dönemleri için geçerliydi ve miatlarını doldurduktan sonra yerlerini yeni bir topluma bırakmaları da kaçınılmazdı. Atatürk’ü dünya ölçeğinde bir devrimci pratiğin önderi yapan teorik temel budur.
Sosyalizme ilerleme davası, aynı zamanda Kemalist Devrim’i tamamlama görevinin olmazsa olmaz koşuludur. Bunu anlamak için dünya tarihine ve aynı zamanda sosyalizm hedefi olmayan bir kısım “Atatürkçü”lerin bugünkü hallerine bakmak yeter.
Burjuva demokratik devrimler, niçin kendi hedeflerini sonuna kadar izleyememişlerdir? Çünkü o devrimlerin burjuva hakimiyet sisteminin ötesine geçecek bir sınıfsal önderlikleri ve yönelişleri yoktu.
İşçi Partisi ise, kesintisiz olarak sosyalizme ilerlemeyi amaçladığı için, Kemalist Devrim’i tamamlama irade ve dinamiğine sahiptir. Atatürk’ün önderlik ettiği devrim, bizim en önemli tarihsel mirasımız, en büyük devrimci birikimimizdir. Sosyalizm amacı ise, Kemalist Devrimi tamamlama irademizin en önemli güvencesidir.
İnsanlık hiç şüphesiz sosyalizmde de kazık çakmayacaktır, hatta sınıfsız toplum aşamasında da tıkanıp kalmayacaktır. Bugün ilerici olan toplumsal sistemler, miadlarını doldurdukları zaman gerici hale gelecektir ve insanlık tarafından aşılacaktır. Bunu görmeyenlerin ilericilik ve devrimcilikleri, her zaman sınırlıdır; önlerine koydukları görevleri yerine getirme yetenekleri ve gelecek kuşaklara bırakacakları devrimci miras da yine sınırlı kalacaktır.
Dünyada her şey tarihseldir ve insan toplumları varoldukça tarihin sonu yoktur.
Parlamentarizm ve devrimcilik
Mafyalaşan dünya emperyalist sisteminin “demokrasi” ve “insan hakları” adına parlattığı bütün sahtekârlıklar, Partimiz saflarını da kaçınılmaz olarak etkilemektedir. Mevcut parlamenter kurumların ve sözde “demokratik” mekanizmaların içleri boşalmıştır. “Millî irade” denen halk ve seçmen iradesi, emperyalist merkezlerin iradesi tarafından bastırılmış ve ezilmiştir. Türkiye’nin geleceğini belirleyecek hükümet ve parlamento imzalı kararları, çoğu zaman ABD Büyükelçisi birkaç işbirlikçiye danışarak yönlendirmektedir. Mevcut sistemin bu çürümüş karakteri konusunda, hem Partimiz üyelerini hem de toplumumuzu aydınlatmak, çok önemli bir görevdir. Türkiye’de demokrasi, yasama ve yürütme işlevlerini ABD ve AB’ye devrettiğimiz gerçeğini perdeleyen bugünkü kurumlarla değil, bunların yerine konacak halk iradesini temsil eden yeni ve devrimci kurumlar ve mekanizmaların inşasıyla gerçekleştirilecektir.
V. ÖRGÜTLENME GÖREVLERİ
Birinci görev: Partinin önderlik yeteneğini geliştirmek
Partimiz, son dönemde ve seçim çalışması sırasında çok önemli kadrolar kazandı. Denebilir ki, 1978 yılındaki büyük kazanımdan beri, 24 senedir öncü özellikleri bakımından ilk kez böyle kuvvetli bir birikimle kucaklaşıyoruz. Daha önemlisi, büyük şehirlerde ve taşrada çok değerli kadrolar, İşçi Partisi’ne katılmaya hazırdır. Katılanlar ve katılmaya hazır olanları topladığımız zaman, Partimizin öncü karakterinde güçlü bir sıçrama gerçekleştirmenin imkânlarına kavuşmuş bulunuyoruz.
Bu önderlik birikimini, merkezden ilçelere kadar Partimizin her düzeydeki önderlik birikimiyle kaynaştırmak ve önderlik yeteneğimizi nitelik olarak bir üst düzeye yükseltmek, örgütlenmedeki birinci görevdir.
Önderlik birikimi, önderlik edeceği gücün maddesini anlama yeteneği ve insanların gönlüne akan insanî özellikleri ve yaratıcı zekasıyla Hasan Yalçın, Partimiz için unutulmaz bir önder modelidir. Bu nedenle örgütlenmede Partimizin önderlik yeteneğini yükseltme görevini esas aldığımız 6. Genel Kongremize, “Hasan Yalçın Kongresi” adını veriyoruz.
Bu görevi başarmak için, kadro politikasında tutuculuğu aşmak ve kabuğu kırmak gerekiyor. İlk iş olarak, Partimize katılmaya hazır olan DSP, CHP, MHP, ÖDP, EMEP, TKP ve diğer partilerden öncüleri veya partisiz kadroları tek tek belirleyerek, bu arkadaşlarla hızla görüşmeli ve onları Partimize katmalıyız.
Partimize hem kitle partilerinden, hem de sosyalizmi savunan örgütlerden katılma eğilimi güçlüdür. Sosyalist sol, 1960’lardan bugünlere uzanan 40 yıl içinde önemli tecrübe kazandı. Bir kısım örgütler uyuşturucu ağı içine çekilerek, bir kısmı liberalleştirilerek veya Batı güdümlü Kürt milliyetçiliği yoluyla emperyalist sistem tarafından denetim altına alındılar ve ABD’nin tertip ve kışkırtmalarının aletleri haline geldiler. Bu çürüme ve dönekleşmeye tepki duyan emekçi halka bağımlı devrimci kadrolar ise, İşçi Partisi dışında sosyalizm mücadelesi verilemeyeceğini görmektedirler. Türkiye’nin devrimci birikiminin bir parçası olan bu kadroları Partimiz çatısı altında birleştirmenin koşulları oluşmuştur.
Önderlikleri baştan sona yeniden oluşturmak
Partimiz, “Hasan Yalçın Genel Kongresi”nden önderlikleri baştan sona güçlendirerek çıkacaktır. Bunun için Genel Başkan’dan başlayarak merkezden en alt birimlere kadar bütün önder kadrolar, yeniden ele alınmalı ve yönetimler bütün kademelerde Partimizin milletimize önderlik yeteneğini yükseltme ölçütüne göre yeniden belirlenmelidir. Önderliklerin en uygun bileşimlerle yeniden oluşturulması ve kadroların buna göre yerleştirilmesi, 6. Genel Kongre sürecindeki birinci görevimizdir.
Öncü devrimci birikim ile
kitlelere önderlik tecrübesini kaynaştırmak
Yeni önderlik planımızı yaparken, arkada kalan 40 yılın tecrübeleri içinde oluşan devrimci önderlikler ile yeni katılan arkadaşların kitlelere önderlik ve uzmanlık birikimlerini kaynaştırmaya dikkat edeceğiz.
Yeni kadrolar, farklı tecrübelerden geliyorlar. Çeşitli kitle partilerinin tecrübelerini Partimize getiriyorlar. İkincisi, yeni katılan arkadaşlarımızın uzmanlık birikimi yanında, planlı, sistemli ve verimli çalışmalara önderlik yetenekleri de bulunmaktadır. Bunlar, partimizin kitlelere önderlikte ve çalışma tarzını düzeltmede yakıcı ihtiyacımız olan özelliklerdir.
Önderliklere genç kadrolarla dinamizm kazandırmak
Tertiplerin, karışıklıkların ve savaş ortamının geçerli olacağı önümüzdeki dönemde, Partimiz mücadele yeteneğini güçlendirmek için, yönetim organlarında tecrübe ile dinamizmi birleştirecek, önderliklere genç kadrolarla dinamizm kazandıracaktır.
Yaratıcılık ve icatçılık
Partimizin bugünkü kadroları 40 yıllık mücadele döneminden geliyorlar. İstikrarlı bir önderliğimizin bulunması, Partimizin en olumlu özelliklerinden biridir. Ancak bu istikrarlı önderlik, aynı zamanda örgütlenme ve çalışma tarzında belli bir tutuculuğun yerleşmesini de ifade etmektedir. Şimdi istikrarlı önderliğimiz sayesinde devrimciliğimizi pekiştirirken, alışılmış örgütlenme ve çalışma tarzını da yeni kadroların yardımıyla aşmamız gerekiyor.
Partimiz, tarihindeki en önemli sıçramanın içine girmiştir. Öncünün inşası döneminden geniş kitlelere önderlik dönemine geçiyoruz. Bu sıçramayı başarıyla yerine getirmemiz için, yaratıcılığa ve icatçılığa büyük ihtiyaç var. Bu yöndeki ciddî öneriler tartışılmalı ve denenmelidir.
Planlı, sistemli, verimli çalışma
Partimize planlı, sistemli, verimli bir çalışma tarzı yerleştirmek için yeterli birikim oluşmuştur. Şimdi bütün mesele, bütün parti örgütünde, alışkanlıkları yenmek ve sistemli çalışma için başarılı bir eğitim programı uygulamaktır.
Kadro ve uzman eğitimi
Partimizin hızla büyümesi ve önderlik yeteneğini geliştirme görevi yanında önümüzdeki dönemin çetin mücadele koşulları, kadro ve uzmanlık eğitimine özel bir önem verilmesini gerekli kılıyor. Parti Akademisi’nin kurulması, Parti Okulu’nun kurumlaşması, Köy Önderler Okulu’nun tecrübeler değerlendirilerek yeniden örgütlenmesi, Partide eğitimin pratiğe hizmet eden düzenli bir faaliyet olarak yerleşmesi, önümüzdeki görevlerdir.
Kültür ve sanat cephesinde devrimcileşme
İşçi Partisi, daha çok bilimsel teorik birikimiyle öncü karakterdedir. Sistemin çürümesine yalnız bilimle karşı konamıyor. Parti üyelerimizin ve toplumun duygu dünyasını inşada yetersiz kaldığımız, bütün faaliyetlerimizde kendini gösteriyor. Bu nedenle kültür ve sanat cephesinde devrimcileşmeye ihtiyacı vardır.
Profesyonel kadrolarda önderlik ölçütü
Profesyonel kadrolar, Öncü Parti için şarttır. Ancak kitlelerden kopuk ve bürokratik bir profesyonelleşme, aynı zamanda revizyonizmin en önemli kaynaklarından biridir.
Önümüzdeki dönem profesyonel kadroların atanmasında devrimci önderlik ölçütlerini sıkı tutacağız.
Her örgütümüz, bir kadro planı yapacak ve hangi görevlerin profesyonel kadrolarca yürütüleceğini kendi ihtiyaçlarına göre belirleyecektir.
Yeni profesyonel kadro tahsisi ve tahsis edilen kadroya yapılacak tayinler, her düzeyde yönetim kurulları kararıyla belirlenecektir.
Kitle örgütlerini NGO’laşmaktan kurtarmak
5. Genel Kongremizde, Partimizin öncü çekirdeğini büyütmek için, önümüze kitle örgütleri içinde çalışmak ve kitle mücadelesini örgütlemek görevini koymuştuk. Ne var ki, Partimiz kitle örgütleri içindeki çalışmasını örgütlü hale getirmede belli adımlar atmakla birlikte, kitle örgütlerine önderlikte mesafe alamadı. Ancak bunun eşiğine gelmiş bulunuyoruz. Parti, “NGO”lara dönüşen kitle örgütlerini emperyalizmin denetiminden kurtarmak için, öncelikle kendisini örgütleyecektir. Partiyi kitle örgütleri çalışmasına yöneltmek amacıyla, partinin örgütlü kesimini büyütmede ısrar edeceğiz.
Temel örgütlerin kurulmasında atılım
Partimizin kitleselleşmesi yanında kitle hareketinin yükseliş koşulları, temel örgütleri inşa etmede atılım yapacağımız bir dönemin haberini vermektedir. Parti, mücadeleyi örgütleyerek, kendisini de örgütlemiş olacaktır.
İş ve görev, mücadelenin ihtiyacından çıkmalıdır. Yönetici kadroları binalara çeken işler azaltılmalı, basitleştirilmeli ve örgütlenmeli; önderlik ise tamamen kitle çalışmasının sorunları ve görevleri üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bunun somut adımı, kadroların büyük bölümünün kitle örgütlerinde, sendikalarda, fabrikalarda, işyerlerinde, köylerde, semtlerde ve okullarda, mevzilendirilmesidir.
Medyanın inşasını tamamlamak
Çürüyen sistem, toplum üzerindeki hegemonyasını medya baskısını ağırlaştırarak sürdürebiliyor. Türkiye tarihinde medyanın elbette bir araç olarak en belirleyici olduğu seçimden çıktık. Yalnız seçmeni imal etmede değil, insan kirlenmesinde de medyanın görülmemiş derecede yıkıcı bir rolü var. Türkiye, insan malzemesini yitirmektedir. Bu nedenle halkçı ve devrimci medya araçlarının inşası yolunda atılan adımları tamamlamak öncelikli görevdir.
Tüzüğümüzdeki ödenti şartının uygulanması
Programı kabul etmek, bir parti örgütünde çalışmak ve ödentiyi düzenli olarak ödemek, partimizin üyelik görevleridir. Bu görevlerin yerine getirilmesi, üyelerimize eğitimle ve pratik içinde kavratılacaktır.
Aylık ödentiyi bu kongremizde asgari ücretin en az 200’de biri olarak belirliyoruz. Bu miktar, aşağı yukarı ayda bir paket sigara veya günde bir sigara değerindedir ve en yoksul üyemiz için bile bir yük değildir ancak üyelik bilincinin olmazsa olmaz gereğidir. Her üyenin ödentisini düzenli olarak ödemesi, miktardan çok daha önemlidir. Parti örgütlerimiz, her üyesini ödentisini düzenli ödeyecek bir bilince ulaştırmayı, öncü parti nitelliğinin şartı olarak önlerine koyacak ve uygulayacaklardır.
Tutulacak halka: Kaynak yaratmak
Partimizin Millî Hükümet için mücadelede millete önderlik görevini yerine getirmesi için parasal kaynaklarını güçlendirmesi gerekiyor. Parasal kaynak yaratmak, bugün tutulacak halkadır. Bu konuda hızlı başarılar kazanmak, medyanın inşasını tamamlamak ve örgütlenme atağını gerçekleştirmek açısından belirleyici önemdedir. Bunu başarmak için, bugün en yetenekli kadrolar, kaynak yaratma görevinin başına getirilmelidir.
Kaynaklarımızı verimli kullanmak, mali disiplin, maliyemizin en temel unsurlarındandır. mali disiplin, rapor sistemi ve denk bütçe ilkesi ile sağlanır. Giderler, karşılığı planlanarak saptanır.
Yayın satışı, siyasi çalışmanın mali güce dönüştürülmesidir ve bütçemizin en önemli gelir kalemlerindendir.
Örgütlenmede büyük atılım
Partimiz, 6. Genel Kongre döneminde, önderlik yeteneğini yükselterek, Örgütlenmede Büyük Atılım’ı gerçekleştirmenin önkoşulunu yaratacaktır. Bugün Türkiyemizin hemen hemen bütün beldelerinde, Partimizi örgütleyecek kadrolar ortaya çıkmıştır. Bütün mesele, bu kadrolara yetenekli önderlerle ulaşmak, onları örgütlemek, yeni kurulan örgütleri yöneterek milletimizin Milli Meclis ve Millî Hükümet kurma mücadelesine önderlik etmektir.
Mesele, mücadeleyi örgütlemek
Partimiz önderlik yeteneğini niçin yükseltmek istiyor. Çünkü mücadeleyi örgütlemek istiyoruz. Milletin bağımsızlık mücadelesi ve emekçi halkın mücadelesi, yetenekli bir önderlikle yönetilir. Amacımız, devrim yapmaktır. Ve devrim de, halk önderleriyle gerçekleştirilir. Bunun için, örgütlenmeden tek bir şeyi anlıyoruz: Milletimizin mücadelesini örgütlemek.
Örgüt yönetimlerimiz mücadelenin başında olacaklardır. Partimizde, binaları örgütleme anlayışı yerine, halkın mücadelesini örgütleme çizgisini yerleştireceğiz. Önderlerimiz, örgüte ve halk hareketine uzaktan kumanda yerine, mücadelenin başında olma anlayışını uygulayacaklardır. Partimiz, 5. Genel Kongre’nin kitle örgütlerini örgütlerken, Partimizi de örgütleme çizgisini hayata geçirmede ısrar edecektir.