5. GENEL KONGRE'DE KABUL EDİLEN MERKEZ KOMİTESİ RAPORU

5. GENEL KONGRE'DE KABUL EDİLEN MERKEZ KOMİTESİ RAPORU 17-19 ARALIK 1999

5. GENEL KONGREDE KABUL EDİLEN
MERKEZ KOMİTESİ RAPORU
17-19 ARALIK 1999

İçindekiler

I. 28 ŞUBAT SÜRECİ
• 28 Şubat’ın Yükselişi
• 28 Şubat’ın Kazanımları ve Zayıflıkları
• 28 Şubat’ı İktidarına Kavuşturmak
• 28 Şubat’ın Krizi: ABD ile Gizli Mutabakat
• İşçi Partisi’ne Operasyon
• 19 Nisan’a Göre Seçim Politikası
• Sayılarla Seçim Çalışması
• Seçim Sonuçları Üzerine Değerlendirme
II. ABD TUZAĞINDAKİ TÜRKİYE
• Süper NATO’nun Tetikçisi İktidar Ortağı 
• Türkiye Avrupa Kapısında Parçalanıyor 
• Batı’nın Kıbrıs ve Ege’den Sıkıştırıp 
Doğu’da Teslim Alma Politikası 
• Ekonomide Mehmetçiğin Kanını 
Pazarlama Aşaması 
• Küçük İrticanın Büyük İrtica ile Buluşması 
• Devrimci Eğitim, Aydınlanma ve 
Sanat Seferberliği 
• 28 Şubat’ı “Bin Yıl Sürdürme” Kararlılığı 
• Yol Ağzındaki Pat Durumu ve İkili İktidar 
• Çözüm: Cumhuriyet Devrimi İktidarı

III. KEMALİST-SOSYALİST BİRLİĞİ
• Stratejik Devrimci İttifak
• Programda İttifak
• Altı Ok’un Devrimci Pratik Değeri

IV. TÜRK-KÜRT BİRLİĞİ
• Kuzey Irak’taki Sakarya
• PKK’nin Yeniden Kanıtladığı Dersler 
• Özeleştiri 
• Kürt Sorunu Özgürlükler Açısından 
Fiilen Çözülmüştür. 
• İşçi Partisi’nin Çözümü Türkiye’nin 
Programı Oluyor
• Altı Ok’un Milliyetçiliği
• Ortak Örgütlenme

V. HALK-ORDU BİRLİĞİ
• Ancak Orduyla Çözülebilecek 
Sorunların Eşiğindeyiz.
• Ulus Devlet ve Ulusal Ordu Direnir

VI. ASYA’LIYIZ
• Avrasya Çağına Giriyoruz
• Pasifik’in Alçalan Ülkesi
• Asya Seddi

VII. ÖRGÜTLENME VE ÇALIŞMA TARZI
• Kitle Örgütlerini İnşa Ederken 
Partiyi İnşa Etmek
• Partinin Örgütlü Kesimini Büyütmek
• Yetenekli Kadroları Keşfetmek ve 
Görevlendirmek 
• Malî İşlere Yetenekli Kadro Ayırmak
• Öncü Gençlik
• Avrupa’daki Yurttaşlarımız
• Verimli ve Sistemli Çalışma İçin Kadro Eğitimi

VIII. FAALİYETLERİMİZ
1. İşçi Partisi 28 Şubat’ın Yolunu Açtı ve Programını Üretti
2. İşçi Partisi Susurluk Sürecine Önderlik Etti
3. İşçi Partisi Özelleştirmeye Başından Beri Karşı Çıkan Tek Parti
4. ABD’nin Kuzey Irak’taki 
Kukla Devlet Planını
İşçi Partisi Ortaya Koydu
5. İşçi Partisi Sol Güçbirliği Önerisiyle 
Cumhuriyet Devrimi Hükümetinin 
Formülünü Üretti
6. İşçi Partisi Üreticilerin Sorunlarına 
Sahip Çıktı
7. İşçi Partisi “Cumhuriyet Bize Emanet” 
Diyen Bir Gençlik Yetiştirdi.

IX. PARTİMİZİN 80. YILINDA 
DEVRİMCİ 2000’LERİN EŞİĞİNDE
• İktidar Olanağı Tehlike Olasılığıdır
• Türkiye’nin En Deneyimli Partisiyiz
• Büyük Parti Bilinci 
• 2000’e Geldik



İlk genel kongremiz 8-9 Nisan 1989 günlerinde “Birlik ve Alternatife Doğru” sloganıyla toplandı. O zaman Bahar Eylemleri’yle ayağa kalkan işçi sınıfının önüne devrimci bir seçenek koymak temel meseleydi.

Programdan sonra önümüzdeki gündem “Devrim İçin Öncü Parti”nin yeniden inşasıydı. 2. Genel Kongremiz, 6-7 Temmuz 1991 tarihinde bu görevle toplandı.

14-16 Ekim 1994’te 3. Genel Kongremizi “Sınıf Mücadelesini Örgütlemek” sloganıyla gerçekleştirdik.

4. Genel Kongremizde, 28 Şubat süreci başlarken, 22-24 Kasım 1996 günleri, “Devrimci Atılım” parolasıyla biraraya geldik.

5. Genel Kongremizi ise, 28 Şubat sürecinin üçüncü yılı dolarken gerçekleştiriyoruz. “Cumhuriyet Devrimi İktidarı İçin Üç Birlik”, bu kongrenin temel sloganıdır. Önümüzdeki beş-on yıl içinde Cumhuriyet Devrimi iktidarının gerçekleşmesi ve Partimizin kurulacak hükümetin ortağı olması koşulları vardır.

Türkiye, 1990’lı yılların çelişmelerini yaşamaya devam etmektedir. 13-16 Ekim 1994 günleri toplanan 3. Genel Kongremiz’de ve 20-22 Kasım 1996 tarihinde toplanan 4. Genel Kongremiz’de kabul ettiğimiz Merkez Komitesi raporlarının Dünya ve Türkiye tahlili, arkada kalan altı yılın olgularıyla doğrulanmıştır. 1996’dan sonra yeni olan, 28 Şubat’ın simgelediği Cumhuriyet Devrimi atağıdır. 


I. 28 ŞUBAT SÜRECİ

28 Şubat’ın Yükselişi
28 Şubat süreci, aslında sürece adını veren 28 Şubat 1997 günü değil, daha önce 1996 Sonbaharı’nda, hatta 1995 yılı Martı’nda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’taki ABD egemenlik alanına girmesiyle başlamıştır. Sürecin asıl itici gücü ise, 1989 İşçi Baharı’ndan bu yana Cumhuriyet ekonomisinin kalelerini savunan emekçi hareketidir.

“Cumhuriyet Devrimi’nin İkinci Taarruzu” diye adlandırdığımız bu sürecin yükselişindeki nirengi noktaları şunlardır:

Mart 1995: Türk Ordusu’nun Çelik Harekatı’yla ABD denetimindeki Kuzey Irak’a girmesi.

Eylül 1996: Türk Ordusu-Irak-Barzani işbirliğiyle ABD’nin Kuzey Irak’taki mevzilerinin çökertilmesi.

Kasım 1996: Susurluk olayıyla birlikte, mafyalaşan rejime karşı halkı aydınlatma hareketinin başlaması.

28 Şubat 1997: Milli Güvenlik Kurulunun, irticaya karşı “Cumhuriyet Devrimi Kanunları” nın uygulanması yönündeki kararı. 

29 Nisan 1997: Genelkurmay’ın, baş tehdit içine alınan irticayı “gereğinde ulusun talebi doğrultusunda askeri güçle tasfiye” anlayışını içeren, “Milli Askeri Stratejik Konsept”i (MASK) kamuoyuna açıklaması. 

30 Haziran 1997: Erbakan-Çiller iktidarının, Halk-Ordu işbirliğiyle gerçekleşen kitle hareketiyle devrilmesi. 

31 Ekim 1997: Milli Güvenlik Kurulu’nun, yeni “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ni kabul ederek, ırkçı boyutlardaki milliyetçiliği düşman kapsamı içine alması ve ülkücü mafyayı tasfiye kararı.

Aralık 1997: Genelkurmay’ın, “Batı destekli irtica ile iç savaş tehdidi”ne karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yeniden yapılandırması.

28 Şubat’ın Kazanımları ve Zayıflıkları
Toplam olarak baktığımız zaman, 28 Şubat süreci ABD güdümlü mafya-gladyo-tarikat rejiminde belli gedikler açmıştır.

Bölge güçleri, işbirliği yaparak, ABD’nin Kuzey Irak’taki kukla devlet projesine karşı eylemli direnişe geçmiştir.

12 Eylül rejiminin, Turgut Özal’ın kişiliğinde Çankaya’ya kadar çıkarttığı ve Refah Partisi ile hükümetin büyük ortağı yaptığı tarikatların siyasal mevzilerine ağır darbeler indirilmiş, hatta partileri kapatılmıştır. İmam Hatiplerin orta kısımları kaldırılmış ve yasadışı kuran kursları sınırlandırılmıştır.

Mafya ve Gladyo’ya karşı kapsamlı bir aydınlanma sürecine girilmiştir.

Sağ partiler Meclis’te büyük çoğunluğa sahip oldukları halde hükümet kuramaz hale getirilmişlerdir. 

Bütün bunlar 28 Şubat sürecinin bir Cumhuriyet Devrimi atağı olduğunu göstermektedir. Ancak bu atağa, 27 Mayıs’ı da dikkate alarak, Üçüncü Taarruz demek daha yerinde olurdu.

En önemlisi ve 27 Mayıs’tan farklı yönü, 28 Şubat, laiklik ve bağımsızlık cephelerinde, İşçi Partisi’nin öne sürdüğü program ve siyasetlerden büyük ölçüde etkilenmiştir.

28 Şubat 1997 Kararları, İşçi Partisi’nin “Cumhuriyet Devrimi Kanunları Uygulansın” başlıklı 12 maddeden oluşan taleplerinin izini taşımaktadır. 

Partimiz’in yıllardır savunduğu “Bölge merkezli dış politika”, 28 Şubat’tan sonra bir süre hükümet programlarına girmiştir. Avrasya Seçeneği, geniş güçleri etkilemiştir.

Irkçı milliyetçilik düşman kapsamına alınmış ve ülkücü mafyanın tasfiyesi, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne konmuştur.

Bu nedenlerle Cumhuriyet Devrimi’nin bu yeni atağının ön cephesinde yer almak ve süreci Kemalist Devrimi tamamlama yönünde geliştirmek, emekçi sınıfların temel meselesidir ve İşçi Partisi de bu görevi üstlenmiştir. 

Bilançonun kuşkusuz olumsuz yönleri de bulunuyor.

28 Şubat,
Şeriatçı güçlere cepheden tavır almakla birlikte mafyanın üzerine yürümede çok sınırlı kalmıştır. 

Gladyo’nun faili meçhul cinayetleri durdurmasıyla yetinmiş, bu NATO kurumu ile uzlaşmıştır. Bunun sonucunda Süper NATO cinayetleri yeniden başlamıştır.

ABD’ye ise, yalnız Kuzey Irak’ta ve ılımlı İslam projesine darbe indirerek direnmiştir. 

Öte yandan dünya sermayesinin özelleştirme saldırısına tavır almamış, Cumhuriyet ekonomisini savunmamış, ancak özelleştirmenin içerdiği tehlikelere işaret eden bazı açıklama ve yayınlarla yetinmiştir.

Bu nedenlerle, Cumhuriyet Devrimi güçleri, 28 Şubat sürecinde irticaya ve belli ölçülerde mafyaya karşı inisiyatifi ele geçirdikleri halde, ekonomi cephesinde savunmada kalmışlardır. 

28 Şubat’ı İktidarına Kavuşturmak
Hepsinden önemlisi, 28 Şubat’ın iktidar sorununa bir çözüm getiremeyişidir. 28 Şubat, bu açıdan 27 Mayıs Devrimi’nden farklıdır. Hükümet, Cumhuriyet Devrimi’ne direnen veya ayak sürüyen güçlere bırakılmış, onlara bazı acil politikaların dayatılmasıyla yetinilmiştir. Yaşadığımız sürecin kritik noktası da esasen burasıdır. 

Bu durumun bilincinde olan Partimiz, 28 Şubat’ın biricik iktidar seçeneği olan Sol Güçbirliği-Sol İktidar çözümünü hayata geçirmek için mücadele etti. Bu amaçla, DSP ve CHP genel başkanları ve yönetimlerine bu önerimiz birkaç kez götürülmüştür. Ne var ki, Ecevit ve Baykal’ın sol iktidar peşinde olmadıkları, Sağ’a koltuk değneği politikasından vazgeçmedikleri ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni hiç kuşkusuz, ABD’den gelen tehdit ve baskılardır.

Partimiz, 1994 yılı Aralık ayından başlayarak yürüttüğü girişimlerden sonra, DSP ve CHP genel merkezlerini ikna yoluyla Sol Güçbirliği kurmanın mümkün olamadığını görmüş, aynı zamanda bu partilerin örgütlerine ve ileri güçlere de kendi deneyimleriyle göstermiştir. Bunun üzerine Parti Meclisimiz, 31 Ocak-1 Şubat 1998 tarihli toplantısında Atatürk’ün Altı Ok programıyla iller ve ilçeler düzleminde Sol Güçbirliği oluşturmak ve partilerin genel merkezlerini bu yoldan güçbirliğine ikna kararı almıştır.

Bu karar, 1998 yılının ilk altı ayında başarıyla uygulanmış, 28 Şubat’ta Mersin, 20 Mayıs’ta Adana, 3 Haziran’da Bursa, 26 Haziran’da Zonguldak, 9 Eylül’de Ulukışla-Niğde, 26 Eylül’de İzmir Ulusal Güçler Meclisleri (Birlikleri ) kurulmuştur. Arkasından 10 kadar il ve ilçede daha Ulusal Güçler Meclisleri’nin kuruluşu gerçekleşmiştir.

13-14 Haziran 1998 tarihinde yaptığımız Parti Meclisi toplantısında, 30 Ağustos’a kadar Türkiye nüfusunun yüzde 70’inin yaşadığı alanda Ulusal Güçler Meclisleri kurma koşullarının bulunduğu il örgütlerimizin raporlarına dayanılarak belirlenmiş ve bu hedef konmuştur. 

Sol Güçbirliği’nin hızla ilerlemesi, karşı güçleri de harekete geçirmiştir. 

28 Şubat’ın Krizi: ABD ile Gizli Mutabakat
ABD, İşçi Partisi’nin Sol Güçbirliği yoluyla bir Cumhuriyet Devrimi hükümeti yaratma seçeneğine cepheden tavır almış, hatta Türk Silahlı Kuvvetleri’ne böyle bir iktidar formülüne yeşil ışık yakacak olursa, “iç savaş çıkartma” tehdidinde dahi bulunmuştur. 28 Şubat, ya kendi hükümetini yaratacaktı veya inişe geçecekti. Bu bir kuvvet dengesi meselesidir. 

28 Şubat’ın yükseliş süreci, 1996 yılı Sonbaharı’ndan 1998 yılı yazına kadar yaklaşık bir buçuk yıl sürdü. 1998 yılı baharından itibaren ABD 28 Şubat’ı boğmak amacıyla karşı harekâta geçmiştir. Bu karşı harekât iki gücü hedef almıştır. Birincisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. İkincisi, İşçi Partisi’dir.

Mart 1998’de ABD, CHP Genel Başkanı Baykal aracılığıyla önce bir “ara rejim” tartışması başlatmış, arkasından o zamanki Başbakan Mesut Yılmaz, “Ordu’ya nifak” girişimlerinin kapısını açan ünlü çıkışını yapmıştır. Bu süreç, Temmuz 1998’de erken seçim kararıyla sonuçlanmıştır. Böylece ABD, parlamentonun ezici çoğunluğunu yanına alarak, 28 Şubat’ı boğmaya yönelik en önemli adımını atmış ve erken seçim tuzağını kurmuştur. 

Aynı tarihlerde, 1998 yılı Haziran ayında ABD ile Türkiye’nin yönetici çekirdeği arasında gizli, yasadışı bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmaya göre, Türkiye, Balkanlar’da ve Irak’ta ABD’ye uyum göstererek, bu bölgelerdeki silahlı müdahalelere kuvvet verecek, ABD’yi “rahatsız eden” siyasal faaliyette bulunduğu için İşçi Partisi’nin önü kesilecek, bunlara karşılık ABD tarafı da, ekonomik yardım musluklarını açacak, FP’nin sınırlanmasına itiraz etmeyecek ve PKK’nin askeri gücünün tasfiyesinde Türkiye’ye yardımcı olacaktı. 

Bu anlaşma, Cumhuriyet Devrimi’nin 28 Şubat atağının ABD ile göğüs göğüse gelmesinin tarihsel belgesidir. Böylece ABD cephesi, Cumhuriyet Devrimi’nin iktidar seçeneğinin partiler düzleminde gerçekleşmesine fırsat vermemiş ve Türkiye’yi erken seçime sürükleyerek tuzağa düşürmüştür. Partimiz, başından itibaren erken seçimin bu işlevini tek başına görmüş ve açıklamıştır.

İşçi Partisi’ne Operasyon
ABD ile gizli mutabakat gereği, 1998 Eylülü’nde İşçi Partisi’ne karşı operasyon başlatılmıştır. Bu operasyonun Özel Kuvvetler Komutanlığı içindeki ABD’ye bağımlı güçler tarafından yürütüldüğünü, Partimiz bütün ayrıntılarıyla açıklamıştır. Ancak, operasyona Cumhurbaşkanı, Başbakan dahil Türkiye’yi yöneten kilit mevkideki şahıslar da onay vermişlerdir. 

Operasyonun asıl amacı, Sol Güçbirliği’ni önlemektir. İşçi Partisi, bugünkü Türkiye koşullarında gerçekleşebilir biricik Cumhuriyet Devrimi hükümeti seçeneğini ürettiği için hedef alınmıştır. “ABD’yi rahatsız eden parti” diye tanımlanmasının nedeni de budur. Nitekim İşçi Partisi’ne karşı operasyon, Ulusal Güçler Meclisleri’nin baltalanmasıyla birlikte yürütülmüştür. 

Öncelikle DSP ve CHP genel başkanları, kesinlikle güçbirliği yapmamaları ve tabandan gelişen Ulusal Güçler Meclisleri’ni engellemeleri için uyarılmışlardır. Bunun üzerine Ecevit, parti örgütleri üzerinde baskı uygulayarak Ulusal Güçler Meclisleri’ne katılmalarını önlemiştir. Baykal ise, defalarca baskı yaparak en sonunda Mersin örgütünün Sol Güçbirliği’nden çekilmesini sağlamış, kurulmakta olan illerde ise CHP örgütlerinin katılmalarını önlemeye çalışmış, bazı illerde başarılı olmuştur.

Ulusal Güçler Meclisleri’nin kuruluşundaki önemli rolü nedeniyle Atatürkçü Düşünce Derneği’ne karşı “Mason darbesi” örgütlenmiş, birinci girişim başarısızlığa uğradıktan sonra, ikinci bir hamleyle ADD’de yönetim değişikliği sağlanmıştır. Nitekim yeni yönetim, ADD örgütlerinin Ulusal Güçler Meclisleri’ne katılmalarını durdurmak dışında hemen hemen hiçbir faaliyette bulunmamıştır. 

Sol Güçbirliği’ni önlemeye yönelik ABD güdümlü uygulama, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ni de hedef almıştır. Genel Merkez, en etkili dört şubenin yönetimlerini, çoğunlukla İşçi Partililerden oluştuğu gerekçesiyle feshetmiştir. 

1998 yılı Eylül ayı sonunda, İşçi Partisi’ne karşı, “PKK’ye yardım ettiği, silah ve para sağladığı, 33 erin katledilmesi için Apo’ya telkinde bulunduğu, İşçi Partisi Genel Başkanı’nın aslında PKK’nin ikinci gizli lideri olduğu” gibi uydurmalarla sahte belgeler düzenlenerek, bildiğimiz operasyona geçilmiş, Genel Başkanımız ve Genel Sekreterimiz tutuklanmıştır. İki amaçları vardı: İşçi Partisi’ni kapatmak ve psikolojik savaş yürütmek. 

Birinci amaçlarına ulaşamamış, ancak basın ve televizyonlar aracılığıyla İşçi Partisi’ne karşı kapsamlı bir yalan propagandası yürütebilmişlerdir. Bu sayede, Ulusal Güçler Meclisleri’nin inşasını durdurabilmiş, Partimizi seçime kelepçe ile sokmuş, on milyonlarca insanın kafasında İşçi Partisi’nin “PKK’ye yardım eden örgüt olduğu” kuşkusunu yaratabilmişlerdir. 

Burada önemli olan, Partimizin bir kusuru, bir dikkatsizliği, bir ihmali var mıdır sorusuna berrak bir cevap vermektir. 

İşçi Partisi, başından itibaren emperyalizme karşı Türk ve Kürdü sımsıkı birleştirmek, Türkiye’nin bütünlüğü içinde sorunu “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik”le çözmek siyasetini izlemiştir. Partimiz, Kürt sorununun çözümünde Kurtuluş Savaşı’nın anayasal değerdeki sınanmış ilke ve politikalarının uygulanması için program yapmış ve bunu ilan etmiştir. Bu program ve politika doğrudur.

İşçi Partisi, Kürt sorununda daima emperyalist müdahalenin kırılmasına öncelik vermiş, Kürt halk kitlelerinin Kemalist Devrim’i tamamlama programına kazanılması için çaba göstermiştir.

Yine Partimiz, Körfez Savaşı’yla birlikte “PKK’nin Batılılaştırılması” operasyonunu belirlemiş, bu örgütün Batı’nın Yeni Sevr senaryosunda rol almaya yöneldiğini görmüş ve bunu mahkûm eden politikalar izlemiştir. Emperyalist devletler, 1989 yılında düzenledikleri Paris Konferansı’nın dışında bıraktıkları PKK’yi, Körfez Savaşı’ndan sonra bütün Kürt konferanslarında baş role getirmişlerdir. 

İşçi Partisi, Körfez Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin sosyalist parti ve örgütleri arasında PKK’ye açık ve kesin tavır alan tek örgüttür. ABD, Sosyalist Sol’u Kemalistlerden koparan ve Batıcı Kürt milliyetçiliğiyle birleştiren bütün siyasetlerin önünü açmış, “Gökkuşağı projesi” gibi Sol’a yalnızca muhalefet rolü biçen formülleri desteklemiştir. Washington’un biricik kaygısı, DSP, CHP ve İşçi Partisi arasında iktidar amaçlı bir Sol Güçbirliği’nin gerçekleşmesiydi. Çünkü o zaman 28 Şubat hükümetine kavuşur ve Türkiye yeniden Kemalist Devrim rayına oturma şansını elde ederdi. 

Bizim siyasal bir hatamız veya yanlış hesabımız olmadığına göre, ABD güdümlü operasyondan devrimci dersler çıkarmak, biricik doğru tavırdır. 

Birincisi, bu operasyon Partimizin tahlilini doğrulamıştır. Ulusal devleti yıkma, ulusal ekonomiyi çökertme amacına ulaşmak için, emperyalizmin öncelikle en ulusal partiye saldırması doğaldır. 

İkincisi, ABD gibi bir süper devleti “rahatsız eden parti” olmak, bizim özgüvenimizi güçlendirmiştir. 

Üçüncüsü, kazandığımız deneyimi değerlendirip yeni baskıları göğüslemeye hazır olmalıyız.

Partimiz, uygulanan tertibe karşı başarılı bir mücadele yürütmüş, tertibi açığa çıkarmıştır. Ancak, bir “Devlet operasyonu” olan bu uygulamayı medya, büyük bir titizlikle gizlemiştir. Bundan da dördüncü bir ders çıkarmak gerekir: İşçi sınıfının devrimci partisi, sistemle cephe cepheye geldiği bu gibi koşullarda, olabildiğince güçlü haberleşme araçlarına sahip olmak ve bunların yaygın dağıtımını örgütlemek zorundadır. 

19 Nisan’a Göre Seçim Politikası
İşçi Partisi, Türkiye ile Küçük Amerika arasındaki çelişmelerin keskinleştiği koşullarda, Sol’da baskı ve operasyonlarla karşılaşan tek parti olarak seçimlere girdi. Seçimde, “Türkiye’ye sahip çık” sloganıyla Yeni Dünya Düzeni’ne karşı ulusal devleti savunduk. 

Partimiz’in seçim politikası, 18 Nisan’ı değil, 19 Nisan’ı düşünerek belirlenmişti. Erken seçimin Türkiye’ye tuzak olduğunu daha 1998 baharında halkımıza açıkladık. Ancak ülkemizin bu tuzağa düşürülmesini önleyemedik. Milli Güvenlik Kurulu’nun da erken seçime karşı olduğu biliniyordu. Ne var ki, bu kurum da, ABD’den gelen baskı ve tehditler karşısında, seçime bir ay kala tutumunu değiştirdi.

O koşullarda, İşçi Partisi için tek seçenek kalmıştı: Tuzaktan çıkışın politikasını işlemek, başka deyişle 19 Nisan sonrasına hazırlanmak. 

Tuzak, Cumhuriyet Devrimi hükümetini önlemek için kurulmuştu. Bu durumda tuzaktan çıkış da yine Cumhuriyet Devrimi güçlerini birleştirmekle mümkündü. 
Bizim iktidar seçeneğimiz, gerçekleşebilir bir formüldü. Her parti iktidar olmak ister. Partimiz, DSP ve CHP’ye, onları iktidar yapacak bir çözüm önerdi. Ne var ki, Sağcı partilerle pek kolay hükümet kuran bu partiler, Solda güçbirliğini kabul etmediler.

Seçimler, bizim hesabımızın doğru olduğunu göstermiştir. Gerçekten de DSP- CHP-İP güçbirliği, tek başına iktidar oluyordu. DSP ve CHP bu çözümden kaçınmakla ne elde etmişlerdir? CHP, bırakalım iktidarı, parlamentonun da dışına düşmüştür. DSP ise MHP ve ANAP ile koalisyon yaparak, kendi ayağıyla çıkmaza girmiştir. 
Seçimler, İşçi Partisi’nin Sol Güçbirliği-Sol İktidar politikasının doğruluğunu kanıtlamıştır. Ama daha önemlisi, seçimler, bundan sonrası için de biricik çıkış yolunun yine Sol Güçbirliği olduğunu göstermiştir.

Seçim Sonuçları Üzerine Değerlendirme
Arkada kalan dönemde ulusal çapta önemli roller oynamış, 28 Şubat sürecinin politika ve program planında önderliğini yapmış bir partinin hem de ülkemizin en değerli aydınları ve uzmanlarıyla birleştikten sonra düşük oy alması, şaşırtıcıdır. Başarısızlığımızı görüyor ve açıkça saptıyoruz. 

Bu olumsuz sonucun öncelikle nesnel nedenleri vardır. 18 Nisan 1999 erken seçimleri ABD dayatmasıyla, ABD’nin belirlediği bir süreçte, ABD’nin kurduğu kapanda yapılmıştır.

Seçim, Abdullah Öcalan’ın ABD kontrolünde diyar diyar gezdirildiği ve paketlenerek teslim edildiği bir ortamda, milli düşmanlıkların kışkırtıldığı koşullarda gerçekleşti.

Erken seçim kararından iki ay sonra, Eylül 1998’de İşçi Partisi’ne karşı operasyon başlatılmış, genel başkan ve genel sekreter hapse atılmış, sahte belgeler imal edilerek İşçi Partisi’nin PKK’ye silah ve para yardımı yaptığı propagandası yürütülmüştür. İşçi Partisi’nin oyları söz yerindeyse bu operasyonla boğulmuştur. Böylece Partimiz ABD saldırısının ilk hedefi olmanın bedelini seçim planında da ödemiştir.

Bu durumda, siyasal çizgimizi ve mücadelemizi masaya yatırarak, “ne yapsaydık veya neyi yapmasaydık daha büyük oranda oy alırdık?” sorusu, bizi devrimci olmayan sonuçlara götürmektedir: ABD’nin hedefi olmasaydık, bir devlet operasyonuyla karşılaşmasaydık, çok daha büyük oylar alırdık. Özellikle bize açık tutulan ABD ile anlaşma kapısından girseydik, olağanüstü sayıda oy kazanırdık.

Öte yandan İşçi Partisi’nin Sol Güçbirliği propagandası, DSP oylarını yükseltmiştir. Sol Güçbirliği’nin gerçekleşmediğini gören sol seçmen, güçbirliğini DSP’ye yüklenerek gerçekleştirmeyi yeğlemiştir. 

Bu duruma bakarak, seçim kampanyasında Sol Güçbirliği temasını zararlı gören arkadaşlarımız vardır. Ne var ki, Parti’nin büyümesinin ve oyunu artırmasının yolu da stratejik olarak, Sol Güçbirliği’nden geçmektedir.

Sol Güçbirliği halkın çözümüydü. Biz bu çözüme mecburduk. Seçimlerde önümüze koyduğumuz soru, sadece en çok oyu nasıl alırız sorusu değil; Türkiye halkının iktidar yolunu nasıl açarız ve bu yolu açarken en çok oyu nasıl alırız sorusuydu. Partimiz şundan emin olmalıdır: Halka bağlılığın ürünleri alınacaktır; oy olarak da alınacaktır. 

Seçimleri değerlendirirken yüzde 10 barajı gibi değiştiremeyeceğimiz etkenler üzerinde durmuyoruz. Ancak şunu bilmeliyiz: Bu baraj, seçmeni etkilediği, devrimci partilerin oylarını düzen partilerine akıttığı için konmuştur. Baraj, üç seçimdir işlevini görüyor. Baraj olmasa, Partimiz, 1965 seçiminde TİP’in aldığı yüzde 2.7 oranını aşacak bir oy potansiyeline sahiptir. 

Yalnız oylara bakarsak aldanırız. İşçi Partisi bu seçimden önemli kazançlarla çıkmıştır.

Bir: Sol Güçbirliği’nde Türkiye’nin en seçkin aydınları ve uzmanlarıyla birleştik. 27 Mayıs, Köy Enstitüleri, 1968 devrimci kuşağı, Türkiye’nin temel sorunlarına çözüm getiren, ülkenin en değerli kadroları ve uzmanları İşçi Partisi listelerinde biraraya gelmiştir. Böylece ilerde kurulacak Cumhuriyet Devrimi hükümetine çok önemli katkıda bulunacak çekirdek bir kadro kurulmuştur. 

İki: Sol Güçbirliği projesi on milyonlarca emekçiye ve aydına ulaştırılmıştır.

Üç: ABD’nin Türkiye’ye kriz bölgelerine müdahale gücü misyonunu dayattığı, geniş halk yığınlarına duyurulmuştur.

II. ABD TUZAĞINDAKİ TÜRKİYE

Süper NATO’nun Tetikçisi İktidar Ortağı
Türkiye, seçim sabahı, Partimiz’in önceden belirlediği gibi, gözlerini ABD tuzağında açmıştır. Ecevit, Batı’nın dayatmalarına boyun eğmiştir. Geçmiş dönemde ABD’nin Türkiye’yi istikrarsızlaştırma operasyonunda tetikçi rolü verilen örgütlenme, iktidarın ikinci büyük ortağı yapılmıştır. Mafya-tarikat-gladyo rejimi, tetikçilerini en yüksek iktidar koltuklarına oturtma noktasına gelmiştir. Süper NATO da denen Kontrgerillanın yan örgütlenmesi, artık bir yan örgütlenme değil, fakat doğrudan doğruya iktidarın baş ortaklarından biridir. Küçük Amerika kuvvetlerinin Cumhuriyet Devrimi’nin yükselişi karşısında sarıldıkları çözüm bu olmuştur. 

Türkiye Avrupa Kapısında Parçalanıyor
19 Nisan’dan bu yana yaşadığımız gelişmeler, erken seçimin ABD takvimine göre yapıldığını gösteriyor. Yeni NATO Konsepti, AGİT, ABD ile 19 Kasım 1999 günü yapılan gizli Güvenlik Anlaşması, yine ABD ile Ticaret ve Yatırım Anlaşması ve Avrupa Birliği’ne aday üyelik, birbirini izledi.
Hükümet, ilk iş olarak, 25 Nisan 1999 tarihinde Nato’nun Yeni Konsepti’ni kabul etti. NATO, yeni kavramıyla Amerika’nın dünya jandarmalığını meşrulaştırmakta, Türkiye’yi ABD’nin müdahale gücü olarak kriz bölgelerine sürmekte, “insan ve azınlık hakları, ülke bütünlüğü kavramından daha önemlidir” diyerek, ulusal devletleri yıkmayı amaçlayan emperyalist müdahalelerin gerekçelerini hazırlamaktadır. 

Bu sürecin devamı olarak, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) İstanbul Zirvesi’nin sürdüğü günlerde, ABD ve Türkiye, savunma, güvenlik, enerji, ekonomik ilişkiler ile terör ve organize suçlara karşı stratejik işbirliği konularında bir dizi ikili anlaşma imzalamıştır. Bu kapsamda, 19 Kasım 1999 günü hükümet adına Dışişleri Bakanlığı tarafından imzalanan gizli Güvenlik Anlaşması, hem Türkiye’nin, hem de Partimizin geleceğini ilgilendiren hükümler içermektedir. Partimiz tarafından kamuoyuna açıklanan ancak basının sansür ettiği gizli Güvenlik Anlaşması’na göre, 

- Türkiye, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da yeni yükümlülükler üstleniyor. Bunlar Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Rusya, İran, Suriye ve Çin ile karşı karşıya getirebilecek boyutlar taşıyor. 

- Bakü-Ceyhan Boru hattının geçeceği ülkelerde ortak bir güvenlik kuvveti kuruluyor.

- Bakü-Ceyhan’a imza atan ülkeler, Rusya ve İran’ın Hazar Denizi’nde çıkarı olan diğer komşu ülkelerle birlikte anlaşmayı bozacak girişimlerde bulunması halinde, askerî yaptırımlar dahil her alanda ortak uygulamalara girişmeleri öngörülüyor.
-
Gizli anlaşma için yapılan görüşmelerde ABD tarafından Türkiye’ye dayatılan program, yine Partimiz tarafından açıklanmıştır. Önümüzdeki dönemin gündemini belirleyecek dayatmalar beş maddede toplanabilir:

1. 28 Şubat süreci bitirilecek.

2. Türk Silahlı Kuvvetleri “Süper Ordu” adı altında, bölgesel polis gücüne dönüştürülecek, ABD’nin deyişiyle “pentagonlaştırılacak”, Ordu’nun genel karargahı Konya’ya taşınacak. Uluslararası işlevlerle bir “Operasyon Merkezi” kurulacak. Türk Ordusu burada görev üstlenecek.

3. Yarı başkanlık sistemine geçilecek.

4. Ilımlı İslama iktidar ortaklığı yolu açılacak. 

5. PKK kontrol altında siyasallaştırılacak ve askerî gücü korunarak Kuzey Irak’taki kukla devletin ortağı haline getirilecek.

6. Ulusal devletin ve ulusal ordunun tasfiyesi programına direnen güçler etkisiz kılınacak.

Yine AGİT Doruğu sırasında ABD ile imzalanan Ticaret ve Yatırım Anlaşması ise, 7 Aralık 1999 günü TBMM tarafından beş dakikada onaylanmıştır. Bu bir sömürge anlaşmasıdır. MAI yasalaştırılmakta, Tahkim kabul edilmekte, bağımsız yargı tarihe karışmaktadır.

Ve en son 10 Aralık 1999 günü Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üyeliği, Bakanlar Konseyi tarafından kabul edilmiştir. Türkiye yönetimi, böylece Avrupa kapısına bağlanmıştır; ne içeri girebilir, ne de uzaklaşabilir; ABD tarafından Avrupa kapısında denetim altına alınmıştır. 

Karşılaştığımız tehdidin Yeni Sevr anlamına geldiğini, İngiliz Dışişleri bakanı Robin Cook, 12 Aralık günlü açıklamasında bütün çıplaklığıyla sergilemiştir. İngiliz Bakan, Türkiye’nin Ilısu barajını inşa etmesinin “Kürdistan’ın özerkliğine aykırı” olduğunu ileri sürmektedir. 

Türkiye, Avrupa kapısında parçalanmaktadır. Açıkça saptamak şarttır, tehdit Batı’dan gelmektedir. 

Batı’nın Kıbrıs ve Ege’den Sıkıştırıp 
Doğu’da Teslim Alma Politikası
İktidar sahipleri, Avrupa aday üyeliği uğruna Kıbrıs ve Ege’de teslim bayrağını çekmişlerdir. ABD ve Avrupa, Türkiye’ye Batı’dan bastırıp Doğu’da teslim alma politikası izliyor. Kıbrıs ve Ege üzerinden yapılan baskı, en sonunda Fırat ve Dicle’nin denetimini ele geçirmek içindir. Kıbrıs’ın bir ABD üssüne dönüştürülmesi, Kuzey Irak’taki kukla devleti ve arkasından Türkiye’nin bölünmesini güncel bir tehdit haline getirecektir.

400 bin nüfuslu Kıbrıs, yapay bir devlettir. 1960’larda, iki süper devlet arasındaki denge koşullarında, Kıbrıs’ta egemen bir devletin yaşaması mümkündü. Kıbrıs, 1960’larda Üçüncü Dünya bloku içinde yer alıyordu. 

Bugün bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs artık mümkün değildir. Emperyalistler, Türkler’le Rumların birlikte yaşama koşullarını dinamitlemişlerdir. Kıbrıs’ın iki halkı, elli yıllık facialardan sonra, kaderlerini ayrı ayrı belirlemek noktasına getirilmişlerdir. Daha vahimi, ABD, Kıbrıs’ı birleştirme planı altında, bütün adayı Ortadoğu ve Orta Asya’ya yönelik bir sıçrama tahtası haline getirmek peşindedir. Bu projeyi bozmanın yolu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye katılmasından geçiyor. 

Ekonomide Mehmetçiğin Kanını 
Pazarlama Aşaması
Kemalist Devrimle inşa edilen ulusal ekonomi, arkada kalan elli yılı aşan dönemde, dünya sermayesinin iki saldırı dalgasıyla karşılaştı. Birinci saldırı dalgası, İkinci Dünya Savaşı yıllarından sonra geldi; ne var ki, ulusal ekonominin temellerini çökertemedi. 12 Eylül 1980’den sonra yaşadığımız dünya piyasasıyla bütünleşme süreci ise, ulusal piyasayı yıkıma uğratan sonuçlar doğurmaktadır. Tarım ürünlerini işleyen sanayi ve iç piyasadaki ticaret bile yabancı sermayenin eline geçmektedir. Yoğurt, süt, deterjan firmaları bile yabancılaşmaktadır. Cumhurbaşkanı ve başbakanların işlevi, yabancı hipermarket ve süpermarketlerin kurdelalarını kesmeye indirgeniyor. Köydeki amcamızın ürettiği sütü ve yoğurdu, yabancı firmadan alıyoruz. Sömürgeleşme sürecinin olguları, artık günlük hayatımıza girmektedir. Türkiye, enerji alanında kurulu gücü, tüketiminin çok üzerinde olmasına rağmen, nükleer santral tuzaklarına düşürülmektedir. İktidar sahipleri, ülkemizi nükleer atık çöplüğü yapacak kadar haince uygulamaların içine yuvarlanmaktadır.

Emperyalizme bağımlı, anarşik ekonomik gidiş, felâket boyutlarına varmaktadır. Gözüdönmüş özel kâr sistemi, Türkiye sanayisinin ağırlığını ve rafinerileri fay hatları üzerinde kurmuş, donanmayı Gölcük’e kilitlemiştir. Sistem, depremin altında kalmıştır. Diğer etkenler bir yana, tek başına deprem gerçeği bile Türkiye’nin planlı kamu ekonomisine mecbur olduğunu kanıtlamıştır. 

Irak’a uygulanan ambargonun yıkıcı etkilerinin de katkısıyla Küçük Amerika ekonomisi, “Üç satış” aşamasına gelmiştir. 

Birinci satış, vücudun satılmasıdır; yani, kamu ekonomisinin özelleştirme yoluyla yabancı ve işbirlikçi sermayeye, daha doğrusu mafyaya devredilmesi, ekonominin ulusal ekseninin yok edilmesidir.

İkinci satış, eroin satışıdır. Irak’a ambargodan sonra, dış ödemedeki büyük açık, eroinle kapatılmıştır. Böylece ekonomi, bir de eroin üzerinden ABD emperyalizmine bağımlı hale getirilmiştir. 

Üçüncü satış, kan satışıdır. Artık vücut ve eroin satışıyla da kendini sürdürme olanağı bulamayan, faiz borçlarını bile ödeme yeteneğini kaybeden ekonominin, Mehmetçiğin kanı pazarlanarak sürdürülmesi aşamasına gelinmiştir.

Türkiye’ye dayatılan “Kriz bölgelerine müdahale gücü” rolü, 105 milyar dış borç ve 40 milyar dolar iç borcun (aslında o da dış borç) sonucudur. Dünya sermayesinin acentası durumunda olan ve mafyalaşan büyük sermaye, vurgun düzenini sürdürebilmek için, Mehmetçiğin kanını satmak durumundadır. Siyaset dünyamızın yeni siması Çevik Bir, Türkiye’ye yüklenmek istenen bu görevi, “Batı için güvenlik üretimi” kavramıyla tanımlamaktadır. 

Bu koşullarda, ulusal sanayinin, tarımın, SSK’ların ve diğer toplumsal kurumların ayakta kalması için yürütülecek mücadele, belirleyici önemdedir. Cumhuriyet ekonomisinin son mevzilerinde kurulacak barikat, ulusal ekonominin yeniden inşası için bir dayanak yaratacaktır. 

Türkiye ekonomisinin yeniden, tarımı canlandıran, emekçinin alım gücünü yükselterek iç pazarı ve ulusal sanayiyi destekleyen, mafya ve rant kaynaklarını kamu kaynaklarına dönüştüren, iç borçları erteleyerek bin büyük tefecinin asalaklığına son veren, büyük zenginlerden vergi alabilen, kamu ağırlıklı ve planlı bir çizgiye girmesi kaçınılmazdır.

Küçük İrticanın Büyük İrtica ile Buluşması
ABD emperyalizmi, hedefine ulaşabilmek için, Türkiye insanının bilincinde ulusal devlet geleneğini ve aydınlanmayı besleyen bütün kültürel değerleri yıkıma uğratmaktadır. İdeolojik ve kültürel küreselleşme, merkezlerde kozmopolitizmin, kenarlarda ise ılımlı İslam’ın pompalanmasıyla yürütülüyor. 

Özetle küçük irtica, büyük irtica ile buluşmaktadır. Şeriatçı akım, arkada kalan yıllarda “Batı taklitçiliğini” sözümona eleştirerek tarihsel konumunu maskeleyebilmişti. Batı yanlısı sahte laikler ise, ABD ve Avrupa’nın irticaya karşı oldukları masalını yayıyorlardı. Artık taşlar yerine oturmuştur. Bütün güçler, tarihsel saflaşmanın belirlediği cephedeki yerlerini almışlardır. Türkiye’nin irtica kuvvetleri, her zamanki gibi dünya gericiliğinin merkezi olan ABD’ye sarılmışlardır. Şeriatçılığı savunan örgüt ve tarikatların hepsi, Avrupa Birliği’nden “özgürlük” isteyen cephede, mafyalaşan kozmopolit sermaye ile el eledir. Şeriatçılık ve “Clinton Atatürkçülüğü”, dinler arası uzlaşma çağı olarak ilan edilen 2000’lere birlikte girmiştir. 

Devrimci Eğitim, Aydınlanma ve 
Sanat Seferberliği
Türkiye’nin ulusal güçleri, dünya sermayesinin merkezlerinden gelen bu kültürel saldırıya ulusal demokratik kültürü canlandırarak, bütün halkın yeniden eğitimini amaçlayan kapsamda bir Devrimci Eğitim ve Aydınlanma seferberliğiyle karşı koyabilir. 

Emperyalizm, ulusal dilimiz olan Türkçe’yi adım adım esirleştirmektedir. Partimiz, eğitim, kültür ve ekonomi alanlarında, yabancı dil hegemonyasına ve Türkçenin yozlaştırılmasına karşı, dilimizi yetkin bir kültür ve bilim dili olarak geliştirmek amacıyla özel bir mücadele örgütleyecektir. Türkçe’nin kurtuluşu, Türkiye’nin kurtuluşundadır. 

Türkiye sosyalist hareketi, çağdaş ulusal kültürün en verimli ve en yaratıcı dinamiğini oluşturmuştur. Türkiye’nin en yetkin şair, romancı, tiyatrocu, sinemacı, ressam ve müzisyenleri, her daldaki sanatçıları arasında, sosyalistlerin yeri eşsizdir. Bilimsel Sosyalizmi kılavuz kabul eden sanatçılarımız, Cumhuriyet döneminin devrimci kültürünün yaratılmasında ve insanımızın devrimci dönüşümünde olağanüstü bir rol oynamışlardır. Böyle büyük bir kültür ve sanat geleneğinin mirasçısı olan Partimiz, önümüzdeki dönem, Türkiye’nin devrimci sanatçısıyla birleşmek ve devrimci sanatın önünü açmak için özel bir çaba içine girecektir. Emperyalist ideolojik saldırıya karşı, halkımızın sanatla ve kültürle direnişinde, Partimiz üzerine düşen görevi yerine getirecektir. 

28 Şubat’ı “Bin Yıl Sürdürme” Kararlılığı
Amerikancı şer cephesi ile Cumhuriyet Devrimi cephesi arasındaki mücadele karşılıklı ataklarla sürmektedir. Milli Güvenlik Kurulu’nun 23 Haziran 1999 kararlarıyla birlikte, 28 Şubat’ı sürdürme yönünde yeni bir atağın başladığını saptadık. Genelkurmay Başkanı’nın en son 3 Eylül 1999 günü, “28 Şubat’ı bin yıl sürdürme” kararlılığını açıklaması, bu atağın bir parçası olarak değerlendirilmiştir.

Partimiz, 28 Şubat sürecinde, Fethullahçılığın tehdit kapsamına alınmış olmasını, belirleyici önemde görmüştü. Çünkü Fethullahçılık, doğrudan doğruya Washington’a bağlıdır, oradan yönetilmektedir ve Amerikan emperyalizminin bölgeye yönelik stratejisinin vazgeçilmez araçlarından biridir. Fethullahçılığı hedef alan kuvvet, sadece Ortaçağ’la değil, aynı zamanda ABD’yle hesaplaşma, yani Kemalist Devrim çizgisine girmiş demektir. 28 Şubat, böyle bir programla yola çıktığı içindir ki, ABD ve işbirlikçileriyle karşı karşıya geldi. 

Milli Güvenlik Kurulu, 23 Haziran 1999 günlü toplantısında, hükümetten, irticaya karşı mücadelede “şimdiye kadar alınan tedbirlerin stratejik bağlamda, daha da genişletilerek, hiçbir taviz verilmeden uygulanması”nı istemiştir. Ayrıca doğrudan doğruya Fethullahçılığa vurgu yapılmış ve ABD ile bağlantısı resmen saptanmıştır. Ne var ki, Fethullahçı örgütlenme, DSP-MHP-ANAP iktidarının koruması altındadır.

Yol Ağzındaki Pat Durumu ve İkili İktidar
İşçi Partisi dışındaki Sol partilerin Kemalist Devrim’e sahip çıkmayışı, Sol Güçbirliği’ne yan çizmeleri, özetle Cumhuriyet Devrimi iktidarının kurulamayışı, 28 Şubat’ın sınırlarını belirledi. 28 Şubat, bir tür Üçüncü Meşrutiyet rolü oynadı; işbirlikçi iktidarı sınırladı, fakat kendi iktidarını kuramadı. Kendisine “Kemalist” diyen bazı güçler bile, mücadelenin sorumluluğunu ya Ordu’ya havale etmekte, ya da harekete geçmek için başarının garanti edilmesini beklemektedir. Daha önemlisi, ABD’nin 18 Nisan tuzağında oluşturduğu Parlamento, adeta bir bütün olarak 28 Şubat’ın karşısına dikilmektedir.

Bu koşullarda Türkiye’nin önünde yalnız program düzleminde değil, aynı zamanda toplumsal pratik düzleminde iki yol bulunuyor. Birinci yol, elli yıllık “Küçük Amerika” sürecinin tamamlanarak “İkinci Cumhuriyet”in kurulmasıdır. İkinci yol ise, 28 Şubat’ın hükümetine kavuşturulması ve derinleştirilmesi; başka deyişle Kemalist Devrim’in tamamlanmasıdır.

Elli yıllık yıkımdan sonra artık korunacak bir Cumhuriyetimiz değil, kazanılacak bir Cumhuriyetimiz vardır. Küçük Amerika rejimini yıkmaksızın, Türkiye’yi yeniden Cumhuriyet Devrimi rotasına oturtma olanağı yoktur. Devrimciliğin bugünkü içeriği, varolan rejime bekçilik değil, Türkiye’yi yeniden kurmaktır.

Şu anda durum, ABD güdümlü mafya-gladyo-tarikat rejimi ile Cumhuriyet Devrimi güçlerinin, birbirleri üzerinde kesin zafer kazanamadığı pat hali olarak nitelenebilir. Bir seçenek diğerini kesinlikle bertaraf edebilmiş, kalıcı üstünlük sağlayabilmiş değildir. Bunun anlamı, kesin hesaplaşma ülkemizin önündedir.

Bu hesaplaşma sürecinde, 28 Şubat’tan beri ikili iktidar durumunun ortaya çıktığı, bütün önemli olaylarda gözükmektedir. Hakim durumda olan elli yıllık “Küçük Amerika” iktidarıdır. Kemalist Devrim’den kalan mevzilerde oluşan Cumhuriyet iktidarı ise, ulusal devletin yıkılmasına direnmektedir. Bu çelişme, dünya ölçeğinde, ezenler ile ezilenler (Kuzey ile Güney) arasındaki baş çelişme temeline oturmaktadır.

Çözüm: Cumhuriyet Devrimi İktidarı
Türkiye’nin Kemalist Devrim rotasında mı, yoksa “İkinci Cumhuriyet” yönünde mi değişeceğini, Türkiye’nin ulusal güçleri ile ABD emperyalizmi arasındaki çelişmeler ve güç ilişkileri belirleyecektir. Mücadele zigzaklıdır ve Cumhuriyet Devrimi’nin önünde büyük zorluklar olduğu kesindir. İşçi Partisi’ni kitle hareketinin önder mevzilerine yerleştirmek, bu mücadele içinde büyütmek, 28 Şubat sürecini ilerletmenin de anahtarıdır. 
Önümüzdeki dönemde, bir Cumhuriyet Devrimi Hükümeti kurulması olanağı vardır. 28 Şubat’la başlayan şüreç bu olanağın somut kanıtların ortaya koymaktadır. 

İşçi Partisi, bir ay önce, 17 Kasım 1999 günü 1. Olağanüstü Genel Kongresi’ni toplayarak, “Cumhuriyet Devrimi İktidarı Projesi”ni oybirliğiyle kabul etmiştir. Bu proje özlü bir tahlile dayanmakta ve önümüze Üç Birlik’in inşa edilmesi görevini koymaktadır: Kemalist-Sosyalist ittifakı, Türk-Kürt birliği ve Halk-Ordu birliği.

Partimiz, mafya-gladyo-tarikat güçlerinin başkanlık ve yarı-başkanlık rejimi girişimlerine karşı, 1921-1924-1961 Anayasaları çizgisinde yeni bir Anayasa önermektedir.

Cumhuriyet Devrimi İktidar Projesi’nin 25. maddesi, devrimci bir demokrasinin kurulmasını öngörüyor. Sol, haklı olarak hep özgürlük vurgusu yapmıştır. Ancak emekçinin ve halkın özgürleşmesi, emperyalizme ve gericiliğe karşı otorite uygulayacak devrimci bir rejimi zorunlu kılar. 

Türkiye halkının devrimci cumhuriyetini yeniden kurma mücadelesi, emperyalizmin ve mafya-gladyo-tarikat güçlerinin şiddet dahil her türlü baskı ve tertibiyle karşı karşıyadır. Emperyalizm, bütün dış ve iç tehdit unsurlarını harekete geçireceğini göstermektedir. Bu girişimlere, Devrimci Cumhuriyet’in yasaları ve disiplini kararlılıkla uygulanacaktır. 

III. KEMALİST-SOSYALİST BİRLİĞİ

Stratejik Devrimci İttifak
Cumhuriyet Devrimi iktidarı, sınıfsal planda, işçi sınıfının, köylülüğün, halk aydınlarının ve kafa emekçilerinin, esnaf ve zenaatkârın, ulusal sermaye sahiplerinin ortak iktidarıdır; siyasal planda ise, Kemalist-Sosyalist ittifakının iktidarıdır. Bu nedenle Cumhuriyet Devrimi Hükümeti bütün ulusal güçleri kucaklamakla birlikte, Kemalist-Sosyalist ittifakı ekseninde oluşturulacaktır. 
Kemalist-Sosyalist ittifakının kuvvetleri, bugün çeşitli siyasal partilerin tabanında toplanmış bulunuyor. Bu nedenle bu partileri Atatürk’ün Altı Ok programı temelinde iktidar amaçlı bir güçbirliğinde bir araya getirme politikamız, uzun sürelidir, stratejik-devrimci bir politikadır.

Programda İttifak
Kemalist-Sosyalist ittifakı, ulusal devrimcilik ile emekçi sınıflar devrimciliği arasındaki ittifaktır; bu açıdan çağımızın ittifakıdır. 
Kemalistler ve sosyalistler ideolojik düzlemde değil, programda ittifak yapacaklardır. İttifakın zemini, dünyanın nasıl yorumlanacağı değil, ne yapılacağıdır. Bununla birlikte onları birleştiren bir ideolojik zemin de vardır. Bilimin kılavuzluğu, bu ideolojik zemini tanımlar. “Hayatta en hakiki yol gösterici, bilimdir.” 

Türkiye’nin arkada kalan 150 yıllık milli demokratik devrim deneyimleri içinde billurlaşan Altı Ok, ortak programın genel yönelişlerini özetlemektedir.

Altı Ok’un ulusal kaynağı, Türkiye halkının devrimci pratiğidir. Uluslararası kaynakları, büyük Fransız Devrimi ve Sovyet Devrimi’dir. Bu program, demokratik devrimlerin ulusal devlet ve özgürlük ilkeleriyle, emekçi devrimlerinin halkçılık ve devletçiliğini birleştirmiştir. Bu sentez, çağımızın ezilen ülkelerinin önündeki sorunları devrimle çözme ihtiyacına cevap vermektedir. Bu açıdan Altı Ok, önümüzdeki nesnel programdır. 

Altı Ok, Türkiye’mizin yalnız devrimci stratejik ihtiyacına değil, güncel ihtiyaçlarına da çözüm getirecek değerdedir. Özelleştirmeye direnen işçi sınıfı, köylülük ve kamu çalışanları; yeni Sevr tehditlerine karşı bütün Türkiye halkı; bilimsel ve çağdaş bir eğitim isteyen gençlik; Ortaçağ ilişkilerinden, tarikatlardan, şeyhlikten ve ağalıktan kurtulmak isteyen halk kitleleri; mafyalaşmanın bunalttığı esnaf, zanaatkâr ve ulusal sanayici; bölgelerarası ekonomik dengelerin kurulmasını isteyen yoksul bölgeler halkı; yürüttüğü mücadelelerde Altı Ok’a sarılmak durumundadır. 

Altı Ok’un Devrimci Pratik Değeri
Altı Ok, Türkiye’nin 150 yıllık devrimci pratiğinde ülke gerçeğine dayandığını kanıtlamıştır. 

Altı Ok,
Halk sınıflarını birleştirir.
Kemalistler ile sosyalistleri birleştirir. 
Kemalist-Sosyalist ittifakıyla halkı birleştirir.
Halk ile Ordu’yu birleştirir.
Küçük Amerika güçlerine karşı psikolojik üstünlük sağlar.
Tarihsel somutluğu nedeniyle üzerinde anlaşılması ve yorumlanması kolaydır.

Altı Ok, halkı devrimcileştirecek programdır. Öncü parti halkın dışında devrimci kalamaz; halkı ne kadar devrimcileştirirse, o kadar devrimci olabilir. O nedenle Altı Ok, Partimizi de devrimcileştiren programdır. 

IV. TÜRK-KÜRT BİRLİĞİ

Kuzey Irak’taki Sakarya
Kürt sorunu, Türkiye açısından özellikle Körfez Savaşı’ndan sonra Batı’dan gelen tehdide direnme sorunu haline gelmiştir. Batı, burada birleşik değildir; kendi içinde ABD ve Avrupa’ya bölünmüştür. Batı’nın iki büyük gücü arasında keskinleşen rekabet, Türkiye açısından dolaylı kuvvet potansiyelini de içermektedir. 

Kuzey Irak’ta ABD denetiminde kukla bir devlet fiilen kurulmuştur. Artık gündemde bu devletin yasallaştırılması ve Türkiye’ye kabul ettirilmesi bulunuyor. Türkiye’nin Amerikancı iktidar sahipleri, “Yugoslavya gibi olmamak için biricik çarenin ABD’yle işbirliği” olduğunu savunmaktadırlar. O zaman büyük müttefikin bizi bölmeyeceğini öne sürüyorlar. Bu gerekçe, Vahdettin ve Damat Ferit Paşa’nın İngiltere’ye teslimiyetlerini açıklayan gerekçeleriyle aynıdır. Ödenen bedel de aynıdır. 

ABD, bir süper devlettir; dünya ölçeğinde amaçları vardır. Kuzey Irak’ta kukla devletin kurulması, Yeni Dünya Düzeni’nin gerçekleşmesinde kilit öneme sahiptir. Bu sayede ABD, Ortadoğu petrolleri yanında, Hazar petrolleri ve doğalgazının büyük denizlere taşınması yollarını denetleyecek ve dünya ölçeğinde rekâbetin odağı olan Orta Asya’da üstünlük için bir sıçrama tahtası elde edecektir. Bu nedenle ABD’nin Türkiye’nin hatırı için kukla devlet projesinden vazgeçmesi mümkün değildir. Dahası ABD, Kuzey Irak’ın ötesinde Tiflis ile İskenderun arasına bir hat çekmekte ve bu hattın doğusunu kendi üssü olarak görmektedir. 

Öte yandan Türkiye’yi parçalama tehdidi, Türkiye’yi teslim almanın bir aracı olarak da kullanılıyor. Teslim olan veya parçalanmış bir Türkiye, ABD’nin dayattığı seçeneklerdir. 

Ulus devletin ve Cumhuriyet Devrimi’nin savunulmasında, Kuzey Irak, bir bakıma Sakarya Savaşı önemini kazanmıştır. O nedenle önümüzdeki döneme, büyük devletlerin iç tehdit unsurlarını harekete geçirme olanaklarını daraltarak girmemiz şarttır. Ayrılıkçı örgütlenmeler, büyük devletler tarafından kullanıldıkları ve desteklendikleri ölçüde tehdit oluştururlar. 
Bu koşullarda, bağımsızlık ve bütünlük için, milletin bütün kaynaklarını seferber etmek; Türk ve Kürt “tekmil milleti” birleştirmek ve kardeşliği pekiştirmek; acil görevdir. 

PKK’nin Yeniden Kanıtladığı Dersler
PKK, Körfez Savaşı’ndan sonra Batılı emperyalistlerin bölgedeki yeni düzenlemeleriyle bütünleşen bir çizgiye girmiştir. ABD ve Avrupa, bir yandan işbirlikçi hakim güçler üzerinden, bir yandan da PKK üzerinden, Kürt sorununu koz olarak kullanmışlardır. Bölge ülkeleri arasındaki dar milliyetçi çıkar çatışmalarının da yabancılara hizmet ettiği, tecrübelerle görülmüştür. 

PKK, yürüttüğü pratiğin çıkmaza girdiğini saptadıktan sonra, “sömürge teorisi”nin iflasını da kabul etmiştir. Kemalist Devrim’e düşmanlık, Kürt isyanlarının “ilericiliği”, ayrı örgütlenme ve ayrı devlet yönündeki tezler, artık bizzat PKK önderliği tarafından mahkum edilmiştir. 

Bu, olumlu bir gelişmedir. Böylece Türk-Kürt kardeşliğinin sağlam bir temele oturtulması için elverişli koşullar doğmuştur. Ne var ki, Avrupa Birliği’ne aday üyelikle birlikte bölünmeye yönelik ruh halini besleyen zemin yeniden belirmektedir. Avrupa adaylığını, “Apo’nun ve PKK’nin Türkiye’ye dayattığı” propagandası hızla yayılmaktadır. Avrupa Birliği, Türkiye’de bölünme etkenlerini güçlendirmektedir.

Bugün Türkiye’nin bütünlüğünün ve halkın birliğinin anahtarı, cepheyi emperyalizme dönmektir. Bağımsız Türkiye isteyen herkes, Türk olsun Kürt olsun, sımsıkı birleşme ihtiyacını duymaktadır ve duyacaktır. Arkada kalan 16 yıl şu olguları bir kez daha kanıtlamıştır: 

- Ezilen Dünya ülkelerinin içindeki millî sorunları silahla çözme girişimleri, kardeş milleti düşman aldığı için hızla emperyalizmin güdümüne girmektedir. PKK de bu yasayı kanıtlamıştır. Yine PKK deneyimi göstermiştir ki, halkın milliyetlere göre örgütlenmesi en sonunda halkın bölünmesine, milli düşmanlıklara ve ayrılıkçılığa varmaktadır.

- Sorun ancak ortak vatan, ortak üniter devlet, haklara saygı ve eşitlik temelinde çözülebilir. Erzurum ve Sivas kongreleri, Amasya Protokolü, Türkiye’nin Lozan’daki tezleri bu açıdan bugün de geçerlidir.

- Türkler ve Kürtler iç içe geçmişlerdir. Birlikte yaşamaya mecbur ve mahkûmdurlar; bu açıdan, sorun emperyalizmden bağımsız ve özgürlükçü bir politikayla ele alınırsa, süreç farklı milliyet kökeninden gelen halkımızın tek bir ulus oluşturması yönünde gelişebilecektir.

Özeleştiri
Partimizin geçmişte kalan hatalı bir yaklaşımını ele almanın zamanı gelmiştir. 1991 yılında Sosyalist Parti, genel çizgileri doğru olan bir programın içinde, Türkiye halkının kabulüne bağlı olarak federasyon çözümünün uygun olabileceğini öngörmüştü. Kuşkusuz orada federasyon, ayrılığı önlemek ve “üniter devlete gidişin” bir basamağı olarak öneriliyordu. Hatta söz konusu programın ilk taslağında, bu husus açıkça ifade edilmiş, ancak gönüllü birlik açısından bir güvensizlik yaratmaması için bu bölüm daha sonra çıkarılmıştı. 

Federasyonun yanlış olduğu çabuk anlaşıldı. Ne var ki, bu arada hem Sosyalist Parti’ye karşı kapatma davası, hem de ceza davaları açılmıştı. Böyle bir özeleştiriyi yargılamanın devam ettiği koşullarda yapmak yanlış yorumlara yol açacaktı. Bunun gerçek bir tercih olduğundan kuşkuya düşülecek ve tehditlerden kaçmak için kabul edildiği değerlendirmesi yapılacaktı. O zaman doğrularda berraklaşma sağlanamayacaktı. Partimizin özeleştirisi bu sebeplerle uygun koşullara bırakıldı. Bugün o koşullar artık gelmiştir, yargılamalar bitmiştir. 

Üniter devletin basamağı olarak da olsa federasyon veya özerklik Türkiye halkının bağımsızlık ve demokrasi ihtiyacına ve ülkemizin koşullarına uygun değildir. Bu çözümler, emperyalizmin bölge üzerindeki müdahalesinin ağırlığı dikkate alınırsa, halkımızın birlik ihtiyacına cevap vermeyen gelişmelere zemin hazırlayabilir. Öte yandan Ortaçağ ilişkilerinin kökünü kazıyan devrimci programla birlikte uygulanması şartına rağmen, federasyon ve özerklik, Ortaçağlı güçlerin varlıklarını sürdürmelerine ve milli demokratik devrimi frenlemelerine de olanak verebilir. 

Kürt Sorunu Özgürlükler Açısından 
Fiilen Çözülmüştür
2000 yılı eşiğinde, Kürt sorunu, hak ve özgürlükler açısından fiilen çözülmüştür. “Kürt realitesi” devlet makamları tarafından kabul edilmiştir. Kürtçe gazete, dergi ve kitap çıkarılmakta, Kürtçe müzik yayını yapılmaktadır. Bugün yapılması gereken, bu fiilî durumun hukukî çerçevesini belirlemek ve Kürt yurttaşlarımız içinde bir gönül ferahlığı ortamı yaratmaktır. Bunun koşulları oluşmuştur. 

İşçi Partisi’nin Çözümü Türkiye’nin
Programı Oluyor
İşçi Partisi, 22-24 Kasım 1996 tarihinde toplanan 4. Genel Kongresi’nde onaylanan “Kürt Sorununa Acil Kardeşlik Çözümü”yle, Kurtuluş Savaşı’nın anayasal ilkelerinin ve politikalarının yeniden yürürlüğe konmasını talep etmiş ve programını ilan etmiştir. Bu çözüm, Kemalist Devrim’in ilk yıllarında sınanmıştır. Bu nedenle psikolojik sorunları yenmek açısından da eşsiz bir değer taşımaktadır.

Tıpkı 28 Şubat’ta “Cumhuriyet Devrimi Kanunları Uygulansın” taleplerimizin devletin programı haline gelmesi gibi, “Acil Kardeşlik Çözümü” de önümüzdeki dönemde Türkiye’nin programı olacaktır. İki-üç yıldır vurguladığımız bu beklenti, artık güncelleşmiş bulunmaktadır.

Altı Ok’un Milliyetçiliği
Altı Ok’un milliyetçilik ilkesi, Kürtleri dışlayan yorum ve uygulamalardan arındırılmalıdır. Milliyetçiliğin Atatürk dönemindeki resmî yorumuna dönülmelidir. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1931 yılında kabul edilen programında milliyetçilik, bugünkü Türkçemizle şöyle tanımlanmıştır:

“Parti, ilerleme ve gelişme yolunda uluslararası temas ve ilişkilerde bütün çağdaş uygarlıklara paralel ve onlarla uyum içinde yürümekle birlikte Türk toplumunun özel karakterlerini ve başlı başına bağımsız kimliğini korumayı esas sayar.” 

Görüldüğü gibi, Atatürk’ün önderliğinde yapılan resmî milliyetçilik tanımı iki esastan oluşmaktadır:

Bir: İlerleme yolunda çağdaş uygarlıkla uyum.

İki: Türk toplumunun özel karakterini ve bağımsızlığını korumak.

Kemalist Devrim’in Milliyetçiliği özet olarak, Çağdaş Türkiyecilik ve bağımızlıkçılıktır.

Atatürk, bu anlayışın ışığında, Türk milletini “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı” diye tanımlamıştır. Milletin resmî tanımı budur. Böylece devrimci bir millet tanımı kabul edilmiştir. Türkiye halkı, devrim yaparak Cumhuriyeti kurarken, kendisini de millet haline getirmiştir. Cumhuriyetin millet tanımı, etnik bağı değil, Cumhuriyet yurttaşlığında ifadesini bulan siyasal bağı esas almaktadır.

Cumhuriyet Devrimi iktidarı, yalnız Türk’e veya yalnız bir mezhebe değil, Türk ve Kürt bütün halkın ve her mezhepten yurttaşımızın ortak iradesine ve ortak örgütlenmesine dayanacaktır. 

Ortak Örgütlenme
Bugün, tıpkı Müdafaai Hukuk örneğinde olduğu gibi, Türk ve Kürt halk kitlelerini ayrım yapmadan aynı parti çatısı altında örgütlemek yaşamsal önemdedir.

Arkada kalan dönemde, Türkiye’yi yönetenler, Mustafa Kemal’in ortak örgütlenme ilkesini terkederek, Kürtleri ayrı örgütleme ve denetleme politikasını uyguladılar. Bu politika, ABD ve Avrupa tarafından dayatılmıştır. Çünkü Kürtlerin ayrı bir örgütünün bulunması, onların planlarının gereğidir. Son yirmi yılın yönetimleri ise, bu plana boyun eğmiştir. 

PKK, 1980 öncesinde MİT tarafından Güneydoğu’da Türkiye’li Sol örgütlerin, bu arada özellikle TİKP’nin üzerine sürüldü, yüzlerce solcu militan PKK’ye katlettirildi. Böylece milliyetçi temelde örgütlenmeyen Sol tasfiye edildi ve alan PKK’ye açıldı. ‘PKK’yi nasıl olsa denetliyorum’ mantığıyla yapılan bu operasyonların sonuçları ortadadır. 

1990’larda ise, HEP, DEP, HADEP deneyimleri yaşandı. ABD işbirlikçileri ve MİT, özellikle Turgut Özal döneminde ayrı örgütlenmeyi kabul ve denetleme politikası uyguladı. Bu politika, Türk ve Kürt halk kitlelerinin birbirinden kopmasına, Kürt yurttaşlarımızın ayrılıkçı cerayanın kucağına itilmesine neden olmuştur. 

Bu “denetim” politikasının bölücülüğe hizmeti, vahim boyutlarda olmuştur. Örneğin 1991 seçimlerinde Sosyalist Parti, Türk ve Kürdü aynı partide örgütleme ilkesini uygulayarak Doğu ve Güneydoğu’da önemli bir güç toplarken, devlet kurumları, “HEP’i denetim altına alma” adına ayrılıkçılığı desteklemiş, hatta SHP’nin HEP üzerinden PKK ile seçim ittifakı yapmasını sağlamıştır. HEP’in adaylarını kendi ifadesine göre, doğrudan doğruya Abdullah Öcalan belirlemiştir. 

1991 seçiminden sonra örneğin PKK’nin en güçlü olduğu Silopi’deki belediye seçiminde PKK’nin adayı 2100 oy alırken, Sosyalist Parti, PKK’nin silahlı tehdidine göğüs gererek 1400 oy alacak kadar önemli bir güce ulaşmıştı. Bunun üzerine Öcalan, “Perinçek’in Partisi, tabanımı altımdan almaya kalkıyor” türünden açıklamalarda bulunmuştu. PKK’nin alternatifi olan birlikte örgütlenme, devlet terörüyle karşılaşmış, Sosyalist Parti’nin 10 kadar yerel önderi, Diyarbakır’da, Cizre’de, Şırnak’ta, Nusaybin’de ve Van’da Süper-NATO tarafından öldürülmüştür. Türk-Kürt kardeşliğini ve birliğini savunan Sosyalist Parti, bu uygulamalar sonucu iki ateş arasında kalmış ve bölgeden çekilmeye zorlanmıştır. Böylece alan, bizzat devlet uygulamalarıyla PKK’ye açılmıştır.

Ne yazık ki, yaşanan dersler yetmemiş. Çünkü aynı politika bugün de kendisini gösteriyor. Devletin ABD güdümlü istihbarat kurumları, hala Kürt partisi örgütleme ve “denetleme” politikası yürütüyorlar. HADEP-ÖDP gibi örgütleri birleştirerek denetleme yönündeki girişimler, ABD’nin Kuzey Irak’taki kukla devlet politikasının hizmetindedir.
ABD ve Avrupa, PKK’nin yasallaştırılarak bu kukla devletin iktidar ortağı haline getirilmesi planını dayatmaktadır. 

Türk ve Kürtlerin ayrım gözetilmeden, Altı Ok programını savunan ilerici bir partide örgütlenmesinin önü kesilirse, bundan bir tek emperyalizm yararlanacaktır. Biricik çözüm, Kürt halkına Atatürk’ün sevdirilmesinde ve ortak örgütlenmededir. 

V. HALK-ORDU BİRLİĞİ

Ancak Orduyla Çözülebilecek 
Sorunların Eşiğindeyiz
Türkiye bugün ancak Orduyla çözebileceği sorunların eşiğindedir. Batı’nın Kuzey Irak, Ege ve Kıbrıs üzerinden yöneltebileceği tehditler yanında, irticayı şiddete yöneltmesi olasılıkları, ancak bir silahlı yaptırım gücüyle caydırılabilir ve etkisiz kılınabilir. 

Bugün Mustafa Kemal’in Anadolu’ya çıktığı yerde bulunuyoruz. 80 yıl sonra yine, caydırıcı kuvvette bir ulusal orduya mecburuz. Ulusal devleti ve Cumhuriyet Devrimi mevzisini savunmak, öncelikle buna bağlıdır. Bu politikaya, “barışçılık” vb. gerekçelerle sırt çevirmek, tarihsel bir aymazlık olur.

Ulus Devlet ve Ulusal Ordu Direnir
Batılı emperyalistler, Türk Ordusu’nu ortadan kaldırmadan ulus devleti yıkamayacaklarını biliyorlar. Orduyu Pentagonlaştırma planı, buradan geliyor. Biz de biliyoruz ki, ulus devlet silahla kurulmuştur ve ancak silahla yok edilebilir. Ulus devlet ve ulusal ordu direnir: Bu, çağımızın tunç yasasıdır. İlk kurtuluş savaşını gerçekleştiren bir ordunun, ulusal devletin ortadan kaldırılmasına teslim olmayacağı açıktır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1985 baharındaki Çelik Harekâtı’ndan başlayarak, ABD’nin Kuzey Irak projesine tavır alması, Partimizin bu tahlilini doğrulamıştır ve tarihsel önemde bir gelişmedir. 28 Şubat’ın özü budur. Buna karşılık, ABD’nin Türk Ordusu’nu kriz bölgelerinde müdahale gücü haline getirme yönünde yaptığı atak, sürecin olumsuz yönünü oluşturuyor. 

Süreç inişli çıkışlıdır. Son tahlilde Türk Ordusu’nun yönünü, Süper NATO değil, ulusal karakteri belirleyecektir. Ordu’nun, Kemalist Devrim geleneğine bağlılık zeminindeki birliği, Türkiye’nin geleceği açısından çok önemli bir güvencedir. 

Bütün devrimci atılımlar, tarih boyunca ve her yerde, en sonunda halk ile ordu arasında kurulan beraberliğin ürünleridir.

Yeni Cumhuriyet Devrimi iktidarı, Kurtuluş Savaşı geleneğinden beslenen ve 28 Şubat’la canlanan Halk-Ordu beraberliğinin, Kemalist Devrim rayına oturması ve güçlenmesiyle gerçekleşecektir.


VI. ASYA’LIYIZ

Avrasya Çağına Giriyoruz
Atlantik çağı arkada kalmakta, dünyamız Avrasya çağına girmektedir. Dünya ticaretinin ağırlığı, Atlantik’ten Pasifik’e kaymıştır. 

Ekonomiyle birlikte dünyada rekabetin odağı da Asya’ya kayıyor. ABD, Yugoslavya’ya ve Irak’a saldırıyor, Kafkaslar’da ve Kuzey Irak’ta tertiplere giriyor, ama bunların hepsi en sonunda Orta Asya egemenliği içindir.

Pasifik çağının en önemli ve en dinamik etkeni, yükselen Çin Halk Cumhuriyeti’dir. 1949 yılında tek bir traktörü olmayan (Türkiye’de bile 2500 tane vardı), dünyanın en yoksul ve zavallı ülkesi Çin, devrimle zincirlerini kırmış ve sosyalizm sayesinde dünyanın en dinamik ülkesi haline gelmiştir. Çin, 2020 yılına doğru dünyanın en büyük ekonomisi olacaktır. Bugün Çin’i çıkarınız, dünya ekonomisinin gelişmesi durmuştur.

Pasifik’in Alçalan Ülkesi
ABD’ye gelince, Pasifik’in yükselen ülkesi değil, alçalan ülkesidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD’nin dünya ekonomisi içindeki payı, yüzde 50 idi, bugün ancak yüzde 27. Bu payın yirmi yıl sonra yüzde 10-15 arasına düşeceği hesap ediliyor. 2020 yılının büyük ekonomileri, Çin Halk Cumhuriyeti, Avrupa Birliği, Japonya ve ABD’dir.

Askerî alanda ise, bugün hâlâ iki büyük güç var: ABD ve Rusya. ABD ekonomisindeki inişin, kuşkusuz askerî sonuçları da olacaktır.
Siyasal planda büyük rollerde görülenler: ABD, Avrupa Birliği, Japonya, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’dir.

2000’lerden 2020’ye uzanan süreç, ABD’nin yıldızının kayacağı bir dünyaya işaret etmektedir. Avrupa ise, ekonomik durumunu korusa bile, yeni yükselen güçleri düşünürsek, dünya dengelerinde bugünkü konumunda olmayacaktır. Bu arada Avrupa Birliği’nin parçalı olduğunu da gözden ırak tutmamak gerekir.
Atlantik’in inişi, kuşkusuz birden bire olmayacak; her üç-beş yıl, bu inişin yeni olgularını ve sonuçlarını getirecektir.

Washington’un strateji uzmanları dahil, dünyanın belli başlı tahlil kurumları, ABD’nin dünya hegemonyası hırsının gerçekçi olmadığını saptamış bulunuyorlar. Önümüzde tek kutuplu değil, çok kutuplu bir dünya var. 

Asya Seddi
Partimiz, 1990’lı yılların başında Kaos Coğrafyası’ndaki saflaşmayı, paylaşanlar ve paylaşılanlar diye belirledi. Gelişmeleri, bu saflaşma belirledi. Taşlar yerine oturuyor. Rusya, on yıllık parçalanma süreci ve bunalımlardan sonra cephesini yeniden Batı’ya dönmüştür. Rus Genelkurmayı, baş tehdidin Batı’dan geldiğini saptamıştır. 

ABD’nin Avrasya planlarının önünde aşılmaz bir Asya seddi kurulmuştur. Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve Hindistan arasındaki işbirliği bu seddi oluşturuyor. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve diğer Asya ülkeleri, bu eksen çevresinde toplanmaktadır. Şanghay Beşlisi ve diğer bölgesel işbirliği girişimleri, ABD’nin önünü kesmiştir. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Rusya ve Çin’e karşı ABD kaması olmayı reddediyorlar. ABD’nin bu bölgede Türkiye üzerinden tertiplediği darbe girişimleri fiyaskoyla sonuçlanmıştır. 

Bütün veriler, ABD’nin Orta Asya seferinin yenilgiyle sonuçlanacağını göstermektedir. Kafkaslar’a, Orta Asya’lara, Ortadoğu’lara ABD’nin müdahale gücü olarak sürülmeyi kabul eden yönetimler, ancak ABD’nin uğrayacağı bozgunu paylaşabilirler. Türkiye’nin ulusal güçleri, buna izin vermeyecektir. 

Dünya, Avrasya çağına girmişken, bizim yöneticilerimizin ellerini, bulundukları bataktan hâlâ yalvararak Batı’ya doğru uzatmaları, ibret vericidir. Ama şurası kesindir: Türkiye, bir süre sonra Avrupa’lı olmakla değil, Asyalı olmakla övünecek, yüzünü Asya’ya dönecektir. Türkiye, Ezilen Dünya ülkesidir ve Asya’lıdır. Atlantik’in çürümesini ve çöküşünü değil, Avrasya’nın büyük yükselişini ve ufukta gözüken yeni devrimci uygarlığını paylaşacaktır.

VII. ÖRGÜTLENME VE ÇALIŞMA TARZI

Kitle Örgütlerini İnşa Ederken 
Partiyi İnşa Etmek
Teorisiyle, programıyla, siyasetleriyle, denenmiş kadrolarıyla ve yaygın halk kitleleri içindeki saygınlığıyla bir öncü parti yarattık. Bugün gelip dayandığımız görev, bu öncü partiyi, sendikalarda, kitle örgütlerinde, halk mücadelesi içinde büyütmek ve fiilen emekçi halkın önderi haline getirmektir.
Geçen Temmuz ayında Parti’nin tartışmasına sunduğumuz Merkez Komitesi Raporu’ndaki “Partiyi örgütlemek ve büyütmek esastır” formülü, Partiyi büyütmenin yolunu göstermiyor. Partiyi örgütlemek ve büyütmek, her zamanki görevimizdir. Nasıl büyüteceğiz, Parti inşası hangi halka yakalanarak yürütülebilir? Mesele, bu soruya koşullara uygun somut bir cevap vermektir.
Bugün parti inşasında kavranacak halka, Partiyi kitle örgütleri içinde inşa etmektir. Kitle örgütleri, toplumun örgütlü alanıdır; dolayısıyla ileri unsurları kucaklar. Partimiz, bu ileri unsurları yaygın olarak örgütleme noktasına gelmiştir. 

Parti, kitle örgütlerini inşa ederken, kendisini de inşa edecektir. Sendikalar, meslek odaları, Atatürkçü dernekler, ulusal güçbirliği, köy çalışmaları hepsi bu kapsam içerisindedir. Partiyi, halkın örgütlü olduğu alana sokarak inşa edeceğiz. 

Partinin Örgütlü Kesimini Büyütmek
Partinin öncü çekirdeğini, örgütlü kesimini büyütmenin yolu da, kitle örgütleri içinde çalışmak ve kitle mücadelesini örgütlemektir. Kitle örgütü çalışmasına katkıda bulunmak, Partinin o alandaki çalışmasını örgütlü hale getirmeyi gerektirir. Parti, mücadeleyi örgütlemek için, öncelikle kendisini de örgütler. Partiyi kitle örgütleri çalışmasına sokmak, kaçınılmaz olarak partinin örgütlü kesimini büyütmekle ve örgütlenme düzeyini yükseltmekle olur. 

Parti kadrolarını ve üyelerini belli bir görev için, belli bir mücadele için, belli bir alanda mevzilendirmek ve çalışma düzenine sokmak, somut işlerle görevlendirmek, kolektif çalışmayı planlamak, öncelikleri sıralamak, işbölümünü gerçekleştirmek ve çalışmayı denetlemek: İşte örgütlenme budur. Ve Parti, bunu yapabildiği oranda, üye kitlesini örgütlü bir güce dönüştürür. Partiyi kağıt üzerinde örgütlü olmaktan, fiilen örgütlü olmaya yükseltmenin biricik yolu, budur. 

Temel örgütlerin kurulması ve geliştirilmesi de, ancak bu pratiğe bağlıdır. Faaliyet dışında kurulan temel örgütler, gerçek anlamda örgüt değildirler. Parti, kendi kendisini örgütlemekle, örgütlenmiş olmuyor; mücadeleyi örgütlediği zaman, kendisini de örgütlüyor. Temel örgüt, bir faaliyeti örgütlediği zaman, temel örgüt haline geliyor. 

Bugün İşçi Partisi’nin dışında, İşçi Partisi’nden daha büyük bir İşçi Partisi bulunmaktadır. Ve dışımızdaki İşçi Partisi’yle buluşabileceğimiz alan, esas olarak kitle örgütleridir ve köylerdir. Türkiye’nin ilerici birikimi oralardadır. 

Parti ile parti binası karıştırılmaktadır. Parti, bina değil, halk hareketinin öncü müfrezesidir. Bu nedenle iyi partili, parti binasında en çok oturan değil, Partiyi kitle örgütlerinde ve kitle hareketi içinde inşa edendir.

İlk adım, Parti kadrolarının Parti bürosunu örgütlemekten kurtarılarak, kitle örgütlerini örgütleme faaliyetine yöneltilmesidir.

İş ve görev, sınıf mücadelesinin ihtiyacından çıkmalıdır. Yönetici kadroları binalara çeken işler azaltılmalı, basitleştirilmeli ve örgütlenmeli; önderlik ise tamamen kitle çalışmasının sorunları ve görevleri üzerinde yoğunlaşmalıdır. Bunun somut adımı, kadroların büyük bölümünün kitle örgütlerinde, sendikalarda, fabrikalarda, işyerlerinde, köylerde, semtlerde ve okullarda, mevzilendirilmesidir. 

Yetenekli Kadroları Keşfetmek ve 
Görevlendirmek 
Unutulmuş kadrolarımız var. 1970’lerden kalan dar particilik ve deneyim eksikliği gibi nedenlerle, bazı yöneticilerimiz, “yönetilmesi kolay” kadroları yeğliyor. Böylece yetenekli kadroların bir kısmı, örgütsüz ve görevsiz olarak kenarlarda kalıyor. 

İyi kadro, bizden önderlik istemeyen, yönetilmesi kolay kadro değil, önderlik yeteneklerimizi zorlayan kadrodur.

Partide, bugün aktif çalışan kadroların birkaç katı oranında bir kadro birikimi bulunmaktadır. Her kademedeki Parti yönetimlerinin kendi kadro birikimini hatırlaması, gözden geçirmesi, kenarda köşede bıraktığı birikimli kadroları keşfetmesi ve görevlendirmesi, önümüzdeki dönemin kadro ihtiyacını çözmede, öncelikli görevdir. Parti, kendi kadro birikimini değerlendirme oranını yükselttiği ölçüde, çevresindeki önder unsurları kucaklama yeteneğini de geliştirmiş olacaktır. 

Partiyi, kitle örgütlerini örgütlerken inşa anlayışı, yönetimlerimizi önder kadroları keşfetmeye itecektir. Ayrıca, partideki önderlik ölçüleri de bu yöneliş sayesinde yeniden belirlenecek ve sınanacaktır. 

Avrupa’daki Yurttaşlarımız
Avrupa’daki 3,5 milyon yurttaşımız aslında Avrupa Birliği’ne katılmış bulunuyor. AB’ye girmenin ne anlama geldiğini kavramak için bu yurttaşlarımızın hayatına bakabiliriz.

Irkçılığı göğüslemek, AB’deki yurttaşlarımızın günlük hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu gerçeği diri diri yakılarak öğrendiler. İkinci sınıf konumundadırlar. Çağdaş toplumda olması gereken yurttaşlık hakları yoktur.

Yurtdışındaki yurttaşlarımız, çocuklarının geleceğiyle ilgili olarak kaygı içindedirler. Uyuşturucu ve suç örgütleri, çocuklarımızı avlamakta ve yutmaktadır. 

Bireyciliği, tüketim budalalığını, topluma ve doğaya yabancılaşmayı pompalayan emperyalist sistem, insanlarımızı gittikçe derinleşen ruhsal bunalımların içine çekmiştir.

Şimdi Almanya başta olmak üzere Avrupa devletleri, uyum ve bütünleşme harcı olarak İslam’ı keşfetti. Yurttaşlarımız, “dinlerin yakınlaşması” adı altında ortaçağın kulluk-kölelik ilişkilerine hapsediliyor. Demokratik devrimlerin ve Aydınlanmanın bütün kazanımları, yoğun bir saldırı altındadır. Çocuklarımızın Türkçe anadil dersleri kaldırılırken, Alman ve Avrupa İslam’ı denen yeni bir tür misyonerlik propagandası gündeme getiriliyor. Okullarda, ulusal değerlerimize ve Atatürk’e karşı propaganda yapılıyor; dincilik, tarikatçılık, Kürt ve Alevi sorunları kışkırtılıyor. Bütün bunlar, AB’nin bize neler getireceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Partimiz, Yeni Sevr saldırısına Avrupa içinde de direnmektedir. Avrupa’da yaşayan bütün yurttaşlarımızı ve Türkiye kökenli insanlarımızı, emperyalizme karşı kardeşlik cephesinde birleştirmek, yurtseverliği ve aydınlanma kültürünü güçlendirmek başta gelen görevimizdir.

Verimli ve Sistemli Çalışma İçin Kadro Eğitimi
Partimiz, arkada kalan dönemde eğitimi ihmal etti. Ancak yirmi bin kadar yeni üye kazandığımız dikkate alınırsa, eğitim partimizin yakıcı sorunudur. 

Eğitim, bir kampanya meselesi değil, parti hayatının vazgeçilmez bir işidir. Parti içi eğitimi, temel örgütlerin ve yerel örgütlerimizin düzenli ve sürekli faaliyetlerinden biri haline getireceğiz. 

Eğitim çalışmamız, çeşitli ülkelerin devrim süreçlerini inceleyen kitabi bilgiler üzerinde değil, Türkiye’nin canlı devrim süreci üzerinde yoğunlaşacaktır. Bilimsel sosyalist kaynaklar ve diğer devrimlerin tecrübeleri, Kemalist Devrim’i tamamlama ve sosyalizme ilerleme pratiğimizin sorunlarını çözmek için incelenecektir. 

Partinin ihtiyaçlarına cevap veren bir eğitim yapacağız. Kadrolara verimli ve sistemli çalışmayı öğreteceğiz. 

Kademeli bir eğitim sistemi kuracak; üye, kadro, profesyonel ve yönetici eğitimi için özel programlar ve kurslar yapacağız. Eğitimciler, örgütçüler, propagandacılar, maliyeciler vb. için ayrı uzmanlık eğitimleri düzenleyeceğiz. 

Önümüzdeki dönemde Eğitim Büromuz’u güçlendirmeli, her düzeyde eğitim için Türkiye’nin devrimci aydın birikiminden yararlanmalıyız. Her örgütümüzde eğitimin kurumlaşmasını ve kurumlara kavuşmasını sağlamalıyız. 

Bir Parti Akademisi artık büyük bir ihtiyaç haline gelmiştir. Örgütümüzde eğitim verecek kadrolar da esas olarak bu merkezden yetişecektir. 

Malî İşlere Yetenekli Kadro Ayırmak
Burada parti maliyesini örgütlemek, büyük önem taşıyor. Çünkü Partimizin il ve ilçe başkanları ve diğer önder kadroları, zamanlarının büyük bölümünü mali kaynak bulmaya ayırıyorlar. Mali işler için yetenekli önder kadroların görevlendirilmesi ve her kademede mali büronun örgütlenmesi, il ve ilçe başkanlarının kitle hareketi içinde partiyi örgütlemek üzerinde yoğunlaşmaları için birinci şarttır. 

Genel Merkezimiz, 3. Genel Kongremizden sonra, profesyonel kadroların nitelik ve sayısını artırmada mali kaynak yaratmayı tutulacak halka kabul ettiği için, siyasal ve örgütsel faaliyet üzerinde yoğunlaşabilmiştir. Mali örgütlenmede yetenekli ve birikimli arkadaşların görevlendirilmesi, önderliğin geri kalanının gerçek bir parti faaliyeti yürütmesinin şartlarını oluşturmaktadır. Şimdi bu deneyimin bütün partiye yaygınlaştırılması gerekiyor.

Öncü Gençlik
Parti gençliği 1996 Kongremiz’den bu yana, hem bilinç ve örgütlenme düzeyi, hem de gençlik yığınları içindeki pratiği açısından önemli gelişmeler kaydetti. Türkiye gençliği, otuz yıldır saldırı altındadır ve kültürel yönden teslim alınmak isteniyor. Öncü Gençlik, işte bu ağır saldırılara direnen gençliğin temsilcisidir.

Öncü Gençlik’in “Gericiliğe özgürlük yok” sloganıyla başlattığı öğrenim kurumlarında gericiliği etkisiz kılma mücadelesi, gençliğimizin Cumhuriyet Devrimi çizgisinde eğitilip seferber edilmesinde önemli bir adımdır ve sürmektedir. Gericilikle mücadele, üniversitenin özgürleşmesinin ön koşuludur. Üniversitelerin gerçek sahiplerinin, yani gençlerin ve öğretim üyelerinin, yönetimlerde söz sahibi olması, Öncü Gençlik’in gündemde tuttuğu önemli bir taleptir. Gençliğimiz, YÖK’e kaşı özerk, demokratik, halkçı ve bilimsel üniversite eğitimi mücadelesini 28 Şubat çizgisinde tutarlı olarak yürütmektedir. 

Öncü Gençlik, gençlik kitleleri içinde barışçı, birleştirici, özetle devrimci çizgiyi esas almakta; buna uygun olarak bütün üniversitelerde öğrenci kimliği olan herkesin okula girebilmesini, hakaret ve şiddet içermemek koşuluyla her görüşün savunulabilmesini, demokratik ve özgür tartışma platformlarının oluşturulmasını savunmakta, bu uğurda kampanyalar yürütmektedir. 

Öncü Gençlik değişik eğilimdeki gençlerimizi, bağımsızlık, laiklik ve devrimcilik temelinde birleştirmeye büyük önem verecektir.

Öncü Gençlik, üniversitelerde ve yüksek okullarda örgütlenmeyi esas alacaktır. Emekçi gençliği, emekçi sınıfların bir parçasıdır. Partimiz, sosyal güvenlikten yoksun milyonlarca çırak ve işsiz genç ile, semt gençliği için özel ve kitlesel örgütlenme biçimleri yaratacak; bu gençleri parti saflarında örgütleyip, eğitecektir.

Kadın Örgütlenmesi
Arkada kalan dönem boyunca kadın hareketi, kendisine dayatılan Avrupa Merkezli ideolojik etkilerden kurtularak, Cumhuriyet Devrimi çizgisinde bir atılım yaptı; Batı destekli irticaya karşı mücadelede öne çıktı ve kendi kitle örgütünü yaratmada başarılar kazandı. Partimiz, kadın hareketinin canlanışını devrimci duygularla selamlamaktadır. 

Kadın örgütlenmesinin özel sorunlarına bugüne kadar gereken yoğunlukta eğilmediğimizi saptıyoruz. Parti önümüzdeki dönemde, kadın üye kazanmaya, kadın üyelerimizin eğitimine ve Parti organlarında ağırlıklı biçimde yer almalarına özel bir önem verecektir. Parti, kadın hareketinin örgütlenmesini ve mücadelesini bütün olanaklarıyla destekleyecektir. 

Göğün yarısını her zaman kadınlar omuzlar. Partimiz, kadın eli değen bütün çalışmalarında başarı kazanmıştır. 


VIII. FAALİYETLERİMİZ

İşçi Partisi son kongremizden bu yana ana muhalefet işlevi gördü. Özelleştirmeye karşı direnen işçiyle, ürününün hakettiği değeri isteyen üretici köylüyle, demokratik ve bilimsel öğrenim hakkı için mücadele eden öğrenciyle, aydınlanma ve bağımsızlık için harekete geçen halk kitleleri ve aydınlarla birlikte olduk. 
Parti binalarında gerçekleştirilen etkinlikler, dışarıda yapılan kitlesel basın toplantıları, grev ziyaretleri, yemekli toplantılar, başka kuruluşlarla ortak olarak gerçekleştirdiğimiz kapalı yer toplantıları vb. gibi etkinlikler ve seçim dönemi çalışmaları dışında, arkada kalan üç yılda, toplam 102 miting ve yürüyüşe katıldık. Sendikalar, kitle örgütleri ve diğer kuruluşlarla ortak olarak gerçekleştirdiğimiz bu eylemlere katılan yurttaş sayısı yaklaşık 3 milyon 300 bindir.

Toplam 65 ilde örgütlü bir seçim çalışması yürüttük. Bu illerden 36’sında örgütlerimiz, övgüye değer bir mücadele verdiler. Örgütümüzün bulunmadığı 9 ilde arkadaşlarımız tek tek bireyler olarak, ellerinden geleni yaptılar. Aksaray, Ağrı, Bayburt, Erzurum, Gümüşhane ve Hakkari illerinde ise örgütlü çalışmamız yoktu. 

20 bin üyemizin üç bini, yani üyelerimizin yaklaşık yüzde 15’i seçim kampanyasına tam zamanlı katıldı. Bu arkadaşlarımız özellikle son bir ay geceyi gündüze katarak çalıştılar. 

Ev ev dolaşma, 18 Nisan seçimlerinde Parti’nin temel propaganda yöntemiydi. Yaklaşık 2 milyon evin kapısını çaldık, yurttaşlarımıza seçim bildiri ve broşürlerimizi verdik ve Parti’yi anlattık.

Seçim için Merkez’den örgütlere gönderilen bildiri, broşür, afiş, gazete sayısı 2 milyon kadardır. Yerel örgütlerimiz ayrıca, Merkez’den gönderilenlerin iki katı seçim bildirisi, broşür ve afişi, kendileri üretip halka ulaştırdılar. Örneğin İstanbul İl Örgütü’ne Merkezden gönderilen toplam bildiri, broşür ve afiş 300 bin kadardır. Bir milyonun üzerinde propaganda malzemesini İl Örgütümüz kendisi hazırlamıştır. Örgütlerimiz, merkezî politikayı uygulamakla birlikte, artık yerel sorunlar temelinde politika yapmakta ve büyük ölçüde kendi olanaklarına dayanmaktadırlar.

Bu dönemde partimizin seçimler dışında yalnız başına gerçekleştirdiği miting sayısı 20’dir. Bunlardan dokuzu üretici mitingleridir.

İşçi Partisi geçen kongremizden bu yana toplam 96 panel, açıkoturum, konferans ve şenlik gerçekleştirmiş ve bu etkinlikleri toplam 37 bin yurttaş izlemiştir.

Partimizin bu dönemde ulusal planda gerçekleştirdiği kurultay, forum ve sempozyumlar tarih sırasıyla şunlardır: Uluslararası Susurluk Konferansı (14-15 Haziran 1997, İstanbul), Devrimci Cumhuriyet İçin Eğitim Kurultayı (6-7 Aralık 1997, Ankara), Enerji Forumu (20-21 Haziran 1998, İstanbul), Batı ve İrtica Sempozyumu (9-11 Ekim 1998, Ankara), Ulaştırma Forumu (27-28 Aralık 1997, İstanbul), Özelleştirmeye Karşı İşçi Kurultayları (İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Zonguldak, Adana, Malatya), Altı Ok Kurultayı (12-13 Haziran 1999, Ankara), SSK Borçlar Uluslararası Tahkim Sempozyumu (11 Temmuz 1999, İstanbul), Deprem Toplantısı (13 Ekim 1999, İzmit). 

Böylece Partimiz, Türkiye’nin en önemli sorunlarına çözüm konusunda programını derinleştirdi ve Türkiye’nin öncü birikimiyle birleşme konusunda verimli adımlar attı.

Genel Merkezimiz ve il örgütlerimiz bu dönemde toplam 1 milyon 450 bin bildiri dağıttı ve afiş astı.

17 Ağustos 1999 depremi üzerine Partimiz, özel bir komite oluşturarak, deprem bölgelerindeki yurttaşlarımızın hizmetine yöneldi. Öncelikle yerel kadrolarımızı ayağa kaldırdık ve örgütledik. Sakarya ve Kocaeli merkezli çalışmalarımız kalıcı sonuçlar elde etmiştir ve sürmektedir. 

Partimizin, geçen dönemde Türkiye halkına yaptığı hizmetleri şöyle özetleyebiliriz:

1. İşçi Partisi 28 Şubat’ın Yolunu Açtı ve Programını Üretti
İşçi Partisi, Cumhuriyet Devrimi’nin İkinci Taarruzu olarak adlandırılan sürecin programını yapan ve yolunu açan partidir. “Cumhuriyet Devrimi Kanunları Uygulansın” talebini, İşçi Partisi, 1996 yılı Kasım ayındaki 4. Genel Kongre kararıyla yeniden ve kuvvetle Türkiye’nin gündemine getirdi. Bu amaçla 12 maddelik bir program ilan ettik ve uygulanması için bir kampanya başlattık. MGK’nin 28 Şubat 1997 günü kabul ettiği 18 maddelik program, İşçi Partisi’nin programındaki talepleri içermekteydi.

2. İşçi Partisi Susurluk Sürecine Önderlik Etti
İşçi Partisi’ne halk “Susurluk Savcısı” diyor. Partimiz, ekonominin ve siyasetin mafyalaşması gerçeğini yıllarca tek başına sergiledi. Parti’nin halka sunduğu gerçekler, Susurluk’ta Mersedesin içinden çıkmıştır. 

İşçi Partisi, Susurluk olayıyla birlikte başlayan aydınlanma döneminin öncüsüdür. Kamuoyu, Çiller Özel Örgütü’nün suçlarını, Turgut Özal’ın liberalleşme adı altında gerçekleştirdiği Eroin Devrimi’ni, Azerbaycan Darbesi’ni, Çeçenistan’a CIA güdümünde askeri güç ve silah gönderilmesini, Çin’in Uygur bölgesine yollanan sabotaj timlerini, Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’e CIA’nın tertiplediği suikasti, ABD’nin Kuzey Irak’taki karanlık faaliyetini, Çiller’in ABD ilişkilerini, hep İşçi Partisi’nden öğrendi. İşçi Partisi Genel Başkanı Perinçek’in, 17 Ekim 1996 günü Cumhurbaşkanı’na sunduğu dosya, devlet kurumlarını harekete geçirdi ve TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’nun, Başbakanlığın, devletin güvenlik örgütlerinin ve kamuoyunun esas gündemini oluşturdu. 

3. İşçi Partisi Özelleştirmeye
Başından Beri Karşı Çıkan Tek Parti

IMF ve Dünya Bankası, Özal, Demirel ve Çiller hükümetlerine özelleştirme, işçi kıyımı, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma programını kabul ettirdiği zaman, bütün partiler, bütün sendikalar ve kitle örgütleri özelleştirmeye evet demişlerdi. Bir tek İşçi Partisi, bu emperyalist programa cepheden karşı çıktı, özelleştirmenin Cumhuriyet ekonomisini ve ulusal devleti yıkma programı olduğunu bıkmadan, yorulmadan ortaya koydu. Geniş işçi kitleleri ve sendikalar, İşçi Partisi’nin ısrarlı mücadelesi sonunda özelleştirmeye karşı harekete geçti. İşçi Partisi’nin mücadelesi özelleştirmeye karşı büyük bir cephe oluşturdu.

4. ABD’nin Kuzey Irak’taki Kukla Devlet Planını İşçi Partisi Ortaya Koydu

1990 yılı Temmuzu’nda başlayan Körfez krizinde ve 1991 başındaki Körfez Savaşı’nda İşçi Partisi, ABD saldırganlığına kesin tavır alan tek siyasal örgüttü. Partimiz, ABD emperyalizminin amacının Irak’ı bölerek kukla bir devlet kurmak olduğunu anlattı. Dokuz yıl sonra bugün artık geniş bir yurtsever kesim, ABD ve Avrupa’nın Türkiye’ye Sevr’i dayatma çabası içinde olduklarını kabul etmektedir. İşçi Partisi bu tutumuyla emperyalizme karşı en kararlı, en tutarlı ve en birikimli parti olduğunu kanıtlamıştır.

5. İşçi Partisi Sol Güçbirliği Önerisiyle Cumhuriyet Devrimi Hükümetinin 
Formülünü Üretti
İşçi Partisi, Sol’un iktidar formülünü üreten partidir. 1994 yılı Aralık ayından beri Sol Güçbirliği’ni savunuyor. Ülkemizin bir çok il ve ilçesinde kurulan Ulusal Güçler Meclisleri (birlikleri), Partimiz’in Sol Güçbirliğini gerçekleştirme yönündeki çabalarının geniş yurtsever kesimler tarafından benimsendiğinin kanıtıdır.

6. İşçi Partisi Üreticilerin Sorunlarına Sahip Çıktı
Geçtiğimiz dönemde sadece İşçi Partisi, başta genel başkanı, tütüncünün, zeytincinin, pamukçunun, besicinin yanına koştu; üreticilerin sorunlarına sahip çıktı, düzenlediği üretici mitingleriyle köylünün sorunlarını Türkiye’nin gündemine taşıdı. Balıkesir, Manisa, İzmir, Aydın ve Muğla kasaba ve köylerinde üretici mitingleri gerçekleştirdik. Binlerce köylü İşçi Partisi’ne üye oldu.

7. İşçi Partisi “Cumhuriyet Bize Emanet” Diyen Bir Gençlik Yetiştirdi
İşçi Partisi, ülkesine ve halkına bağlı, Cumhuriyet Devrimi’ni tamamlama kararlılığına sahip, üniversitelerde her türlü zorbalığa karşı koyan ve barışı savunan, başı dik, bilgili ve birikimli bir gençlik kuşağı yetiştirdi. İşçi Partisi Öncü Gençlik, 1988 yılına kadar dört yıl boyunca her 19 Mayıs’ta Samsun’dan Ankara’ya yürüyor ve Türkiye’nin bağımsızlığını savunuyor. 1998 Ağustosu’nda yapılan Bergama-Akkuyu yürüyüşünde olduğu gibi İşçi Partisi’nin gençleri, köylere, kasabalara, mahallelere giderek emekçilerle omuz omuza mücadele ediyorlar ve kaderlerini Türkiye halkı ile birleştiriyorlar. 

IX. PARTİMİZİN 80. YILINDA 
DEVRİMCİ 2000’LERİN EŞİĞİNDE

İktidar Olanağı Tehlike Olasılığıdır
Her iktidar olanağı, aynı zamanda büyük tehlikeleri içerir. Şemsi Denizer ve Taner Kışlalı cinayetleri, işçi sınıfına ve Cumhuriyet kuvvetlerine birer mesajdır. Partimiz kendi payına düşen mesajı almıştır. Önümüzdeki dönemde, ülkemizin bağımsızlığı ve Cumhuriyet Devrimi için ileri atılmak gerektiği zaman, hiçbir fedakârlıktan çekinmeyeceğimizi, Süper NATO’dan da öğrenmiş bulunuyoruz.

Türkiye bir hesaplaşma dönemine ilerlerken, Partimiz, ulus devleti ve Cumhuriyet Devrimi’ni savunan cephenin öncü kuvveti konumundadır. Türkiye’yi yönetenlerin ABD ile 19 Kasım 1999 günü imzaladıkları gizli Güvenlik Anlaşması, İşçi Partisi’nin etkisiz hale getirilmesini öngörmektedir. Bu nedenle hazırlanan tertiplerin işaretleri şimdiden görülmektedir. Şeriatçı Akit gazetesinde yer alan çoban yıldızına çivilenmiş Türk ordusu karikatürü ve manşeti, aynı temayı işleyen yayımların son örneğidir ve tertibin ipuçlarını vermektedir. 

Partimiz, ulus devleti savunmanın birinci mesele haline geldiği koşullarda, Halk ile Ordu arasındaki birliği sağlamlaştırmanın önemini gören ve buna uygun davranan tek siyasal güçtür. Tertipler de, bu birliği bozmaya yöneliktir. Örgütlerimizin ve üyelerimizin uyanıklığını artırmak günün görevidir. Partimiz ve halkımız tertipleri bozguna uğratacak birikime sahiptir.

Türkiye’nin En Deneyimli Partisiyiz
80 yıllık bir birikimdir bu. Hem kökleri Anadolu uygarlığının derinliklerinde olan, Kemalist Devrim’in birikimidir, hem de Partimizin Şefik Hüsnü’lerden gelen öz birikimidir. Mustafa Suphi, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Reşat Fuat Baraner gibi ömür boyu emekçi halkın devrim davasına hizmet eden proleter devrimci gelenek, partimizin mücadelesinde yaşamaktadır.

22 Eylül 1999 günü İşçi Partisi 80 yaşını bitirdi. Türkiye’nin en eski partisiyiz. Partimiz, 80 yıldır Türkiye’mizin tam bağımsızlığını savunuyor ve yarım kalan Cumhuriyet Devrimimizin tamamlanması ve sosyalizme ilerlemek için mücadele ediyor.

Son otuz yılda, emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadelede Bora Gözen, Mehmet Çetin ve Resul Sakar gibi önder kadrolar başta olmak üzere, 100’e yakın arkadaşımızı şehit verdik. Arkadaşlarımız, son nefeslerine kadar ülkemizin bağımsızlığı ve emekçi iktidarı için mücadele ederek bizlere örnek olmuşlardır.

Partimiz, ülkenin ve emekçi halkın çıkarlarını her zaman herşeyden üstün tutan bir geleneğin mirasçısıdır. Bu devrimci geleneğin bize yüklediği görev ve sorumluluğun bilincindeyiz. 

Büyük Parti Bilinci
Partimizin temel meselesi, büyük parti olduğunu kavramasıdır. ABD, İşçi Partisi’nin büyük parti olduğunu biliyor. Bildiği için ikili anlaşmalara, Partimizin etkisiz hale getirilmesi için özel maddeler koydurmaktadır.

Amerikancı Şer cephesi, Avrupa Birliği’ne bir tek İşçi Partisi’nin direndiğini saptamaktadır. Herkesin gözünde, İşçi Partisi siyasal arenanın bir kutbudur. 

İşçi Partisi’nin programları, 28 Şubat süreciyle birlikte iktidar olmaya başlamıştır. Sürecin ilerlemesi, o programları üreten partiyi de iktidara getirecektir. İşçi Partisi, önümüzdeki dönemde kurulacak Cumhuriyet Devrimi Hükümeti içinde yer alacaktır. Bütün örgütlerimizin bunun bilincinde olması, başarının birinci şartıdır. 

Halkın çoğunluğu Sağ’ın hegomanyası altındadır. Sağ’dan insan kazanmadan hükümet olunamaz. Kurtuluş Savaşımız da, Mustafa Kemal’in Ortaçağ kültürünün içine hapsedilmiş insanlarımızı ayağa kaldırarak yaptığı büyük bir eylemdi. Türkiye yine oralara gelmektedir. 

Yurdumuzun çeşitli bölgelerinden, MHP ve FP tabanında Partimize yöneliş başladığı bilgileri gelmektedir. Partimiz, yalnız sol içinde değil, halkın bütün kesimlerinde tartışılmaktadır ve bir iktidar seçeneğidir. Yalnız birbirinden adam kazanan kapalı devre Sol örgütler dönemi kapanmıştır; Sol’un halkla bütünleşme olanağı, İşçi Partisi’ndedir. 

2000’e Geldik
İlk kez 16 Temmuz 1978 günü, Pazarcık Demirciler köyünde, Merkez Komitesi üyemiz Mehmet Çetin’in devlet kuvvetlerince katledilmesini protesto için yaptığımız mitingte, 2000’e doğru tahlilini açıklamıştık. Yüzyılın sonlarında Türkiye’nin çelişmeleri öylesine keskinleşecekti ki, mevcut sistem bu ağırlığı çekemeyecekti. 

Bu tahlil, doğrulanmıştır. Türkiye, 21. yüzyıla büyük değişme potansiyeliyle girmektedir. 28 Şubat, devrimci sürecin başladığının işaretidir. İkili iktidar durumu doğmuştur. 28 Şubat, kendi programını dayatmış, fakat mevcut mafya-gladyo-tarikat rejimini değiştirememiştir. Türkiye halkının Küçük Amerika rejiminden kurtulma ve Devrimci Cumhuriyeti yeniden kurma süreci önümüzdedir. 

Bu bir hesaplaşma sürecidir; zafer garantisi yoktur. Mustafa Kemal de Kurtuluş Savaşı’na girdiği zaman, bir garanti yoktu. Ama milletin gücüne güvendi ve kazanacağız kararlılığına sahipti. 

Öncelikle Türkiye’nin birikimi ve özellikle dünyada Batı’yı dengeleyen bir Avrasya kutbunun ortaya çıkması, Kemalist Devrim’in yeni atılımının koşullarını yaratmıştır. 

Batı’nın kendi çürüyen sistemini Asya’ya dayatma şansı artık yoktur. Tam tersine Asya, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, ABD ve Avrupa’ya, kendi çözümünü dayatacaktır.

İşte 2000’lere geldik. Büyük devrimci umutlarla, büyük tehlikeleri göğüsleme kararıyla, Türkiye’nin büyük uygarlıklar görmüş halkına duyduğumuz güvenle, uyuşturucuya mahkum olmuş çürüyen Batı’ya cephemizi dönerek ve ufukta Asya’nın büyük yükselişini saptayarak yeni binyıla giriyoruz. 21. yüzyılın, tıpkı 20. yüzyılın başındaki gibi büyük bir devrimci atılıma sahne olacağını biliyoruz. 
2000’lerin ilk on yılı içinde, 

IMF yönetimine son verilecektir;

ABD ile halktan gizli imzalanan anlaşmalar, elbette yırtılacaktır; 

AGİT anlaşması kesinlikle geçersiz olacaktır;
Devlet egemenliğini ortadan kaldıran, yargıyı emperyalistlerin tayin ettiği hakemlere teslim eden MAI anlaşmaları, Tahkim düzenlemeleri, hepsi kaldırılacaktır; 

Türkiye, NATO’dan çıkacaktır;

Ülkemiz, Avrupa’nın kölesi olmayacak, Asya’nın yeni devrimci yükselişindeki parlak yerini alacaktır.