Sanıkları çağırdılar. Ardından avukatları. Hepsi tanıdık. Bu kez Yargıtay koridorlarındayız. Salona tek tek alını- yorlar. Bazılarını Silivri Cezaevinden çıktıktan sonra görmedim. Kimini de duruşma salonundan anımsıyoruz. Uzaktan yüzleri aklımızda başka türlü kalmış.
Tutukluların duruşmada bulunma hakkı yokmuş, avukatı olmayanlar da katılamıyor. Mahkeme başkanı ayrıntılı ayrıntılı süreci anlatıyor.
Tutukluların duruşmada bulunma hakkı yokmuş, avukatı olmayanlar da katılamıyor. Mahkeme başkanı ayrıntılı ayrıntılı süreci anlatıyor.
-Mümkün olduğu kadar tekrardan kaçının.
Karşılıklı bir “tamam, peki...” havası. Bir tuhaflık. Hani kentten uzak bir köye filan gidersiniz, ilk dakikalarda etrafınıza bakınır bir gariplik sezersiniz ama ne olduğunu anlamazsınız...
Sessizlik!
Birden fark edersiniz hah, işte trafik vb gibi o uğultu yok... evet öyle bir alışılmışın olmamasından kaynaklanan eksiklik duygusu...
Savunmalar alfabetik sırayla yapılacak. Talepler dikkate alınacak. Pazartesi, salı, çarşamba, perşembe duruşma var.
Rapörtörün raporu okunuyor. O arada adalet sistemimizde bir iyileştirme ve çağdaşlaşma yapılması gerektiğini ne zamandır söylüyoruz, Ulusal Kanal’da kaç kez program yaptım. Hadi diyelim bu uzun ve tartışmalı bir eylem... Ancak dilde bir sadeleştirme hemen uygulanabilecek bir konu. Tetkik hâkimi genç bir bayan. Fakültede derste görmüşlerdir, ama yaşamında o sözcükleri hiç kullanmamış belli. Hatta yazan da aynı kişi mi bilmiyorum ama o da birçok geçen arapça, farsça kökenli osmanlıca sözcüklerin anlamına ve söylenişine hâkim değil.
Ben buradan söyleyeyim, gönüllüyüm. Yasalardan başlayarak hemen sadeleştirebilirim.
Okuma bitiyor.
Deve boynu hesabı dava neresinden tutsanız elde kalıyor. Usulden bozma istenmiş.
Haklıdır, ama yetmez. Cim karnında nokta.
Ara veriyoruz.
-Hey koğuş arkadaşları... hadi gelin hep birlikte bir fotoğraf çektirelim.
Asker arkadaşlığı iyidir de, galiba bu başka. Ülke kaderi arkadaşlığı. Kökleri derin.
Uzun süreli.
Kederde ve sevinçte...
Bizler de görüşme camının, telefonunun öte yanındakileriz. Bizim de hukukumuz başka. Çocuklarımız büyüdü, evlendi, torunlarımız oldu, çocuklarımızı, eşlerimizi kaybettik, acılarımızı, buruk sevinçlerimizi paylaştık. Yürüdük, duvarlara yüklendik, gaz soluduk, tazyikli sularla yıkandık, üşüdük, terledik...
Uzmanlığımızı bitirdik sayılır.
Tahtalara vurun! Prof’luktan korunalım!!
***
Koridorda hâkimler hakkında yorumlar yapılıyor. Psikolojik, fiziki, siyasi tahlillere dayanan yorumlar... Kitaba, maddeye değil de yargıcın kaşına gözüne bakmak... Ne ayıp, değil mi... Ama uzun süredir böyleydi yargılama sürecimiz... Yazılı yasaya göre değil, siyasi eğilime göre karar verildi. Yasalar çatır çatır gözlerimiz önünde çiğnendi, kirletildi...
Alışmamışız. Mahkeme baş- kanı son derece nazik ve saygılı.
Her konuşmasından sonra avukatlar ve sanıklar arasında hayret dalgalanmaları oluyor...
Babalarımızdan, analarımızdan Cumhuriyet yargılamasında gördüğümüz “normal” olanı yadırgıyoruz.
İlk Doğu Perinçek savunma yapıyor. Saat tutmadım ama 10 dakikadan azlığı vardır, uzunluğu yoktur.
Dediklerine katılıyoruz, not tutarken kafamı sallayıp duruyorum: Bu davanın hukuki bir açıklaması yoktur... Suç tarihi gözaltına alındıkları tarihten itibaren başlamaktadır... O suçu işleyenler de gözaltına alanlardır...
Delillerden örnek veriyor. Şu ünlü 25 bin G-3 silahının nasıl iki araba bagajına sığdığı konusu. Siz nasıl hukuka sığdıracaksınız... diye sorarak başlıyor.
Hepsinden önemlisi. Bu kararı Mehmetçik bekliyor diyor. Doğrudan esasa girilmesini talep ediyor. Beklenecek zaman yok. Sebep sonuç ilişkisi tehlikeli.
TGB’nin kurucu genel başkanı Adnan Türkkan’ın hepimizi heyecanlandıran savunmasından sonra ayrılmak zorundayız.
(Bu satırları duruşma sırasında yazıyorum. Ertesi gün belki gazetelerde okuyacaksınız. Haftalık yazmanın hem zorluğu hem de kolaylıkları vardır.)
İlk ünlü Beşiktaş adliyesinden tutuklanıp gittiklerinde otobüsün arkasından bakıp şöyle demiş- tim:
-Atatürk hakkında da idam kararı verilmişti. Ama hiçbir zaman uygulanmadı. Sonunda o kararı verenler mahkum oldu...
Bir ilginç gazeteci arkadaşım da şöyle yazmıştı ertesi gün:
-Şule Perinçek kocasını Atatürk’e benzetti...
Gülsem mi ağlasam mı...
Yalan da değil. Haklıyız, doğruyuz. Biz hem geçmiş hem de geleceğiz. Vatanın bölünmesine izin vermeyeceğimize göre. Adım gibi biliyordum. Atatürk de biliyordu. Güvenimiz onun deneyimine de dayanıyor, elbette.
Şimdi gerçi herkes Ergenekon savunucusu, kadere bakın siz...
O sıralar geçmiş olsun da dedirtmiyordum kimseye. Onu kara kara geleceğe bakanlara saklayın diyordum. Bizimki aydınlıktı. Yanılmadık.
Korkup doktoraya kaçanlar var, şimdi. O da haklı! Korkmakta, yani. Hem de çok korkmakta haklı.
Bu gözler, diyorduk, daha Silivri’de başkalarını görecek... Görmeye başladık gerçekten. “Daha”sı “daha” gelecek biliyorum.
Eskiden vardı, artık yok da, el örgüsü kazaklar... Bir ilmek çekersen ta aa boğazına kadar sökülür gider... Aynen öyle olacak...
***
Yazıya kaldığım yerden devam ediyorum.
Şimdi neredeyim bilin bakalım!
Ankara’dan Frankfurt’a uçuyoruz. (Bu arada THY raporu vereyim. Yine rötar yaptık. Dişimi kıracağım günü heyecanla bekliyorum!!) Galiba altımızda Macaristan var..
İngiltere’de yargıçların ve savcıların sicili tutulurmuş. Bilmiyordum. Yaşar Okuyan yoldaşımızdan (pek kimseye böyle söylemişliğim yoktur ama sayın Okuyan’la aramızdaki bu parti ilişkisi pek hoşuma gittiği, arada sırada diyelim kırmızı kravat taktığında filan kendisine takıldığım için bu nitelemeyi kullanıyorum. Bu da bizim Türkiye’ye özgüdür. Başka hiçbir ülkede böyle birlikteliğe pek rastlamazsınız. Vatan, millet deyince akan suların durduğu iki düşman kardeşin bile birleştiği başka bir ülke var mıdır acep?? Amma da uzun bir ara giriş oldu... Neyse dönelim esasa...) İlk kez geçen gün duruşmaya gittiğimizde Yaşar Okuyan’dan öğrendim, İngiltere’de yargıçların ve savcıların sicilinin tutulduğunu. Başarı karneleri kaç kararlarının temyizden döndüğü- ne, ne talep edip de tersi kararın çıktığına göre değişiyormuş...
Müebbet isteyip de beraat geldiği acaba kaç savcının sicilinde vardır?
Olur mu? Bizde oldu bile.
Meslekten men sebebi!!
Şule Perinçek / 11 Ekim 2015, Aydınlık