Bu kez de hastanedeyim. Annemin yanında. Siz de beni izlemekten yoruldunuz biliyorum ama ne yapayım, her gittiğim yerden mutlaka yazacak bir şey çıkıyor. Bir devlet hastanesi, SGK.
Ne kadar para o kadar hizmet anlayışı, özellikle gençlerde var. Hastayla konuşurken “sen” demeleri, (tıpkı “kapıcınızla” konuşurken “Ahmet Bey” yerine “Ahmet Efendi” demeniz gibi... Artık onlara apartman görevlisi deniyor, ama “efendi”lik ya da kadınsa ilk adlarıyla seslenmek değişmiyor) ya da sürekli kendilerinden yaşça büyüklere bile takılıp hafiften dalgalarını geçme yetkisini kendilerinde görmeleri beni nasıl huzursuz ediyor bir bilseniz.
Kırk yıllık tanışmış gibi yapıyorlar. “Teyze” parasız ya; aynı zaman da cahildir nasıl olsa. Anlatsam anlamaz. Bana da anlatamaz zaten. Mutlaka yanındakine de sormalıyım, ona da “teyzenin” söylediğini onaylatmalıyım. Belki o zaman ciddiye alabilirim.
Neden? Çünkü onlar sigorta hastası. Statüleri bu. Paralı olsalar giderler özele.
“Siz” denme hakkına da böylece en azından kavuşursunuz.
Ne yazık ki bunu sıradan insanın genel kültür ve anlayışına yerleştirdiler.
Ne kadar para, o kadar köfte!
Ameliyathanenin kapısındaki koridorda karşılıklı iki oturma sıraları var. Gözümle acele sayıyorum... yirmi artı yirmi... kırk kişiden fazlası var eksiği yok. Hasta yakınları. Bekliyorlar. Başı açık olan, inanın... sağdan baktım...soldan baktım... tek bir kişi...
Hemen hepsi belli ki dar gelirli...
O da onların ilacı.
Bu dünyada olmasa da, dişini sık; öte dünyada sana da olur...
Bu dünyada ise “al sana ayda yüz, engelli katkısı”, “iki yüz, yaşlı bakım katkısı...” o ooo... balık tutma da yanında yat... sadaka yem vereyim... işimi döndüreyim...
Ben böyle özellerin cilasının parlak olduğu, ama kuş kondurmadıklarını konuşurken yeni ameliyat olmuş bir ziyaretçi diyor ki:
■ Ben de özelde oldum, ama öyle değildi.
Doğru. Özellerin de arasında sınıf farkı var. Her keseye göre, her mahallede.
Ancaaak... sigorta hekimlerini lütfen gördüğünüz yerde ellerini sıkın, işte onlar çok “özel”! Orta yaş üstüyse.... öpüp mutlaka başınıza koymalısınız... Gerçi yaşlarıyla ilgili bir durum değil.
Bu hastanelerde çalışmak bir tercih.
Doç. Dr. İrfan Gökçay’ı ilk ne zaman tanıdım? Yılını hatırlamıyorum. Ama şimdi neredeyse 40 yaşlarına yaklaşan çocuklarımızdan birinin kırık çıkık işiydi mutlaka...
Hemen Çapa’ya babama koştuk.
Doktorlar, aralarında doktor seçerler bilirim. Doktor dedenin kıymetlisi torun, rastgele olmaz...
Ona demişler ki “Çok parlak bir başasistan var, ona gidin mutlaka...”
Sonradan yollarımız başka nedenlerle kesişti.
O zamandır bu zamandır koca bir orduyu herhalde tamir etmiştir. Üstelik sigorta hastanesinde “tanıdık” hekim olunca baş ağrısından ürolojiye her derde çare olmak da giriyor talepler içine...
Öp başına koy hekimlerden anlayacağınız...
Sigorta hastanesinde çalışmak kolay bir karar da değil.
Yürek ister. Sağlam kafa ister.
Ne demek sağlam kafa?
İnsanı dibine kadar sevmek.
Halkının geleceğinden sorumluluk duymak.
Türkiye’nin bağımsızlığından yana, emperyalizme karşı olmak demek...
“Ne alaka” demeyin. Doğrudan bağlantılı.
Yoksa koşullara direnme gücü bulamazsın. Kaçamak yolları çok.
Ameliyatlar sırada. Hasta kuyrukta. Ağız tadıyla hekimlik yapma olasılığın yok. İstersin ki hastanı sevip okşayasın derdini dinleyesin, derdine çare olmaya çalışasın... Nerdeee... Zaman kısıtlı. Sistem sıkıştırıyor. Girmeyeyim ayrıntısına...
Bir de hekimlik mahareti yanında sihirbazlık da gerekiyor.
Bir hasta yakını telaşla hemşireye gidiyor. Hastasının ateşi 34 derece. Hemşire gülümsüyor.
■ Öyle olsa çoktan ölmüş olurdu. Derece bozuk.
■ Başka dereceyle ölçelim.
■ Yok ki...
Bu en basiti. Başka basitler de var. 24 yataktan 23’ü bozuk. Pencereden aletlere... kimi bozuk kimi zaten hiç yok...
Engelli koşucular.
Bir de üstüne üstlük hastadan dinlediğiniz haklı, bazen de haksız yakınmalara dayanmak ne kadar zor. Ama elinden gelen de yok.
Şikayetin hedefi Ankara olmalı.
Ama ön cephede hekimler.
Yumruğu onlar yiyor, bazen de can verecekler canlarından oluyorlar. Neden o kadar arttığını bir sorun anlatsınlar.
Bir de üniversite hastanesi öyküsü dinledim bu arada. Bir dernek hastaneye katkı olsun diye talep üzerine ameliyat video kamerası almış. Ameliyatların çoğu özele gittiği için, öğrenciler az ameliyat görüyorlarmış. Çekip tekrar tekrar derslerde göstereceklermiş.
Hekimlikte hocaların değeri başkadır. Yalnızca bilgi aktarmazlar. Kitapta yazanların dışında deneyler, yaşanmışlıklar var... Hasta hekim ilişkisi bile öğretilen bir iştir, derstir.
Babam anlatırdı. Asistanken hasta ziyaretine çıkmışlar. Hocaları Tevfik Sağlam. Atatürk’ün doktoru, silah arkadaşı... Bir esip gürlemiş.
■ Kim sarımsak yedi...!!
Babam yutkunmuş. Bir gün önceden ama, hoca almış kokusunu...
■ Hastaya kokarsınız! Sakın ha!!
Bir daha mı...! Aradan geçmiş kırk yıl, babamdan kırk kez dinlemiştim...
Bir Prof. Dr.’la koridorda konuşuyoruz ayrıntılı ayrıntılı, sevecen sevecen hastanın durumunu açıklıyor... Özel bir durum değil, hepsi öyle... O sırada bir görevli odadan yatağı çıkarıyor. Çatara çutara... Bizim hoca bir gözüyle de orada...
■ Devletin malı oğlum o, dikkat et çarpma...
Hasta sorumluluğu, kamu sorumluluğu birbirine koşut...
Hocamın zamanını, dikkatini nelere harcıyoruz.
İşte onun için diyorum. SGK hekimlerinin ellerine sarılın...
Devlet, artık devletten vazgeçmiş.
Siz de vazgeçin diyor.
Onlar sahip çıkıyor.
Not: Annemi sorarsanız. İyi. Yoğun bakımdan yukarı odaya çıkardılar. Geldi, ilk iş sordu:
■Meclis’te ne oldu?
■ Hangi Meclis’te anne?
■ Bizimkinde...
■ Ha, sen ameliyattayken hükümet kuruldu. Binali Yıldırım başbakan oldu.
■ Cumhuriyet? Cumhuriyet duruyor değil mi...
■ Elbette... sonuna kadar sahip çıkacağız... sen merak etme...
dedim... ona göre...
Şule Perinçek / 29 Mayıs 2016, Aydınlık