Şule Perinçek: Milletime yan bakanı tarihe gömeceğiz

O televizyon ekranlarında gördüğünüze aldanmayın. Burnunu bile silmekten aciz zavallı adamcağız meğer neymiş. FETÖ iddianamesinden aktaralım: “O, Peygamberler, evliyalar ve diğer din büyükleriyle mana aleminde buluşan ve görüşen onlarla istişare eden bir kimsedir.Ev ve yurtlardaki dini olduğu söylenen sohbetlerde işlenen önemli temalardan biri budur. Bir kimse bu temaya iman etmediği müddetçe gerçek bir üye olamaz ya da onların ifadesiyle iman etmiş sayılmaz. Örgüt, üyelerine onu bir 'Mehdi', 'Mesih' veya 'Muhterem' olarak tanıtmaktadır.”

 

“Öyle ki, bu 'insanüstü varlığın' yarım bıraktığı yiyecek atığı veya suyu, içeceği bile olağanüstüdür. Örgüt üyeleri onun içtiği çay veya suyun artığını içmek için sıraya girer ve ona kutsiyet atfederler. ”

 

“Çocuğu olmayan örgüt mensupları, sözde liderlerini görmek için ABD'ye gidip Pensilvanya'da kendisinden aldıkları 'okunmuş hurma'yı yiyerek çocuk beklemektedir. Söz konusu haletiruhiye, yüksek tahsil yapmış örgüt üye ve mensupları için de geçerlidir.”

 

Demek ki kabahat Cumhuriyet'te değil yalnızca. Bu insanlar nasıl bu hale geldi. Neyi eksik yaptık diye üzülüp duruyordum.

 

Hz. Muhammet de doğru bir din eğitimi verememiş yüzyıllardır. Var mı dinimizde böyle... Ben hadislerde bile rastlamadım. Peygambere böyle yapıldığına. Onunla görüşen kimseye yapılıyor ama. Çünkü görüştüğü yalan. Yalan üzerine kurulu bir yönlendirme. Peki kim var bu “yönlendirmelerin” tepesinde.?

 

Burada, doğru kapı anahtarı, her zaman yinelediğim gibi şu sorudur.

 

“Kimin işine yarar?”

 

Yani, adamcağızın pis artık suyunu içmek sağlığa yararlı olmadığına göre, insanları buna inandırmak kime yarar?

 

Bir: İnanıyormuş gibi de yapıp karşılığında maddi menfaat sağlayanlara. Bu çeşitli boyutta ihale ve kredi kapmaktan mahallede bakkalından alış veriş edilmesini sağlayanlara kadar uzanıyor.

 

İki: Himmet filan gibi paralara konup bölüşenlere.

 

Üç: Her duyduğuna inanıp boyun eğen, düğmesine bastın mı salla başını geçir ilmeğe bir insan kitlesi yaratmak isteyenlere. 

“Üretme, sakın üretme” diye insanları muhtaç duruma düşür. Sonra da  öte dünyaya umutlarını bağla ya da sadaka dağıt. Gözüne kara gözlükleri tak. Hu hu hurma yedir. İstediğin yöne sür.  

 

İlk iki maddeyi boş geç. Menfaat zinciri kırılınca onlar da biter.

 

Başı dik bir millet değil de, böyle zavallı ümmeti kim ister?

 

Esas soru budur.

 

Atatürk'ün İktisat ve Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt:

 

“Uyuşuklukta ölüm vardır” diyor.

 

İşte o! Milletimin bağımsızlığına gözünü diken o!

 

Ölüm isteyen o! 

 

Cumhuriyetimizin 93 yılında bir kez daha ant içiyoruz. Söz veriyoruz.

 

Emperyalist ülkelere de, onların zavallı araçlarına da hendekler dar gelecek!

 

Milletime, vatanıma, dinime yan bakanı tarihe gömeceğiz.

AYAK SUYU İÇME ÖZGÜRLÜĞÜ

 

Ben ayak suyu içme özgürlüğü istemiyorum. Ondan kurtulmak için bedeller ödemişiz. Yeniden Ortaçağ karanlığına ne benim ne de milletimin içine düşmesine izin veremem! Teröre kaç kurban verdik, veriyoruz. Kimse benim karşıma geçip memleketimi bölmeye kalkanlara özgürlük istemesin!

 

Yanıyorum.

 

Yüreğim yanıyor.

 

Gazetecilere özgürlükmüş, sanatçılara özgürlükmüş... Haber yaptığı için mi soruşturuluyor, resim yaptığı roman yazdığı için mi... Bölücü terör örgütüne destek olacaksın, propagandasını yapacaksın... Fethullahçı Terör Örgütünün dibine kadar adamı olacaksın...

 

Bir siyasi partinin genel başkanı çıkacak mikrofona onlara “özgürlük” isteyecek. İnanın dayanamıyorum.

 

Bu satırları bir toplantıdan sonra, çıkışta o hızla yazıyorum.

 

Öylesine öfkeliyim ki...

 

Gerisini anlayın artık!

 

 

GÖZÜNÜ SEVEYİM TÜRK OLMANIN

 

Uçakta hostes hanım ısrarla İngilizce konuşuyor benimle. Türküm diyorum. Türkçe yanıt veriyorum. Yeniden öyle. Sonra anladım ki beni benzetemedi, “ötekilerden” farklı gördü. Öyle ağırıma gidiyor ki. O anda ben de esmer, kıvırcık saçlı olmak istiyorum. Yalnız görünüş ve giysilerim değil, benden başka yazan çizen, okuyan da yok.

 

Fransa'da yaşayan Türkler Almanya'dakilerden farklı. Hele güneyde. Arap göçmenlerin arasında çok fazla değişmeden yaşıyorlar.

 

Ama bizimkiler öyle değil.

 

40 yıllık partili arkadaşlarımızın oğlunun ve kızının düğününe çağrılıyım. Fransa'ya gidiyorum.

 

???

 

Böyle oldunuz değil mi...

 

Daha dün Almanya'dan gelmişsin. Üç günde üç ayrı şehrinde kalmışsın. Oradan Ankara'ya, sonra İstanbul, sonra sabahına 06.00 uçağıyla Denizli, bir günde üç toplantı bir eğitim, sonra Lyon... ardından Paris olacak. Aklını mı yitirdin diyorsunuz biliyorum. Ama dostluk bir yana yorgunluk bir yana.

 

Onlar da ne zaman Ulusal Kanal'ın Aydınlık'ın başı sıkışsa koşup verirler.

 

Karşılıklı değil, ama biz böyleyiz.

 

İsviçre'den, Almanya'dan, İngiltere'den arkadaşlar da vardı. Sarıldık, kucaklaştık. Bazılarını taa köylerinden, Maraş'tan, Pazarcık'tan, Antep'ten tanıyorum. 40 yıl öncesinden.

 

 

PAYLAŞIMCI, GİRİŞİMCİ

 

Oğlumuz Bora ve kızımız Selver'i evlendiriyoruz. İkisi de üniversite bitirmiş. Selver Türkiye'den. Bora tam bilmiyorum orada mı doğdu, ama doğma büyüme Fransa denebilir. Fransız vatandaşı anlaşılan, belediyede nikah kıyıldı. Gelen arkadaşlarından anlaşılıyor ki geniş bir Fransız çevresi var. Hoş, çok da ayırt edemiyorum. Herkes papyonlu, smokinli. İkinci, üçüncü nesil böyle. Ancak Türk Türk'tür. Böyle yazdım ama Bora Kürt kökenli. Vatan Partisi öylesine güzel bir bileşim sağlamış ki... Kürt-Fransız vb birleşmiş müthiş yakışıklı, demokratik, laik bir Türk çıkmış ortaya. Nikahta duygulanıp ağlaması da dahil müthiş Türk! Anneleri babaları da öyle zaten. Verici paylaşımcı, becerikli, girişimci... Bizim Bora üniversiteyi bitirdikten sonra demiş ki ben gidiyorum Türkiye'ye orada çalışacağım. Şimdi öyle bir yol açılmış. Üniversiteyi bitiren dönüyor Türkiye'ye, birkaç dil biliyorlar, iyi bir üniversitede okumuş oluyorlar. Kolay iş buluyorlar. Ve de hepsinden önemlisi itibar görüyorlar. Bizim partili arkadaşların çocuklarının çoğu güzel Türkçe de konuşuyorlar. Hepsi tam fıstık yani... Yüksek ücretlerle iş bulmakta zorlanmıyorlar.

 

 

BAĞLARINI KISKANDIM

 

Gelelim düğüne. Nikahtan sonra eski bir şatonun bahçesinde kokteyl vardı. O bölge şaraplarıyla ünlü. Gelirken yolda kıskandığım bağlar gördüm. Neredeyse kilometrelerce... git git bitmiyor.

 

Bizde her yörenin kendine özgü çok özel “rayihası” (kokusu demektense, bu sözcük üzüme daha çok yakışıyor, anlamı da zaten “hoş koku” ) olan üzümlerimiz var.

 

Şarapçılık desteklense, ihracat yapılsa...

 

Bir gün şarap ülkesinden bir turiste, öküzgözünü önermiştim. “Hımm...” dedi aldı. Sonra geldi, kasayla götürdü.

 

Diyeceksiniz ki kösteklenmesin başka ihsan istemeyiz...

 

İlle içici olmanız gerekmiyor ki... size ne değil mi... Tarımda biz istemişiz bir tane, doğa vermiş bize bin tane. Neden değerlendirmeyelim... gelire çevirmeyelim.

 

Ayrıca... konuşmayayım diyorum ama kendimi de tutamıyorum. Şeriatla yönetilen ülkelere gittiğimde çook masa altlarına tanık oldum.

 

Neyse aralara reklamları alıyorum.

 

Ama hakkımı yemeyin, sonunda “Kürt-Fransız-müthiş Vatan Partili Türk” arkadaşlarımızın düğününe geri dönüyorum. Fransız mutfaklı kokteylden sonra rakı sofralı yemeğe geçtik. Davul zurna, Neşet Ertaş, Arguvan, Diyarbakır, halay, Sevgi Hamuroğlu'nun sesinden Türk sanat müziği eşliğinde dans, araya zeybek, elbette Ankara-kaldıramıyorum kolları...

 

Ne eğlendik... ne eğlendik...

 

Gözünü seveyim Türk olmanın, gözünü seveyim Vatan Partili olmanın...

 

 

Şule Perinçek / 30 Ekim 2016, Aydınlık