Şule Perinçek: Kadının kurtuluş inkılabı

Türk kadınları, toplumumuzun her devrim aşamasında kendilerine alan açma ve açılan alanı genişletme mücadelesine etkin olarak katılmıştır. Atatürk’ün tanımladığı gibi devrimlerin ‘teşvik edeni’ olmuştur.

 

“Türk inkılabı denildiği vakit, bunun kadının kurtuluş inkılabı olduğu beraber söylenecektir. Şimdi almakta olduğumuz teşebbüs, bu kurtuluş istikametinin tamamlanması, sonuçlanması ve en verimli hale getirilmesidir...”

 

9 Aralık 1934’te kadınlar seçme ve seçilme hakkına kavuştu. O gün İnönü ‘nün Meclis’te söylediği gibi “100 yıllık Türk inkılabı” kadının kurtuluş sürecidir.

 

Kadınlar yüzyıllardır feodal ilişkilerin en ağır baskısında altındaydılar ve yönetilenlerin yönetileniydiler. Bu yasayla Türk kadını, türlü saray entrikalarıyla oğulları üzerinden değil, kocalarının otoritelerinin kanatları altında değil; doğrudan halkın seçimiyle, bir birey olarak, bir kadın olarak “yönetime” katılma hakkına kavuşuyordu. Artık siyasi iktidarda görev alabilirdi. Devletin karar verme sürecinde söz sahibi olabilirdi.

 

Bu aşamaya nasıl gelindi?

 


GÖKTEN DÜŞEN BİR ELMA MI

 

Bu hak ona gökten düşen üç elmanın biri gibi, “hadi bu da sizin olsun” diye mi verildi...

 

Toplumların her ileri atılımında, demokratikleşme girişiminde buna en çok sahip çıkanlar, doğal olarak buna en yakıcı ihtiyacı olanlardır. Türk kadınları da toplumumuzun her devrim aşamasında kendilerine alan açma ve açılan alanı genişletme mücadelesine etkin olarak katılmıştır. Atatürk’ün tanımladığı gibi devrimlerin “teşvik edeni” olmuştur.

 

Ancak bir “hakkı”, o “hakkın bilgisine” sahip olursanız elde etme mücadelesi verirsiniz.

 

Batı’daki 1789, 1830, 1848 devrimlerinin “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” kavramları Osmanlı toplumunun da kapısına dayanmıştı. O sıralarda, 1791’de Fransa’da Olympe De Gouges “Kadın ve Kadın Yurttaşın Haklar Bildirgesini” yayımladı. Hakların doğuştan olduğunu, kadınlarla erkeklerin eşit olduğunu ve erkeklerin yaptığı işlerin hepsini yapabileceklerini söylüyordu. Bildirgenin 10. maddesindeki sözlerini hâlâ zaman zaman anımsatmak zorunda kalırız:

 

“Kadının giyotin sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır!”

 

Peki, bu düşüncelerin ve yaşananların bilgisine nasıl sahip olabilirsiniz? O dönemin iletişim araçlarıyla, ancak okuyarak. Ya da okuyanlardan dinleyerek.

 


ZORUNLU İLKÖĞRETİM

 

100 yıllık devrim sürecinin başlarına doğru gidelim.

 

III. Selim’den (1789-1807) bu yana ıslahat hareketleri başlamıştı. 1824’te II. Mahmut’un fermanıyla beş-altı yaşına gelen çocukların belli eğitim almaları söyleniyordu. Ancak 1839’a kadar yaşama geçmedi. Kız çocukları ancak sıbyan mektebine gidebiliyordu. Ancak belli bir kesimin kız çocukları evde özel ders alarak eğitim görüyordu.

 

Zorunlu ilköğretim, 1869’da çıkarılan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’yle hukuki alanda kabul edildi. 1876 Kanun-i Esasi’sinde ise Anayasal madde olarak yer aldı.

 

Yeterli midir?

 

Kadınların eğitimi açısından en önemli gelişme elbette 1870’te açılan Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) oldu. “Kadın öğretmen” kız çocuklarının sıbyan, rüştiye ve kız meslek mekteplerine gitmelerini kolaylaştırdı. Onlar devletin ilk resmi kadın memurları, yöneticileri, müdireleri oldular. Toplumsal yaşamda etkin roller üstlendiler.

 

Kadın okur-yazarlar, şairler, makale yazarları, çevirmenler Osmanlı yaşamına girdi.

 

Bu dönemin kadın yazarları elbette henüz, evde özel eğitim görme ve yabancı dil öğrenebilme olanağına sahip belli ailelerin kızları ya da kız kardeşleridir. Ancak artık konaklarında boşanma, tesettür, çok eşlilik, görücü usulü, kültür, sanat konuşuluyordu...

 

Dergilere haklarını ve konumlarını tartışan yazılar, mektuplar yazıyorlardı, yayımlananları okuyabiliyorlardı. Bizzat dergi çıkarıyorlardı. Okuma yazma bilmeyenler bile başkasına yazdırarak tartışmalara katılıyorlardı...

 


SORGULAMA BAŞLADI

 

İlk başta Maarifi Sever Bir Hatun, Üsküdar’da Sakine Bir Hanım, Lisan-ı Aşina Bir Hanım, Mektepli Kız, Bir Kocakarı gibi rumuzlarla yazmışlardır. 1908’e doğru kendi kimlikleriyle yazanlar, başyazarı ve yazı kadrosu kadın olan dergiler ortaya çıkmaya başladı. 1897’de Fatma Fahrünissa Hanım gazetede yazısı yayımlanırken adının önüne “Ahmet Vefik Paşa’nın torunu” tanımlamasının konmasını “teessüfle” karşılar. Herkesin kendine mahsus fikirlerinin olduğunun altını çizer.

 

Artık adlarının olabileceğini bilmektedirler.

 

Sorgulama başlamıştır.

 

Dergilere gönderdikleri mektuplarda kimi “el, ayak, göz, akıl gibi vasıtalarda erkeklerden ne farkları bulunduğunu, neden bilgi ve hüner kazanmaya kudretli olmadıklarını” sorar, kimi de “erkeklerle aynı vapur ücretini ödedikleri halde, neden kötü şartlarda seyahat ettiklerini...” Okuma yazmalarını engellemenin “kadınları insan sırasına geçirmeyip hayvan gibi bırakmak” olduğunu düşünmektedirler. Tepkilerini yazıya dökmekte, yaymaktadırlar. İlk çıkışlarında dergilerinin amacını “Biz ki saçı uzun aklı kısa, diye erkeklerin hande-i istihzasına hedef olmuş bir taifeyiz. Bunun aksini ispat etmeye çalışacağız” diye açıklayanlar vardır. Daha sonraları kadın şair ve yazarların fikir yazıları yayımlanmaya başlar, bazı kadın dergileri onların kitaplarını basar ve satarlar. Siyasi alana da girerler. Bazı dergilerde İttihat Terakki’nin gizli kadın üyeleri vardır.

 


OKUR-YAZAR KADINLAR

 

Bu kadınlar 1908 Devrimi’nin hazırlanmasına, toplumsal ve siyasi yaşamın yönlendirilmesine, demokratikleştirilmesine, laikleştirilmesine ve Milli Mücadeleye katıldılar. Devrimlere gebe yeni kadınlar yetiştirdiler.

 

2 Şubat 1923 günü İzmir’de işte o Kız Muallim Mekteplerinden birinin Edebiyat Öğretmeni Nuriye Hanım müthiş bir özgü- venle Atatürk’e şöyle soruyordu:

 

“Paşa Hazretleri, Türk kadınlığının ruhundaki büyük sızıyı açmak istiyorum. Türk kadınlığı içinde öyle bir sızı, öyle bir yara ve elem saklıyor ki, gizliyor ki, bunu ancak şimdi açabiliyoruz, Muhterem Paşa.

 

“Bu kadar büyük inkılaba sebep olan büyük ve muhterem şahsiyetleri yetiştiren analar, doğuran analar veyahut kardeşlerini her zaman sınır boylarına gönderen kadınlar, her zaman için öteden beri sefil bir haldedir. Onların erkekler gibi hür, muhterem ve temiz bir hakkı, onların da erkekler gibi hür ve mukaddes bir hakkı olmayacak mıdır? (Atatürk’ün Bütün Eserleri,c.15, s.56)

 

Atatürk, yanıtına şu sözlerle başlar:

 

“Arkadaşlar, asırlardan beri miras alınagelen zihniyetleri, âdetleri ve ananeleri kökünden çıkarıp atabilmek için, itiraf etmeliyim ki, kolay bir şey değildir; müşkül bir meseledir.”

 

Sonra kendi yaşamından, yetiştirilme tarzından ve onu terbiye ederken “padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti” olduğunu söyleyen annesinden söz eder. Bu korku ve terbiye ile “o vehmedilen makama karşı, vehmedilen şahsa karşı” çok ibadet etmiştir, çok dua etmiştir. Oysa yanlış terbiye almasa, onun gibi herkes de çok zaman önce başka türlü de düşünür, bu felaketlere uğramazdık...

 

(ATABE, c.15, s.67, 68)

 


KADINA ALAN AÇILDI

 

3 Kasım 1839’da Gülhane Meydanı’nda ilan edilen Tanzimat-ı Hayriye Fermanı’nda kadınlara ilişkin herhangi bir madde yoktur. Ancak “yedi evliya gücündeki” padişah kendi iradesinin sınırlandırılmasını kabul ediyordu. Merkezi feodal gücün hukuk ve hakimiyetinin çok sınırlı da olsa sorgulanması, beraberinde bir meta olarak alınıp satılabilen kadının devletle ilişkilerinin, toplumdaki yerinin ve feodal kültürün de sorgulanabileceği anlayışlarını uyandırdı. Kadınlara da eşitlik ve özgürlük talebi konusunda alan açıldı.

 


KADIN VE ANAVATAN

 

Tanzimat, esas olarak Batı kapitalizmine ve yabancı sömürüye İmparatorluğun kapılarını ardına kadar açıyordu. Ancak kendi zıddını da yarattı. Bu iki çizgi bir anlamda bugüne kadar süregeldi. Biri Saltanat baş- kentindeki Batı taklitçisi Tanzimatçı anlayış ve tek başına kurtuluşu çözüm olarak gören liberal eğilimdi. Onun karşısında da 1876 Meşrutiyet Devrimi’nin öncüleri Genç Osmanlıların “konuşulan Türkçe”ye getirdikleri “vatan, millet, hürriyet, vatanperverlik” gibi yeni kavramlarla tanışan kadınlar vardı. Her alanda; siyasi, toplumsal ve ekonomik mücadele süreci başladı.

 

Zaten Osmanlı, yüzyıllardır “ekende yok, biçende yoktu ama yiyende” ortaktı. Devlet iyice borca battı, Osmanlı daha da acımasız oldu. Ekmek fiyatının evin ekmeğinden sorumlu olan gücü, kadınları etkilememesi düşünülemez. Anadolu’nun birçok yerinde 1908 Devrimi’ne yol açan eylemler gerçekleştirdiler. Eylül 1907’de Erzurum’da “pahalı ekmek” isyanı oldu. 23 Haziran 1908’de Sivas’ta elli kadar kadın, vilayet konağı önünde toplandı. İsyan hızla yayıldı. Sayıları 500’ü buldu. (Zafer Kars, 1908 Devrimi’nin Halk Dinamiği, Kaynak Yayınları, 1997, s.24)

 

Uşak’ta işsiz kalan, elle yün eğiren, boyayan kadınlar 1908 Mart’ında mekanik ve buharlı yün eğirme fabrikalarını bastı. Göstericilerin sayısı bin 500’ü buldu.

 

1908 Devrimi’ne giden yolda hem Anadolu kadını, hem aydın kentli kadın, hakları için mücadele etti. Kazandı. Haksızlığa karşı mücadele etti. Başardı. 1908 Hürriyet Devrimi’ni sokaklarda kutladı. Bu bilinç ve birikimle miting alanlarına ve kürsülere çıktı. Kurtuluş Savaşı’nda “mucize” yaratacak kadınları ve oğulları doğurmaya hazırdı. Yeniden “kafesine” sokmak mümkün olmadı.

 

Anadolu kadını da geçmişte “Yürü bre Hızır Paşa / Senin de çarkın kırılır / Güvendiğin padişahın/ O da bir gün yıkılır” diye başkaldıran bir kültürün taşıyıcısıdır.

 

Vatan kavramını çok çabuk kavradı.

 

Çünkü o “ana”vatandı.

 

Devrimin ve hürriyetin simgesiydi.

Dönemin kartpostallarnda kadnlar ön planda
Dönemin kartpostallarnda kadnlar ön planda