Şule Perinçek: Hepimizin yasemin koktuğu bir gelecek

Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te bir restoran. Herkes oturmuş yemek yiyor. O sırada usulca küçük bir kız çocuğu tek başına içeri giriyor. Altı yaşlarında... Düzgün giyimli. Dolaşıyor masaların arasında, bir yere oturuyor... Herkes ilgileniyor. Adını soruyorlar. Adı Anano.


Kaç yaşında?


Nerede oturuyor?


Nasıl özenli ve şefkatliler...


Bu bir deney.


BM’nin örgütü UNİCEF’in bir deneyi.


Anano daha sonra aynı restorana tekrar gidiyor.


Ancak bu kez saçları üstü başı dağınık. Üzerinde eski giysiler.


İçindeki çocuk aynı çocuk, ama bu kez tepkiler öyle farklı ki...


İnsanlar Anano’yu görüyorlar ama görmüyorlar... Kafalar çevriliyor. Hatta bazıları garsonu çağırıyor, dışarı çıkarılmasını istiyor. Kimi hemen çantasını güvene alıyor çocuk yanından geçerken. Yoksul ya... Potansiyel hırsız. Sokaktakiler daha beter... Küçük kızı sonunda ağlatıyorlar...


Deney, insanların dış görünüşüne göre değerlendirmelerini eleştirmek için yapılmış belli ki...


Kuşkusuz doğru.


Sonuçlar da şaşırtıcı değil.


Ye kürküm ye!... Biz daha önceden biliyoruz, değil mi...


Doldur! Eskisinden daha beter her geçen gün!


Ben elbette biraz da tersinden bakmak gerekir diye düşünüyorum her zamanki gibi. Herkes o tarafa baktırılırken eğilip biraz da arkasındakini “görmek” gayreti!


Deney için o yaşta küçük bir çocuğun hırpalanmasına izin vermek de UNİCEF’in ayrıca bir ayıbı. Çocuk sonunda deneyi yarım bırakıyor ağlayarak kaçıyor çok itilip kakılınca... Benim de içim işte o zaman eziliyor.


Batı ülkelerinde neden yapmıyorlar bu deneyi? Aileler izin vermezdi büyük olasılıkla. Belki de orada yapmak daha cesaret işi. Çocuk, bırakın hırpalanmayı tacize uğrayabilirdi. Biliyorsunuz, Batı büyük kentlerinde çok yaygın. Geçerken şu “çürümüşlüğe” bir dokunmasam olmaz sanki...(!)


Ne yapayım, çok kokuyorlar.


Peki, yoksul olmak ille de üstü başı kirli ve dağınık olmak anlamına mı gelir? Emekçilere genellikle o gözle bakılır. Bizim gençliğimizde ilk solcu olduğumuz yıllarda “burjuva-emekçi” ayrımı böyle algılanırdı. Dağınık, pis, döküntü, özensiz, estetik ve uyumdan yoksun... “Proleterleşmek” bu anlama gelirdi. Siz işçiyi-emekçiyi “burjuva” gözüyle böyle gördüğünüz için. Ona “mis kokulu” tepeden bakıp onu aşağıda “pis kokulu” gördüğünüz için, onun gibi olmayı böyle algılıyordunuz.


Tıpkı bir zamanlar aristokratların, asilzadelerin yeni gelişen sınıfa, burjuvaziye bakışı gibi.


Oysa okuduğumuz kitaplarda o zaman da “işçi ve emekçiler” için “geleceği üretecekler”, “ileri sınıf” diye yazıyordu.


Kuracağımız düzen insanlık tarihini daha ileriye taşıyacaktı.


Daha temiz, daha düzenli, daha sağlıklı, daha kültürlü, değer yargıları daha gelişmiş olmalıydık. Çünkü biz üstelik emeğin ve üretenin hakkını savunan, bunların bilgisine sahip öncülerdik... “İlerinin” “geleceğin” inşaat işçileri!


Hadi şimdi “inşaat işçisi” deyince aklınıza ne geldiğini itiraf edin.


Bizim gibi yasemin kokulu birileriyle çağrışım olarak bile ne alakası var, değil mi... Unutmayın, saygıda kusur etmeyin; oturduğunuz binayı onlar yaptı. İşçisinden mimarına, mühendisinden müteahhitine, denetleyen memuruna; onları doyuran, enerjilerini üreten köylüsüne selam olsun...


Neyse küçük Gürcü kızı Anano’dan kalktık sabah sabah nerelere geldik.


Bir umutla bitirelim.


Bayram tatilinizin son gününde hepinize; hepimizin, erkek kadın ayrımı da yapmadan... Hepimizin yasemin koktuğu bir gelecek diliyorum.


Karınca misali.


Gün gelecek.


Görür müyüz?


Görecekler.


Atamızın diline sağlık: “Sınıfsız, imtiyazsız” bir toplum kuracaklar...


***


Yasemini nereden alacağız?


Laf lafı açınca bazen uzayıp gidiyor. Yukarıda yazamadım. Yasemin kokusu. Nereden geldi aklıma. Aslında gerçek. Beni tanıyanlar, yani yüz yüze görüştüklerim bilirler. Kullandığım bir koku.


“A aa çiçek mi açmış, nereden geliyor bu yasemin kokusu” derler.


Suriye’nin huzur dolu günleriydi.


Sanıyorum, Şam Üniversitesi’nde sempozyuma katılmak için gittiğim ilk kezdi. Çarşı pazar gezmek, yaşamda hiç kullanmayacağın şeyleri gittiğin her yerden doldurup almak pek yaptığım bir iş değil. Ama birileri alırken ufacık bir şişe ben de almış idim. Önce kızıma armağan. Sonra bir dadandık. Yasemin esansı. Hanımeli de var. Parmağınızla azıcık dokunduruyorsunuz.


Müthiş!


Güzel. Hafif.


Ve de çok ucuz.


Yani demem o ki...


Hepimizin yasemin kokabilmesi için...


Suriye ile kapılarımızın ardına kadar açık olması gerekecek ilk önce.


Komşu komşu huu ben geldim... Çat kapı gideceğiz.


İstanbul’dan çıktık sağ salim yola; sınırlarımızda, kentlerimizde bombalar patlamayacak. Can güvenliğimiz olacak.


O zaman neyleyeyim ben kokuyu...


En fazla o soğuk taşın üzerinde, gül suyu dökerler üzerinize...


Ekonomimiz iyi olacak ki maaşlarımız ödene... paralar kazanabilelim. Yasemin kokularını satın alabilelim.


★★★


Şimdi anladınız değil mi, yavaştan nereye getiriyorum sözü.


Ankara, Ankara güzel Ankara!


Bahtımız, kokumuz sana bağlı!


***


ABD’de taşlar oynuyor


ABD’de de polis çok acımasızdır.


Hele karaderililere, hispaniklere...


Çok doğal ve sıradan gördükleri için dizilere bile yansır. Bir sakınca görmezler ekrana, beyaz perdeye yansıtmakta.


Dallas’ta beş polisin öldürülmesiyle sonuçlanan olaylar yine bir siyaha kontrolsüz şiddet uygulanmasıyla başladı. Şimdiye kadar ya da yakın tarihte diyelim en büyük çapta olanı. Bizim Anadolu Ajansı haberi “ABD’de polise saldırı” başlığıyla verdi. Durduk yere değil elbette.


ABD ekonomisi büyük zorluklar içinde debelenip duruyor. Dünya efendiliğine, kaba kuvvetine dayanan gücü zayıfladı. Kıtalararası zenginlikleri yağmalamak üzere istediği gibi at koşturamıyor. Rant daraldı.


Gelir dağılım olağandışı bozuldu. Zaten sınırlar çok sert ayrışır, bizdeki gibi bile değildir. Yoksulluk arttı. Tepkiler patlamalar şeklinde hızlanıyor. Gemi su alıyor.


Ancak yine de “kolonun arkasından” ateş eden “iki keskin nişancı” soru işaretleri taşıyor.


Sonrasında ne gelecek?


Olaylar bitmiş değil, galiba yeni başlıyor.


Seçimler, balonlar, balolar da artık oyalayamıyor.


ABD’de taşlar yerinden ister istemez oynuyor.


ABD hapşırsa İngiltere hasta olur. Oradan da belli.

 

Şule Perinçek / 10 Temmuz 2016, Aydınlık