Şule Perinçek: HDP’nin kadın günahını almışım

19 Ocak 2016’da HDP Diyarbakır milletvekili Altan Tan Meclis Başkanlığı’na bir soru önergesi vermişti.


1-Başörtülü personellerin ve başörtülü personel eşlerinin daha rahat bir şekilde kadın kuaförü hizmetlerinden faydalanması için sadece kadın personellerin çalışacağı bir yer açılması düşünülmekte midir?


2-Eski milletvekili odalarının bulunduğu alanda sadece kadın personellerin çalıştığı bir kadın kuaförlüğü bulunmasına rağmen, yeni binada başörtülü kadınları mağdur eden bu uygulamanın iki yılı aşkın süredir düzenlenememesinin gerekçeleri nelerdir?


Görüyorsunuz değil mi, HDP’nin kadına verdiği değeri!


Kadın orada yanıyor. Milletvekili nerede?


Daha geçenlerde sormuştum. Hangisi bölgelerindeki kadınların yaşamlarında bir iyileştirme için için taş üstüne taş koydu... Hakları hukukları için hangi önergeyi verdiler... diye..! O gündür bu gündür sol kolumda bir ağırlık bir ağırlık... Günahlarını almışım, yazılmış ha yazılmış. Haksızlık etmişim. Anlı şanlı Diyarbakır milletvekili boş durmuyormuş. Soru önergeleri filan veriyormuş. İşte belgesi!


Meclis Başkanlığı, Kanunlar ve Kararlar Başkanlığı da sektirmedi, yanıt verdi.


“Kurumumuzda çalışan erkek personelin eşleri ile kadın personel için sadece kadın personelin hizmet sunacağı bir kuaför salonunun açılması planlanmaktadır...” Yerleri darmış. Mekan aranıyormuş...


Ah ah orada olacaktım da...


İzmir nire, ora nire demiyecektim!!


***


Ağlamak istiyorum bağıra bağıra


Daha sık haber yaptığım günlerde benimle dalga geçerlerdi. Bir gün gidiyorsun beş gün yazıyorsun diye... Hak ediyormuştur, bol malzeme veriyormuştur da yapıyormuşumdur...


Şimdi Nazilli’yi yazmaya devam edeceğim. Neden ateşli ateşli gittim diye bir soru sordum, başladım anlatmaya... Bitmiyor, ne yapayım...


Nazilli tam da Cumhuriyet anlayışının bir örneği. Evet, ekonomi. Evet, üretim. Evet, bağımsızlık. Ama hepsinden önce bu değerleri koruyacak insan!


Size oturup kaç metre basma üreteceklerini anlatmayacağım. İşleyecekleri pamuğu, kalitesini, bunun için yapılan araştırmaları. Gerçekten çok. Teknolojiyi de anlatmayacağım. El tezgahlarından öylesine çağdaşlığa sıçramayı belki hayal bile etmek zor.


Hemen ilk aklıma gelenden başlayayım.


Bu fabrikanın 700 kişilik bir sinema salonu var. Haftada altı kez film gösteriyor.


Halkın eğitimi için halkevi var. İşçilerin oyunlarını sergileyebilecekleri tiyatro sahnesi; bırakın fabrikayı kaç ilçemizde var şimdi... Genç kızlar için meslek edindirme, biçki dikiş kursları... Köylülerin sağlık vb benzeri sorunlarıyla ilgileniyorlar, ziyaretler yapıyor, ilaçlarını temin ediyorlar, sağlıkçıları gönderiyorlar. Birçok modern tarım, tohum dikme aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve bunları nasıl kullanacakları öğretilmiş..


Ruhlarının gıdasını da ihmal etmiyorlar.


Benim en hoşuma gidenlerden biri de korosu, müzik grubu. Çevre illerde klasik müzik konserleri veriyorlar. Yemek aralarında Beethoven’e, Mozart’a ne dersiniz...


Bazı işçiler vakit buldukça geçiyorlar fabrikanın piyanosunun başına... anlattıkça içim hem bir hoş, hem de çok fena oluyor... Neydik, ne olabilirdik, ne olduk... ama mutlaka olacağız!!


Az kalsın plastik sanatları unutuyordum. İşçi ressamlar, heykeltraşlar var. Sergiler açıyorlar. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ekim 1953’te Nazilli’ye gitmiş. Yollardaki o ışıltıyı, gece yarısı evine giden işçi kadınları, bisikletleri, baloları, dans partilerini anlatı- yor. Sözü biraz ona bırakayım:


“Nazilli’de bisiklet bolluğu göze çarpıyor. Motosikletler ve takma motorlu bisikletler de var. Bisikletlerin çoğu Basma Fabrikası’nda çalışan işçilerin olmalı. Fabrikanın bir bisiklet garajı var. Yol dümdüz olduğu için işçiler bisikleti benimsemişler.


Fabrikanın Nazilli’ye bağışladığı nimetlerden birisi de bu olmalı. Ne yalan söyleyeyim, sinemada görsem reklamdır derdim. Bana Anadolu’da bir kaza merkezinde işine bisikletle giden beş yüz işçi gördüm deseler kolay kolay aklım yatmazdı.


Fabrikayı gezdikçe işçilere sağlanan imkânları, kolaylıkları gördükçe şaşırdım kaldım. Sıcak, lezzetli, kuvvetli bir yemek. Boyalarla uğraşanlara süt ve yoğurt, işçiler mahsusu hastane, kreş, kantin, alabildiğince geniş bir bahçe, Kantinin üstünde bir havuz. Havuzun içinde bir heykeltıraşın elinden çıktığını zannettiğim bronz bir heykel, bir kadın heykeli. İşçilerden birisi yapmış. Fabrikada bronz döktürmüş. Aman Allahım! Akademide bronza değil alçıya bile dökmek nasip olmaz. Bir de gazoz tezgahı kurmuşlar. Geliri, işçilerin spor kulübüne veriliyor. Futbol takımları var. Denizli’de yaptığı maçlarda kimseden geri kalmamış.


İstanbul’da eşine az rastlanır bir boyda bir tiyatro salonu var. Geçenlerde ‘Soygun’u oynamışlar. Şehirde böyle bir salon olmadığı için bazı düğünler burada yapılırmış. Balolar da eksik değil. Benim tarihime üst üste iki tane düştü. Fabrika kuruluşunun 16. yılı iki balo ile kutlandı. Birisinde, fabrika işçileriyle aileleri, ötekinde şehirden gelen davetliler vardı. Birisinde yerli oyunlar oynandı, türküler söylendi. Ötekinde bol bol dans edildi. Her ikisi de geç vakte kadar uzadı.


Fabrika ailesinin toplantısında hiç görmediğim bir oyun oynandı. Bir tarafta Köroğlu türküsü söyleniyor, ortada iki kişi bu havaya uygun adımlarla bir koyun yüzüyorlar. Koyun dediğim de, yere upuzun yatmış, kaskatı kesilmiş bir genç. Sıra koyun yüzmeye geliyor. Adamcağızı parçalamadan bir güzel şişiriyorlar. Seninki gayet güzel ölü taklidi yaparken biçarenin parçalarından içeriye bir bardak da bira dökmezler mi! O zamana kadar oyunun bütün kısımlarına büyük ustalıkla katlanan genç, yıldırım hızıyla doğruluyor. Bu kötü şakanın hesabını soruyor. Meğer oyun içinde bir başka oyun varmış.


Fabrikanın sanatçısı olan bir genç mikrofon başında hiç de bayat olmayan esprileri döktürüyor. Fabrikanın bülbüllerini birer birer, mikrofon başında şakımaya davet ediyor! Nazlanmadan geliyorlar. Kimi gazel söylüyor, kimi en ön moda caz havalarından birini... Kimi Köroğlu’na girişiyor. Kimi harmandalına. Sonra her sene bu gece çı- karılan Gıdı Gıdı balo gazetesi dağıtılıyor. İçerisinde gene fabrikalı çocuklardan birisinin yaptığı karikatürler var...”


Atatürk Orman Çiftliği de aynı böyle bir örgütlenme... Bu bir anlayış, bir bakış... Soba borusundan füzeye geçiş diyoruz ya bazen, işte öyle bir sıçrama...


İşçilerin kültürü, sağlığı, temizliği düşünülüyor. Hamamlarından lojmanlarına, bahçelerindeki verandalarına kadar...


Alttan ısıtmalı futbol sahası. Ayrıca atletizm, yüzme, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti... yarışmalar...


Eczane, hastane, laboratuvar, işçi yardımlaşma ve tasarruf sandıkları, işçi radyosu, fırın, kantin, yiyecek ve giyeceklerini temin edebilecekleri kooperatif, okul, okuma yazma kursları, altı ayda bir bedava ıskarta basma dağıtımı, lojmanlarda kalmayanları kentten fabrikaya taşımak için “gıdı gıdı” adı verilen mini bir tren, bekar işçiler için toplu kalabilecekleri ayrı lojman.


Üretimin kalitesini ve verimini artırmak için ar-ge çalışmaları yapılıyor, Fabrika elektrik ve suyunu kendi santrallerinde üretiyor.


Tutmayın beni; ağlamak istiyorum bağıra bağıra...!


Susturun beni!


Vazgeçtim, beni değil; işin ucunu tutun!


Yine yaparız! Hem de daha iyisini!

 

Şule Perinçek / 14 Şubat 2016, Aydınlık