Dünyanın en büyük 18’inci ilaç pazarı sayılan Türkiye’nin 2020 yılına kadar 15’inciliğe yükselmesi bekleniyormuş.
O oo bravo mu demeliyiz. Ancak ilk önce şu soru:
Neden?
Hastası mı çok?
Oysa Türkiye çok şanslı bir coğrafya kuşağında. Güneşi, yağmuru, toprağı bol. Dengeli beslenmek, her mevsim ucuz taze meyve-sebze ve hayvani-bitkisel protein tüketebilecek olanaklara sahip.
Mutfağı da zengin. Sağlıklı beslenebilmek açısından öyle güzellikler barındırıyor ki...
Akdeniz ve Ege’nin Trakya ve Doğu’ya kucaklaşmasından müthiş seçenekler çıkıyor ortaya...
Hani derler ya, nedense hep zararlı olanların lezzeti iyi olur diye... Türkiye’de bu geçerli değil. Tam tersi belki de. Her damak zevkine göre bir sıcak-soğuk yemek, tatlı-tuzlu, börek-çörek bulabilirsiniz. Bu yalnızca Doğu-Batı ekseninden, yani iklim koşullarından kaynaklanmıyor. Bir de dibe doğru, dikey, yani tarihin derinliklerine doğru yolculuk var. O yaşanmışlık ve birikim, inanın gözlemlediğim için çok kesin söylüyorum, başka hiçbir ülkede yok. Çiğ köfte diyorsun, taa Nemrut’la ilgili öykü anlatılıyor...
Neyse, aslında yazıya başka bir haberle başlıyordum. Nereye gittik.
Tamam, son şunu da söyleyeyim, habere geri döneceğim.
Bir de bizim koruyucu hekimlik geleneğimiz vardır. Atatürk döneminin hekimlerinin halk sağlığı kaygısıyla başlattığı, geliştirdiği, kültürel olarak köy enstitülerinde bile yerleştirmeye çalıştığı... Tedavide de geleneksel yöntemler vardır. (Hemen ağzınızın kenarını öyle kıvırmayın. Üfürükçülüğü demiyorum elbette... Ben hekim kızı, yeğeni, baldızı; eczacı ablasıyım... ama bebelerimi bir kaşık öksürük şurubu vermeden büyüttüm. Onu kaynattım içirdim, sırtına bunu sürdüm yatırdım. Hatta dengeli beslenmelerine özen gösterdim, öksürüğe hiç başlamadan...)
Bazen düşünüyorum da şu gül gibi ülkeye bu yapılır mı...
Ne diyeceksiniz?
İşte haberin başına şimdi geliyoruz.
İsviçreli ilaç şirketi Novartis’in Türkiye’de rüşvet yoluyla 85 milyon dolarlık avantaj sağladığı iddia ediliyor. Şirket suçlamalarla ilgili soruşturma başlatmış. Bizde de Meclis’e soru önergesi verildi.
Novartis CEO’su Joe Jimenez ve Denetim ve Şikayet Komitesi Başkanı Srikant Datar’a “isimsiz e-posta ihbarı” yapılmış.
(Ne hikmetse birden böyle görev âşıkları da belirdi. Olsun. Bu tür konularda bir yakınma, tersi bir düşüncemiz olamaz da... yine de altını çizeyim dedim.)
Şirketin Türkiye’deki danışmanlık şirketi üzerinden Türk Sağlık Bakanlığı yetkililerine rüşvet verdiği ve tahminen 85 milyon dolarlık avantaj sağladığı ihbar edilmiş.
Yeni çıkan bazı ilaçların, devlet hastanelerindeki onaylı reçete listelerine dahil edilmesiyle, ayrıca üretim sertifikasının süresi dolmuş bir ilaç için ithalat izni almak ve fiyatlandırmalarda avantajlar sağlamak yoluyla önemli kâr edildiği belirtiliyormuş...
Hasta et, rüşvet al-ver, ilaç sat, ülkenin üretime gidecek kaynaklarını kurda kuşa yem et!
İşte benim itirazım buna!
Düzeltme şansımız var!
***
Aldatan erkek olursa...
Karısını aldatan bir erkeğin evi hiç taşlandı mı acaba?
Hayır.
Nereden biliyorsunuz diyeceksiniz.
Biliyorum.
Çünkü “karı aldatmak” haber bile olmuyor. Hatta Ulusal Kanal’da da...!
(Bu da “Beratcan’ın annesi” haberine çuvaldız oluyor!)
Eğer ki aldatılan kadın çok ünlü bir artist vb. değilse... O da zaten cinsiyetler üstüdür.
Bu nedenle karısını aldatan erkeğin adresi bile bilinmez. Elinin kirini yıkar geçer.
İz ve haber bırakmaz.
Olsa olsa şu tartışılır.
Değer miydi...??
Daha güzelse... daha zenginse... daha okumuşsa...
Kıstaslar farklı olabilir.
Ammmaa...
“Gül gibi” karısının üzerine koklamaya “değerse”... tamam eyvallah...
Kadın bile kendine böyle bakmaya koşullanmıştır.
“Hiçbir şeye yanmıyorum da... değse bari...”
Değerse...
O zaman bağrına taş basıp yerine oturmaya, haddini bilmeye razı olur...
Oysa kadının kocasını,
hatta bir kağıt bile imzalamadan gözlerinin içine bakıp söz verdiği sevgilisini aldatması, hatta yan gözle bakması ile erkeğin karısını, sevgilisini, sözlüsünü aldatması arasında “ahlaksızlık” açısından hiçbir fark yoktur!
İkisi de “taşlanası” bir durumdur!!
Gözünün içine bakarsın, “benden buraya kadar” dersin... Açık açık.
Tamam.
Gözlerin ve sözlerin cinsiyeti yoktur.
Olmamalı.
Elbette “benden buraya kadar”la bitmiyor. Bedel mi? Yok o da değil. Sorumluluk! Mağdur etmemek için yerine getirmeli. Toplumsal roller açısından genellikle kadın tarafı çekiyor bu yükü. Ortada bırak git. Başının çaresine baksın, “eşitiz”! Yok öyle. Yalnızca maddi de değil.
...
Şimdi bazı erkek okurlarım diyecek ki... o oo zor işmiş vaz geçtim aldatmaktan...
Şakası bile hoş değil.
***
Cinsel şiddet ve Elinin Hamuru
Elinin Hamuru’nda bu hafta (Pazartesi akşamı Ulusal Kanal’da saat 21.00’de)
Kadınlara ve çocuklara cinsel, psikolojik ve fiziksel şiddet suçlarını konuşacağız. Kaynağında yatan nedenleri, bunları nasıl ortadan kaldırabileceğimizi... Suçu işleyen de bu ülkenin vatandaşı. Engellemek mümkün mü? Bu suçlar yalnızca bizim ülkemizde mi olmaktadır? Birlikte yanıt arayacağımız konuklarımız:
Istanbul Üniversitesi Florence Nightingale Hemşirelik Fakültesi Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dali Başkanı Prof. Dr. Nevin H. Şahin, İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü, Eski Çocuk Şube Mü- dürü Dr. Murat Koçak, Bağımlılık tanı ve tedavi uzmanı Psikiyatrist Doç. Dr. Defne Gürol, uzun süre yurt dışında çalışan Adli Psikolog Serra Farman.
Sizleri de bekliyoruz.
***
Bak sen şu deftere
-Barzani demiş ki, PKK ve PYD arasında bir fark yok. İkisi de aynı...
-Hah, tamam Barzani’nin de suyu ısındı. Yakında ABD onun da defterini dürer..
***
Gölge etmeseler bu hızla nerelere giderdik