Hep eleştirirdim. 10 Kasımlar bir matem havasında olurdu. Bir kez küçük bir öğrenci Dolmahçe’nin önünde mikrofon tutulduğunda “Atatürk’ü çok seviyorum... çok seviyorum...” deyip başlamıştı ağlamaya. Yalnızca çocuklar değil büyükler de ellerinde mendil “ah... ah..” diye yakınırlar, gözleri dolu dolu olurdu...
Bu yıl önemli bir değişiklik.
Çeşitli kanalları izledim.
Hemen herkese mikrofon uzattılar.
-Çok mutluyum!
-Çok heyecanlıyım!
Her yaştan, her türden vatandaşımız hemen hepsi aynı duyguları dile getirdiler.
Atatürk’ün ölüm gününde çok mutlular.
Çünkü umutlular.
Çünkü Atatürk’ü tanımışlar.
Çünkü artık ihtiyaç gelip dayatmış.
“İki Mustafa Kemal vardır. Biri karşınızda oturan ben; et ve kemik, fani Mustafa Kemal...İkinci bir Mustafa Kemal var; onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem. O, ben değil, bizdir. O, burada oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve yeni ülküler için uğraşan aydın ve mücahit bir zümredir. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüs ettiklerim, onların hasret duyduklarını tatmin içindir. O Mustafa Kemal bütün bir aydın ve mücahit zümrenin temsilcisidir. Fani olmayan, yaşaması ve başarılı olması kaçınılmaz olan Mustafa Kemal O’dur.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c. 17, s. 255. Kaynak Yayınları.)
İşte bugün bize düşen görev, dizlerimizi dövmek, gözyaşlarımızı akıtmak değil; milletimizin özlemlerini gerçekleştirmektir.
MÜHİM NETİCE İÇİN KURBANLAR DA VERİRİZ
“Arkadaşlar, bilhassa telaffuz ediyorum. Korkmayınız, bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve mühim bir neticeye ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve mühim bir neticeye ulaşmak için lazım gelirse, bazı kurbanlar da verelim. Bunun ziyanı yoktur. Mühim olarak şunu ihtar ederim ki, bu halin muhafazasında inat ve taassup, hepimizi her an kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz. Hanım ve bey arkadaşlarım! Size malumunuz olan bu hakikati kısa bir cümle ile tekrar arz edeceğim; beni mazur görünüz.
“Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o, gafil ve itaatsizler hakkında çok amansızdır. Dağları delen, semalarda uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kudret ve ulviyeti karşısında ortaçağ zihniyetleriyle, ilkel hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya veya hiç olmazsa esir olmaya ve aşağılanmaya mahkûmdurlar. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı yenilikçi ve gelişmiş bir millet olarak ilelebet yaşamaya karar vermiş, esaret zincirlerini ise tarihte eşsiz kahramanlıklarla parça parça etmiştir...” (Gayet şiddetli ve pek sürekli alkışlar.)”(ATABE, c.17, s.285-286.)
Türk milleti esaret zincirini kırmıştır. Yeniden ayaklarına bağlanmasına izin veremez. Yenilikçidir. Sonsuza kadar daha çok, daha çok gelişmeye karar vermiştir. Bu kararı uygulayacaktır.
TEBAA KÜLTÜRÜNE SON
Atatürk Samsun’da öğretmenlerle konuşurken şöyle der:
“Muhterem efendiler, hemşiremiz hanımefendi ve ondan sonra beyanatta bulunan muhterem ve hassas arkadaşlarımız uzak maziyi çok güzel işaretle açıkladılar. Yakın mazinin acılarını da hakikaten kalpleri kan ağlatacak tarzda beyan buyurdular. Bu vesile ile, şahsıma çok teveccühkâr bulunmak nezaketini gösterdiler. Bu teveccühlerin samimi kalplerden çıkması itibariyle şüphesiz çok memnunum, mütehassisim ve müteşekkirim. Yalnız sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde toplamak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu devirlere ait bir toplum meselesinin açıklanmasını ve ortaya konulmasını, bu yüksek topluluğun mütevazı bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir. Muhterem kardeşler! Memleket ve milletin hayat ve geleceğine olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir hakikat noktasını izaha mecburum. Vatandaşlar! Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, milli mevcudiyetinizi, bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye sevk etmemelidir. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Bir millet için, bir millet varlığı, bir millet şerefi ve haysiyeti, bir millet büyüklüğü için bu kadar hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık işlemeyeceği hakkında tam bir itimada sahip olmakla müsterihim ve iftihar ediyorum.” (ATABE,c17, s.44)
MİLLİ NAMUS İCABI
Atatürk büyük bir incelikle, yapılan konuşmalarda kendisinin, ülkenin cumhurbaşkanının bu kadar yüceltilmesini eleştirmektedir. Saltanat makamı karşısında bir tebaa kültürüne hiç tahammülü yoktur. Onun yerine başı dik bir Cumhuriyet insanı tavrını yerleştirmek ister. Karşısında bağımsız ülkenin bağımsız vatandaşlarını görmek ister. Bu Milli Mücadele’nin önderine yapılan bir övgü ve gösterilen minnettir belki, ama o görevini yapmıştır. Görevimizi anımsatır:
“Arkadaşlar, ben ve benim gibi birçok vatandaşlar, kardeşler, bundan beş, beş buçuk sene evvel vatan ve millet ümitsiz bir felakete düştüğü zaman, vazifeli oldukları, vicdanen, namusen, haysiyeten mükellef bulundukları vazifeyi yapmak mevkiinde kaldılar. Bunu bittabi yapacaklardı. Yapmaları mecburi idi, vicdani idi, insani idi, milli namus icabı idi. Ben bu mukaddes esasların haricinde hareket edebilir miydim? Efendiler, elbette edemezdim. Türk milletinin hakiki hiçbir ferdi bu icapların haricinde hareket edemezdi. Ben de elbette bu acı manzara karşısında vicdanımın emirlerine, milli namusumuza muhalif hareket edemezdim. Mensubu olmakla iftihar ettiğim yüksek toplumun yüksek haysiyetine elbette aykırı hareket edemezdim. Bence mensubiyetiyle iftihar ettiğim milletin hiçbir ferdi bu namus icabından asla ayrılmamıştır. Eğer bundan müstesna gösterilenler varsa, emin olunuz aziz ve namuskâr vatandaşlar, onların kalp ve vicdanı milletimizin müşterek temiz vicdanından hiç ilham alamamış, kapkara, sefil vicdanlardır.”(ATABE, c.17, s.45.)
Bu görev milli vicdan ve namus gereğidir.
Gereği yerine getirilecektir.
Bu 10 Kasım’da bir kez daha söz verdik.
“Milletimizin katetmeye mecbur olduğu merhaleler büyüktür. Ulaşılması zaruri olan hedefler çoktur. Mutlaka bu merhaleler kat olunacak, en nurlu hedeflere varılacaktır. Onun için birbirimize vereceğimiz işaret, ileri! İleri! Daima ileridir!”(ATABE,c. 18, s. 88)
BÜYÜYECEK PİLOT OLACAK
Bir vali yardımıcımızın yeğeni. Lise 1’de öğrenci. Kaç yaşındadır... 15 olmalı. Pilot olmak istiyor. Kız çocuğu.
-Korkmuyor musun?? Uçmak filan... Zor iş...
-Yok! Bak, ordumuzda ihtiyaç var... Hiç pilot kalmadı...
Bu nasıl bir sorumluluktur! Bu nasıl bir Cumhuriyet gençliğidir!
Vatanın derdi, ordusunun derdi onun küçücük omuzlarında...
Bu milletin sırtı hiçbir zaman yere gelmez!
Dertleri sahipsiz kalmaz!
KİMYA BİLECEKLER
Prof. Dr. Cem Say “Kimya bilen var mı?” diye sorup bir haberin başlığını aktarmış. “Helyum gazı bomba gibi patladı, ev savaş alanına döndü”
Altına başka biri hidrojen olmasın diye yazmış.
Ailenin üniversitede okuyan iki çocuğu ev bütçesine katkıda bulunmak için balon şişiriyorlarmış. Patlama o sırada olmuş.
Say bir gün önce de babasını yazmıştı.
“Atatürk’ün “buna müselles değil, üçgen diyeceksiniz!” dediği, eline tebeşiri alıp Pisagor teoremini kanıtladığı Sivas Lisesi 9-A sınıfının öğrencilerinden olan babamın anlatışını hatırladıkça hâlâ gözlerim dolar. Burası bir bilim ülkesi olmalı, anısına en iyi hizmet bu olur.”
Hadi bakalım bize bir görev daha,
Esas o çocukların Defne’den kalkıp Prof.Say’ın öğrencisi olabilme şansını nasıl yaratacağız.
Gazeteciler ardından gelir nasıl olsa.
Taş mı, insan mı?
Daha fazla
1954 yılında İngilizler elmas maden işçilerine iş çıkışı bir şey çaldılar mı diye X-Ray kontrolü yapıyorlar.. (Tarih Arşivi sitesi)