Soner Polat: Adalet duygusu kaybolursa

"Hukukçuların siyasileri alkışlaması demokrasilerde pek görülen bir durum değildir"

Eğer yiğit ve öncü insanlar olmasaydı, insanlık şer güçlerle yaptığı mücadeleyi her defasında kaybederdi. Hakikat için diri diri yanmayı kabul eden Giordano Bruno (1548-1600) bu öncüler içinde müstesna bir yere sahiptir. Şöyle diyordu: “Tanrı iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır. Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanır.” Bruno’nun yaptığı bu çarpıcı tahlil bugün için de geçerliliğini koruyor... Dünyanın neresinde olursa olsun bir iktidar ne kadar dini motiflere sarılıyorsa o kadar hukuk ve adaletten uzaklaşıyor. Adalet kavramı toplumu bir arada tutan çimento işlevi gördüğünden kadim dönemlerden bu yana yönetici ve düşünürlerin ilgi alanına girmiştir.

 

 

KUVVETLER AYRILIĞI OLMAZSA...

 

Konfüçyus’a göre, “Devletin hazinesi adalettir.” Aristo konuya şöyle yaklaşır: “Adalet ilk önce devletten gelmelidir. Çünkü hukuk, devletin toplumsal düzenidir.” Timur ise, “Ülkelerin kılıçla alındığını ama adaletle muhafaza edildiğini” ileri sürer. Ünlü düşünür Maurice Duevenger (1917-2014), “Hukuk kuvvetinin azaldığı yerde kuvvetlinin hukuku geçerli olur!” şeklinde konuyu özetler.

 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi, hukuk ve adalet kavramları üzerinde geniş ve derin incelemeler yapıldı. Çünkü Almanya başta olmak üzere çeşitli ülkelerde demokratik parlamenter sistemlerin kolayca faşizme dönüştüğü görüldü. Hastalığın panzehrinin, “kuvvetler ayrılığı”olduğu anlaşıldı. Ancak bunun Anayasa Mahkemeleri gibi çeşitli denetim mekanizmaları ile gerçek boyutta hayata geçirebileceği öngörüldü.

 

Kuvvetler ayrılığı prensibinin kökeni John Locke (1632-1704)’ye kadar uzanır. Ancak devletlerin ilgi alanına Fransız Devrimi’nden sonra girmiş ve çağdaş yönetimlerin bir türevi olmuştur. Bu toplumlarda yürütme ve yasama erkleri yargı organı tarafından denetlenmektedir. Filozof ve aydınların bu yönde ufuk açıcı çalışmaları olmuştur. Montesquieu, “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı eserinde şunu söyler: “Yasama, yürütme ve yargı aynı organda bulunursa, özgürlükten söz edilemez, devlet işlevini kaybeder.” Jean Jacques Rousseau (1712-1778), “Toplumsal Sözleşme” adlı kitabında, “İnsanlara komuta edenlerin yasalara, yasalara komuta edenlerin insanlara komuta etmemesi gerektiğini” ileri sürer. İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi (1789) ise konuya nokta koyar: “Hakların güvence altın alınmadığı, kuvvetler ayrılığının yapılmadığı bir toplumda anayasa yoktur.”

 

 

ÜLKEDE GARİP ŞEYLER OLUYOR...

 

Başkanlık sistemlerinin temel özelliği keskin bir kuvvetler ayrılığı prensibiyle birlikte uygulanmasıdır. Ancak Türkiye’de referandum ile kabul edilen sistemle yasama, yürütme ve yargı neredeyse iç içe girmektedir. Bunun hukuk üzerinde olumsuz yansımaları olması kaçınılmazdır. Nitekim daha yeni anayasal süreç başlamadan hukuk üst üste darbeler almaya başladı. Adalet gemisi hızla kayalıklara doğru sürükleniyor...

 

Mahkemeler iktidara yakın bir siyasi parti lehine beklenilmeyen kararlar verdi. Bir başbakan kamuoyuna mal olmuş bir davanın hem de karar aşamasında, “en ağır cezayı alacaklardır!” diyebiliyor. Yurtdışında başbakanlar düzeyinde yapılan ikili görüşme sonrasında, 24 saat bile geçmeden bir tutuklu serbest bırakılıyor. İktidar partisine mensup bir milletvekili, “FETÖ davasında çıkar karşılığında tahliyeler yapıldığını”ileri sürüyor. Son olarak yargısal bir idari faaliyetin yürütmenin en yüksek organında yapılması ve adeta siyasi bir gösteriye dönüşmesi tüyleri diken diken ediyor.

 

Gerçekten iyi niyetli olabilirsiniz. Hatta böyle bir toplantıyı devletin hukuk sistemine katkı sağlamak amacıyla düzenleyebilirsiniz. Ancak bu girişimin verdiği mesaj çok başkadır. Hukukçuların siyasileri alkışlaması demokrasilerde pek görülen bir durum değildir. Dünyanın her yerinde bu tür olaylar garip karşılanır. Bu görüntüleri televizyondan gören sıradan yurttaşlar hukuki sorunlarını çözmek için mahkemelere değil iktidar partilerinin il ya da ilçe başkanlıklarına koşar. Her kurum güçlü bir önderlikle ayakta durur. Bu önderler kurumsal geleneklerin bozulmasına izin vermez. Yargı erkinde maalesef bu yönde bir boşluk görülüyor...