Mehmet Akkaya: Toyota’da neler oluyor?

Bu yazı, emeğe saygı için. Dur durak bilmeden çalıştırılan, siz yatarken çalışmaya başlayan, boğaz tokluğuna mesai yapanlar için. İşveren kar etsin diye bacağını, elini, belini, boynunu sakatlayanlar için, yarım adamlar için. Bu yazı azgınca sömürülen, eli yüreğinde işbaşı edenler için.


Ve bu yazı, bilmem kaç on bin liralık arabasına kurulup çaka satan, gazı köklerken başkasına yutturduğu dumandan zevk alanlar için. Bu yazı, o fiyaka sattığı lüksü yaratan emeği, sömürünün envaı çeşidini bilmeyen, düşünmek istemeyen için.


Şatafatı fiyakayı yaratanlar anlattı, bize de dinlemek okumak düştü. Kelimesine, virgülüne bile dokunmadan aktarıyorum.



ALDI SÖZÜ TOYOTALI

“Toyota çalışanlarında, sıklıkla rastladığımız hastalıklar oluşuyor. Toyota bant sistemiyle çalıştığı için, rotasyonların uygulanmamasından dolayı kısa sürede meslek hastalıkları başlıyor. Eklem hastalıklarının hemen her türlüsü, boyun fıtığı, bel fıtığı, menüsküs… Bu hastalıkların birine ya da birkaçına yakalanmayan yok gibidir.


İşe başlarken sapasağlam olduğuna dair heyet raporu aldırılan o zımba gibi gençler, İŞKUR’lu veya sözleşmeliler, daha altı ay bitmeden hastanelik duruma gelirler. Menüsküsler, eklem deformasyonları, boyun düzleşmesi, fıtıklar, fıtıklar… Meslek hastalığına yakalandı mı İŞKUR’lu ya da sözleşmeli, kadroya geçme şansını kaybeder, derhal işine son verilir. Sonra başka İŞKUR’lular, başka sözleşmeliler işe başlar. Çok geçmeden onlar hastalanır, ömür boyu çekecekleri arızalar başlar. Sonra onlar sokağa bırakılır. Diğer otomobil fabrikalarında durum nasıldır bilmiyoruz. Ama Toyota, işçi sakatlama ve insan öğütme merkezidir.


Günde bin adet otomobilin çıktığı bir fabrikada yoğun iş temposu ile saniyelerle hareket ediliyor. Bir saniyenin bile önemi büyüktür. Her gün bin otomobilin üretilmesi, gemilerle elli iki ülkeye ulaştırılması gerekmemektedir. Hal böyle olunca da işçiler yoğun iş temposuna maruz bırakılmaktadır. Tabii bir yandan da bu işçiler üzerinden milyar dolarlar götüren patronlar Türkiye topraklarında “BİZ GÜÇLÜYÜZ” sloganları atabiliyor. Bu sloganı attıran patron, işçilerin bu slogana pek eşlik etmediğini fark edebiliyor. Neden etmediğini çünkü o da biliyor: Toyota'da Türk işçisi güçlü değil, patron güçlü.


Bu patronlar bir de Türk Toyota işçisiyle övünç duyduklarını vurguluyorlar. Nasıl yani?


Japonya'da 12 fabrikası, 11 bağlı kuruluşu ve 26 ülkede 46 fabrikası bulunan Toyota'nın sadece Türkiye’deki fabrikası 6 gün, 3 vardiya çalışıyor. Türkiye’de haftalık çalışma saati 45 saat, ama diğer ülkelerin Toyota işçileri 35 saat çalışıyor. Toyota'nın Fransa fabrikası Türkiye’deki çalışma koşullarının benzerini uygulamaya kalkmış, 1 ay zor dayanıp eski haline geri dönmüştür. Türk işçisi köle gibi çalıştırılıyor ama Japonyalı Genel Müdür işçilere “Biz güçlüyüz” diye slogan attırıyor.


Bir de bu bant sistemi… Amerika’da üretilen kahrolası üretim biçimi. İşçinin robottan bile beter hale getirildiği durum… Amerika’daki robotlaştırılan insanlardan daha beter Türk Toyota işçisi.


Bu sistemde sosyal hayat yok. Durmadan değişen vardiyalar yüzünden uyku düzeniniz, beslenme biçiminiz, sinir sisteminiz, her şey, her şey felç olur. Sosyal hayat diye bir şey kalmaz. Yürüyen ruhlar gibi olursunuz.


Bir de molalar var. Ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Neyse anlatayım azcık.


Toyota’da yemek yemek, işkencedir. 5 ay önce yemek molası 50 dakika idi. 30 dakikaya düşürüldü. İş elbisesi, iş ayakkabısı ile yemekhaneye gidemezsin. 30 dakikada elini yüzünü yıkayacaksın, iş elbisesini, ayakkabısını çıkarıp sivilleri giyeceksin, fabrikanın 10 dakika uzağındaki yemekhaneye koşarak gidecek yemeği yiyecek, koşarak döneceksin ve tekrar iş elbisesini, ayakkabısını giyecek ve işbaşı edeceksin.


Bu maraton arasında bırakalım dinlenmeyi, yemek molası bitiminde savaştan çıkmış gibi olacak ve yeniden ve hemen robotluğa başlayacaksın.


Bu savaşı göze alamayan çoğu işçi yemek yemektense 8 saat boyunca hatta fazla mesaiye de kalmış ise, 10 saat boyunca aç bilaç çalışmayı göze almaktadır.


Daha ne diyeyim? Varın anlayın Toyota işçisini…”