Dr. Doğu Perinçek
Hun Kağanı’nın Çin Kağanı’na mektubundan:
“...26 ülke ile birlikte herkes mahvedildi, öldürüldü, istila edildi. Bu şekilde bütün bunlar, Hun oldular.” (MÖ 176)
Eğer “Türk geni” diye bir kabul varsa, hangi bilimsel verilere dayanacaktır? Diyelim Mao Tun, Bilge Kağan, Kaşgarlı Mahmut, Alparslan, Yunus Emre, Osman Gazi, Uluğ Bey, Karacaoğlan ve Atatürk’ün DNA’sını biliyoruz, bunlardan hangisi “Türk geni” olarak kabul edilecektir.
Orta Asya halkları, birbirlerini sürekli özümledikleri gibi, İranlı, Hintli, Tibetli, Çin’li, hatta Ortadoğu’dan ve Kafkaslar’dan gelen halklarla da sürekli karıştılar ve kaynaştılar. Asya’nın hiçbir yerinde, Türk veya Çin veya Moğol veya Hintli veya İranlı adı verilebilecek bir gen saptanması mümkün değildir.
Türk, bir kökten çıkıp farklı kıtalara göç etmiş değildir; farklı kolların farklı kıtalarda buluşup kaynaşmalarıyla ortaya çıkmıştır. Orta Asya Türklerinin bir kesiminin kökenleri, Asya dışındadır; farklı kıtalardadır. Çok eski çağlardan beri Asya’dan Ortadoğu ve Avrupa’ya ve hatta Afrika’ya göç dalgaları olduğu gibi, Avrupa ve Ortadoğu’dan Asya içlerine doğru göçlerin varlığı da kanıtlıdır.
Öyle efsanedeki gibi Nuh’un oğlu Yafes’e uzanan tek bir Türk soyağacı yoktur. Kavimleri, ağaca değil, fakat ırmağa benzetmek gerekir. O ırmağın içinde, yüzlerce ırmağın ve hatta binlerce derenin suyu birbirine karışmıştır ve o birbirine karışan suları, birbirinden ayrıştırmak da mümkün değildir.
Orta Asya’da zaten çok farklı kolların karışmasıyla oluşmuş bulunan Türk, Ortadoğu, Anadolu, Kafkas ve Balkan topraklarında bir kez daha çok farklı kavimlerden insanlarla karıştılar, onları özümlediler ve aynı zamanda onlara özümlendiler.
Fatih Sultan Mehmet mi daha Türktür, yoksa Oğuzların Avşar aşiretinden bir Yörük mü? Sokollu Mehmet Paşa mı daha Türktür, yoksa Ilgaz dağlarındaki bir oduncu mu?
Mimar Sinan’ın Türklüğü ise, Selimiye Camisinin Ayasofya’dan daha geniş çaplı kubbesi kadar büyüktür ve yine Selimiye’nin o zarif minareleri kadar güzellik içerir. Mimar Sinan, soysop araştırmaları denen safsatalara dayanarak Türk olmaktan ihraç edilecekse, Türk kimdir, o zaman Türk diye bir şey kalır mı?
“Türk geni”, Turfan’daki 5000 kilometrelik yeraltı kanalları ağıdır; Hun eğer kayışlarındaki hayvan motifleridir; Orhun Yazıtları, Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügat-it Türk’ü, Kutadgu Bilig, Yunus Emre, İpek Yolu’nun güvenliğini sağlayan büyük örgütlenme ve askerî güç, Uluğ Bey, Mimar Sinan, Namık Kemal, Mustafa Kemal Atatürk, Nâzım Hikmet’tir.
Biyolojik bir “Türk geni” yoktur. Ancak ille genden söz edeceksek, kültürel bir Türk geni vardır. Birincisi, imparatorluk kuruculuğu, ikincisi ticaret yolları üzerindeki egemenlik, üçüncüsü Türk dilinin gücü; Türklerin uygarlık mayası bu üç unsurdan oluşmuştur.
Batı güdümlü holding basını, Türkiye’de “Türk geninin yaygın olmadığı, küçük bir azınlık olduğu” türünden haberler yayınladı. Bu hurafe, yıldız falı veya “Güzin abla” köşelerinde yer alsaydı, hadi neyse denebilirdi, ancak manşetleri işgal etti.
“Genetik paleontolog” olduğu söylenen Dr. Spencer Wells’le yapılan görüşmeye dayanılarak üretilen bu safsatalar, Washington kaynaklıydı ve pazarlama işini de Milliyet’in ünlü Washington muhabiri Yasemin Çongar üstlenmişti.[i]
Türk geni nedir?
Önce bir soru: “Türk geni” nedir?
Dr. Spencer Wells, hangi bilimsel verilere dayanarak, “Türk geni”nden söz etmektedir?
“Türk geni”, Hun Kağanı Mao Tun’un geni midir?
“Türk geni”, Göktürk Kağanı Bilge Kağan’ın geni midir?
“Türk geni”, Uygur Kağanı Bögü Kağan’ın geni midir?
“Türk geni”, Cengiz Han’ın geni midir?
“Türk geni”, Selçuk Bey’in, Alparslan’ın, Yunus Emre’nin, Ertuğrul Gazi veya Osman Bey’in geni midir?
“Türk geni”, Yıldırım Beyazid’in, yoksa Timurlenk’in geni midir?
“Türk geni”, Atatürk’ün geni midir?
Bu isimlerden hiçbirinin geni veya DNA’sı bilinmiyor. O nedenle “Türk geni” olarak kabul edilecek bir ölçüt bulunmuyor. Birinci safsata veya uydurma işte buradadır.
İkincisi, eğer “Türk geni” veya DNA’sı diye bir kabul varsa, bu kabul hangi bilimsel verilere dayanacaktır? Diyelim Mao Tun, Bilge Kağan, Kaşgarlı Mahmut, Alparslan, Yunus Emre, Osman Gazi, Uluğ Bey, Karacaoğlan ve Atatürk’ün DNA’sını biliyoruz, bunlardan hangisi “Türk geni” olarak kabul edilecektir. Birisi Türk geninden olunca diğerleri haricî mi sayılacaktır? İkinci, fakat en büyük safsata budur.
Orta Asya’da “Türk geni” var mıydı?
Şu “Türk geni” safsatasına Orta Asya’dan başlayalım. Orta Asya’da bir “Türk geni” var mıydı? Bu sorunun cevabını, Hun Kağanı’nın MÖ 176 yılında Çin Kağanı’na yazdığı mektupta buluyoruz:
“...26 ülke ile birlikte herkes mahvedildi, öldürüldü, istila edildi. Bu şekilde bütün bunlar, Hun oldular.”
Ünlü Türkçülerden Hüseyin Namık Orkun, Hun Kağanı’nın bu satırlarını şöyle yorumlamaktadır: “İşte bu açık ifadeden anlaşılmaktadır ki, istila edilen, itaat altına alınan kavim, hakim unsura iltihak eder ve onun adını alarak o kavmin tarihine karışır.”[ii]
Hun Kağanı’nın yaklaşık 2200 yıl önce verdiği bilgiye göre, itaat altına alınan 26 ülkenin kavmi Hun olmuştur. Daha önce Hun olanlar, Hunlaştırılanlar buna dahil değildir. Hun soylularının mezarlarında (kurganlar) bulunan cesetler incelendiği zaman, Ariyen veya Mongoloid benzeri değişik kökenlere rastlanmaktadır. Hun soyluları arasında bile, bir Hun ırkı veya bir Hun geni yoktur.
Sakalar (İskitler) Öntürk müydü, İraniyen miydi tartışması hâlâ sürüyor. Her iki taraf da haklıdır. Çünkü Sakalar, biraz Öntürktür, biraz da İraniyendir. Türkün kendisi, bu karışımı içermektedir.
Bilindiği gibi Orta Asya’da, Hun, Avar, Göktürk, Uygur, Türgiş, Kırgız, Oğuz kağanlıklarının vb hakimiyet dönemlerinde, aynı harmanlanma süreci, yüzyıllar, hatta binyıllar boyunca tekrar etti. Orta Asya’nın yerli halkları birbirlerini sürekli özümledikleri gibi, İranlı, Hintli, Tibetli, Çin’li, hatta Ortadoğu’dan ve Kafkaslar’dan gelen halklarla da sürekli karıştılar ve kaynaştılar. Orta Asya ve Asya’nın bütünü bir kavimler harmanıdır. Asya’nın hiçbir yerinde, Türk veya Çin veya Moğol veya Hintli veya İranlı adı verilebilecek bir gen saptanması mümkün değildir. Böyle bir gen veya DNA yoktur.
Dahası, Asya halkları içinde en çok özümleyen kavim, eğer Çinliler değilse Türklerdir. Türk adına bilindiği gibi, ilk kez Çin kaynaklarında 5. ve 6. yüzyıllarla ilgili olarak rastlanıyor. Yine Çin kaynakları, “Tucyu”ların, yani Türklerin Hunlardan geldiklerini belirtmektedirler. Hun üst başlığı Avar döneminden sonra Türk üstbaşlığı oluyor. Farslar, Araplar ve Bizanslılar; Göktürklerin hakimiyeti altındaki bütün kavimlere Türk adını veriyorlar.
Üst başlıklar değişirken, o başlığın altındaki harmanlanma, yeni kavimlerin, yeni özümleme süreçlerinin devreye girmesiyle sürüp gidiyor. Ve en önemlisi, Orta Asya kavimleri uygarlık eşiğini genellikle Türkleşerek atlıyorlar. Örneğin Göktürk kağanlığını kuran Türk adını taşıyan Ashina boyunun Moğol kökenli olduğu birçok tarihçi tarafından belirtilmiştir. Demircilikleriyle ünlü olan bu Ashinalar, tarih sahnesine Türkleşerek çıkmışlardır. Türkün adı bile onlardan geliyor; onlardan halis Türk olur mu?
Orta Asya Türklerinin, başta İran kavimleri olmak üzere, Soğdlar ve Toharlar gibi Ari halkları özümledikleri de biliniyor. Türk adı altında toplanan, Türkçe konuşan halklara baktığımız zaman Ariyenlere benzeyenlerden Moğol görünüşlülere kadar çok farklı fizik özelliklere rastlıyoruz. Ancak bunların hepsi Türktür.
Türkçenin kendisi gibi bitişgen dillerle akrabalığı yanında, Ari dillerle ilişkisi de çok derinlerdedir. Dil alışverişi, sözcüklerin ötesinde kural alışverişlerine kadar geniş boyutlardadır ve yapısaldır. Bu olgu, Türk kavminin köklerinin İsa’nın binlerce yıl öncesinden başlayarak faklı kıtalardan geldiğini gösterir. Türk, bir kökten çıkıp farklı kıtalara göç etmiş değildir; farklı kolların farklı kıtalarda buluşup kaynaşmalarıyla ortaya çıkmıştır.
Orta Asya’daki Türklerin yalnız Orta Asya kökenli oldukları görüşü artık doğru değildir. Orta Asya Türklerinin bir kesiminin kökenleri, Asya dışındadır; farklı kıtalardadır. Çok eski çağlardan beri Asya’dan Ortadoğu ve Avrupa’ya ve hatta Afrika’ya göç dalgaları olduğu gibi, Avrupa ve Ortadoğu’dan Asya içlerine doğru göçlerin varlığı da kanıtlıdır. Doğu Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın Türkçe gibi bitişgen dil konuşan Subarlar, Sumerler, Hurriler, Urartular gibi halklarının veya İtalya’daki Etrüsklerin kökenlerinin bir yerde Orta Asya Türkleriyle ve diğer bitişgen dil konuşan halklarla buluştuğu anlaşılmaktadır. Bu buluşma elbette her şeyden önce dillerin buluşmasıdır; kültürlerin buluşmasıdır. Dil ve kültürler buluştuysa, bir yerde genler de buluşmuş demektir.
Bütün bu bilgiler şunu kanıtlamaktadır: Öyle Nuh efsanesindeki gibi Nuh’un oğlu Yafes’e uzanan tek bir Türk soyağacı yoktur. Ailelerin soykütükleri tek bir ağaca benzetilmiştir. Bu benzetme aileler için bile doğru değildir; çünkü yalnız erkeğe göre yapılmaktadır. Hele kavimler için böyle bir soyağacı gerçek dışıdır, safsatadır. Çünkü kavimler, yüzlerce ve hatta binlerce kökün birbiriyle kaynaşmasıyla
oluşmuştur. O nedenle kavimleri, ağaca değil, fakat ırmağa benzetmek gerekir. O ırmağın içinde, yüzlerce ırmağın ve hatta binlerce derenin suyu birbirine karışmıştır ve o birbirine karışan suları, tersine akıtarak birbirinden ayrıştırmak da mümkün değildir. Ancak o ırmağın geldiği dağları ve ovaları incelediğimiz zaman o binlerce kolu saptamamız mümkün olmaktadır.
Orta Asya’daki Türk kavmi de, Orta Asya, Ortadoğu ve Avrupa kökenli kolların birbirine karıştığı, birbirinin içinde eridiği bir ırmaktı.
Kafkaslar, Ortadoğu, Anadolu ve Balkanlar’da
“Türk geni” var mı?
Bu karışma ve özümleme süreci, Türklerin Ortadoğu’ya 11. ve 13. yüzyıldaki son göç dalgalarından sonra da devam etti. Orta Asya’da zaten çok farklı kolların karışmasıyla oluşmuş bulunan Türk, bu kez Ortadoğu, Anadolu, Kafkas ve Balkan topraklarında bir kez daha çok farklı kavimlerden insanlarla karıştılar, onları özümlediler ve aynı zamanda onlara özümlendiler. Türkler İran yaylalarından geçerken, kısmen Farslaştılar; “Horasan’lı” oldular; Farsları da kısmen Türkleştirdiler. Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı gibi, “Başsız börk, Farssız Türk olmaz.” sözü ordan geliyor. Anadolu’ya gelen herkes, Horasan’dan geldiğini söylüyor. Bu Horasan, ne kadar büyük coğrafya imiş!
Bu özümleme süreçlerinde Türkler, daha önce Orta Asya’dan bu coğrafyalara gelen halklarla bir kez daha buluştukları gibi, daha önce bu coğrafyalardan Orta Asya’ya gelmiş olan halkların oralarda kalmış amca ve teyze çocuklarıyla da buluşmuş oldular.
Ta Sumerlere uzanan Mezopotamya tarihini düşünelim; ta Subarlara, Mittanilere, Hurrilere, Urartulara uzanan Doğu Anadolu tarihini; Hattilere ve Hititlere uzanan Anadolu tarihini; Ege ve Trakya tarihini düşününüz; işte binyıllardır o köklerden gelerek birbiri içinde eriyen kuşaklar, 11. yüzyılda Anadolu’ya gelen Türklerle kaynaşarak Türk olmuşlardır. Kaldı ki, 11. yüzyıldan önce de, bu coğrafyada Türklere akraba bitişgen dil konuşan kavimler oturmuşlardı; ayrıca Oğuzlar ve Peçenekler gibi bazı Türk boyları da, Bizans döneminde Anadolu topraklarına gelmişlerdi.
Anadolu’daki Türkleşme süreci açısından çok önemli bir olgu da, binlerce yıllık karışımın ürünü olan ve Rum diye anılan halkın, 11. yüzyıldaki Türk hakimiyetini yeğlemesidir. Türk hakimiyeti, Rum köylü ve zenaatkârını Bizans’ın ağır vergilerinden ve haydutların soygunlarından kurtarmış ve ekonominin gelişceği bir barış ortamı kurmuştur. Bu nedenle Selçuklu ve Osmanlı hakimiyetine karşı Rum isyanları olmadığı için, Rumlara karşı kırım da yapılmadı. İsyan eden de, kırılan da Oğuzdur, Türkmendir. Öte yandan tarih kayıtlarında, eski yerli halkın Selçuklu ve Osmanlı topraklarından batıya doğru veya başka bir yönde göçüne de rastlanmıyor. Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlar arasında Kavimler Kapısı olan Anadolu’nun yerli halkının önemli bir kesiminin zaman içinde Türkleştiği ve Müslümanlaştığı açıktır. Evrenosoğulları, Mihaloğlulları gibi birçok Türk beylerinin eski Rum tekfurları olduğu biliniyor. Halkın Türkleşmesi, soyluların Türkleşmesinden çok kolay ve yaygındır.
Bu Türkleşme olayı, Rus Çarlığı’nın yayılma ve Osmanlı’nın çöküş döneminde de milyonlarca insanı kucaklayan ölçülerde yaşanmıştır. Kafkas’lardan Anadolu’ya göçen Müslüman halklar ve Balkanlar’dan kaçan Pomak ve Boşnak gibi Müslüman halklar Anadolu’da Türkleşmişlerdir. Türklerin Ortadoğu’da ve Anadolu’da Farslarla, Kürtlerle ve Araplarla kaynaşması da milyonlarca insanı kucaklayan bir tarihsel süreçtir ve bugün bu kaynaşma büyük bir hızla devam etmektedir.
Biyolojik değil kültürel gen
Yüzbinlerce biyolojik genin birbirine karıştığı bir gen haritası içinde, hangisi “Türk geni”dir? Bu soruya biyolojinin verilerine göre cevap verebilecek bir babayiğit var mıdır? Tabii burada bilim adamları ile şarlatanlar arasında bir ayrım yapmak gerekiyor.
Bilim adamı ile şarlatan arasındaki ayrıma, kavim ve millet kavramlarının tanımlarında bir kez daha ihtiyaç duyuluyor. Yalnız milletler değil, kavimler de kanbağına ve ırka dayanmaz. Kabileler, çözülme süreçleri içinde, akrabalık bağına dayanan topluluklar özelliğini yitirmişlerdir. Hele çok sayıda kabilenin oluşturduğu kavimleri kanbağı ve ırkla açıklamak doğru değildir. Hem o farklı kabileler, farklı kollardan gelebilmektedir; hem de kabilelerdeki soy beraberliği artık bir dış görünüştür. Dolayısıyla tarihsel açıdan soybağıyla açıklanan kavimler, biyoloji açısından soybağıyla açıklanamaz. Toplumbilimi veya tarih, insanların kanaatlerine ve yargılarına dayanarak böyle belirlemeler yapar. Ancak biyoloji, inanç, kanaat ve yargıları değil, gen veya DNA gibi maddî etkenleri veri almaktadır. Örneğin Alevi halkımız içinde Peygamber soyundan geldiğine inanılan o kadar çok Seyyit vardır ki, bunu biyolojik hesaplara göre açıklamak mümkün değildir. Ancak bu soykütükleri, tarihsel-sosyolojik süreçlerde oluşan toplumsal kanaatlere, başka deyişle kamuoyuna göre geçerlidir.
Bütün bu nedenlerle biyoloji açısından bir “Türk geni” olmasa da, kültürel açıdan bir “Türk geni” vardır.
Nedir o kültürel “Türk geni”?
İsterseniz bu soruya, Türk kültürünün tarihin çeşitli aşamalarındaki ürünleriyle ve yaratıcılarının adlarıyla cevap verelim: Turfan havzasında 5000 kilometre boyundaki yeraltı su kanalları ağı (Karız), Hun eğer kayışlarındaki hayvan motifleri, Isık göldeki Altın Adam, Orhun Yazıtları, Göktürk ve Türgiş paraları, Uygur basımı binlerce tomar kitap, Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügat-it Türk’ü, Kutadgu Bilig, Atabet-ül Hakayık, Yunus Emre, İpek Yolu’nun güvenliğini sağlayan büyük örgütlenme, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğuna kadar uzanan gelişmiş devlet ve ordu örgütlenmesi, Sipahi ve Yeniçeri Teşkilâtı, Uluğ Bey, Ali Şir Nevaî, Fuzulî. Mimar Sinan, Sokollu Mehmet Paşa, Namık Kemal, Talat Paşa, Mustafa Kemal Atatürk, Nâzım Hikmet vb vb.
Eğer bir Türk geninden söz edilecekse, işte o Türk geni budur. Türk, kabile döneminde bir kültürün adıdır; feodalizme geçişten sonra ve millî demokratik devrimler döneminde de bir uygarlığın adıdır.
Burada Sokollu Mehmet Paşa’yı ve Yeniçeri Teşkilatı’nı özellikle yazdım. Çünkü Türklük, yanlışlıkla ırkbağıyla açıklandığı için, ilerici olduğunu söyleyenler bile, analarının soyuna bakarak Osmanlı padişahlarının Türk olmadığın, farklı kavimsel köklerden gelen vezirlerin Türk sayılamayacağını, hatta Mimar Sinan’ın Türk kökenli olmadığını vb ileri sürebilmektedirler. Bunlara göre, Orhan Bey’den sonra Bizanslı, Bulgar, Sırp, Pontuslu, Polonyalı, Yahudi, Venedikli, Rum, Rus vb kökenli annelerden doğdukları için, Osmanlı padişahlarının Türklüğü yüzde 2 oranına kadar düşmektedir.
Fatih Sultan Mehmet mi daha Türktür, yoksa Oğuzların Avşar aşiretinden bir Yörük mü?
Sokollu Mehmet Paşa mı daha Türktür, yoksa Ilgaz dağlarındaki bir oduncu mu?
Yıldırım Beyazid’in annesi Gülçiçek Hatun, bir zamanlar Bulgar Marya idi, doğru. Fatih Sultan Mehmet’in annesi Hüma Hatun, bir zamanlar Sırp Despina idi; doğru. Sokollu Mehmet Paşa, Sırbistan’ın Sokol kasabasındandır; o da doğru. Ancak kültürel açıdan bakarsanız, Yıldırım Beyazid ve Fatih Sultan Mehmet feodal bir Türk imparatorluğunun padişahlarıdır ve Sokollu Mehmet Paşa da o imparatorluğun büyük vezirlerindendir. Dolayısıyla her üçü de, 16. yüzyılda Toros dağlarında yaşayan sıradan bir Türkmen göçebesinden veya Kastamonu dağlarındaki Türk soylu bir çobandan daha az Türk sayılamazlar. Her üçü de, daha çocukluk çağlarından başlayarak, özel Lalalar tarafından ve Osmanlı imparatorluğunun özel eğitim kurumlarında, Enderun’larda Türk feodal kültürüyle yetiştirilmiştir. Avrupalılara göre, onlar Türk padişahları ve vezirleriydi. Dünyadan bakarsanız, Türk dendiği zaman ilk akla gelenler onlardır ve onlar gibi Türk hakim güçlerinin diğer temsilcileridir.
Mimar Sinan’ın Türklüğü ise, Selimiye Camisinin Ayasofya’dan daha geniş çaplı kubbesi kadar büyüktür ve yine Selimiye’nin o zarif minareleri kadar güzellik içerir. Mimar Sinan, soysop araştırmaları denen safsatalara dayanarak Türk olmaktan ihraç edilecekse, Türk kimdir, o zaman Türk diye bir şey kalır mı? Mimar Sinan, feodal çağın dünyasında, herkese göre, büyük bir Türk mimarıydı.
Viyana müzelerini gezdiğiniz zaman, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın 1683 kuşatması sırasında yayınlanmış gazetelerin sayfalarını görürsünüz. O gazetelerde tepede bırakılmış uzun atkuyruğu saçları, palabıyıkları ve iri gözleriyle, karakalemle çizilmiş korkutucu Yeniçeri tasvirleri görürsünüz. Viyana gazetelerine göre, onlar Türk askeridir. Doğrusu da budur. Yeniçerilerin yeri, Türk kavminin imparatorluklar ve savaş tarihinin içindedir.
Hatanın kaynağı, Türk’ün ne olduğunu, Türk geni’nin ne olduğunu bilmemekten kaynaklanıyor.
Milletler yenidir. Ancak kavimlerin tarihleri eskidir. Feodal dönemde de kuşkusuz bir Türk kavmi vardı ve o kavmi belirleyen de, ırksal değil, tarihsel köklerdi; kültürdü ve dildi. Kültür ise, esas olarak hakim kültürdür.
O ırkçı safsatalar, bugün Sabetaycılık benzeri psikolojik savaş kampanyalarıyla Türk adına ne varsa, hepsini ateş altına almıştır. Başta Büyük Devrimci önder Atatürk olmak üzere, 19. yüzyıldan bu yana Türk Devrimi’ni gerçekleştiren kim varsa, bu ırkçı top atışlarının menzil alanı içine konmuştur. Türk Devrimi’nin önderi olan Atatürk’ten daha büyük Türk var mı? Türk Devrimi’nin önderi bile Türklük muayenesinden geçirilirse, Türk diye bir şey kalır mı?
Biyolojik bir “Türk geni” yoktur. Ancak ille genden söz edeceksek, kültürel bir Türk geni vardır. Biz o kültürel mirasa, “Türklerin uygarlık mayası” adını verdik. Bilim ve Ütopya dergisinin Mayıs 2005 tarihli 131. sayısında ve yeni çıkan Orta Asya Uygarlığı başlıklı kitabımın kitabının sonuç bölümünde Türklerin Uygarlık Mayası’nı üç etkenle açıkladık:
1. İmparatorluk kuruculuğu.
2. Ticaret yolları üzerindeki egemenlik.
3. Türk dilinin gücü.
İşte Yakın Çağa kadar uzanan tarih içinde, “Türk geni” bu üç unsurdan oluşmuştur.
Türk milletini büyük yapan, temasa geldiği uygarlık mirasını özümleme, başka kavimleri yönetme, onları özümleme ve onlara özümlenme, sonuç olarak onlarla kaynaşma gücüdür. Böyle bir millette her şey aranabilir, ancak biyolojik gen aranamaz.
[i] Milliyet, 15 Mayıs 2005.
[ii] Hüseyin Namık Orkun, Türk Sözünün Aslı, s. 31.