ÇÖZÜM VAR: CUMHURİYET DEVRİMİ KANUNLARI UYGULANACAK !

Değerli Yurttaşlar

Cumhuriyet Devrimleri Kanunları yetmiş yıl sonra yeniden Türkiye'nin gündemine girmiş bulunuyor. "Devrim Kanunları Uygulanmalıdır" talebi, bugün milyonlara mal olmuştur. 

Devrim Kanunları'nın hangi aşamalardan geçerek topluma mal edildiğini anlatmadan önce, gerek bu broşürün, gerekse İşçi Partisi'nin bu konudaki kampanyasının esin kaynağı olan, İP Programı'nın 9. maddesini anımsatmak istiyoruz: 

"İşçi Partisi, Sultanlığın ve Halifeliğin kaldırılması; tekke ve zaviyelerin kapatılması; ağalığın, efendiliğin, paşalığın yasal planda kaldırılması; Latin harflerinin kabulü; laiklik ve dilde demokratlaşma gibi, Milli Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi'nin bağımsızlık, demokrasi ve aydınlanma yönündeki bütün kazanımlarını korur; bu kazanımları emekçi halk yararına geliştirir; demokratik halk devriminin ve sosyalizme ilerlemenin tarihsel birikimi olarak değerlendirir." 

İşçi Partisi ve proleter devrimciler bu bilinçle otuz yıldır Milli Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet Devrimleri'ni savundular. Emperyalizmin ve Ortaçağ güçlerinin saldırılarının doruğa çıktığı son yıllarda ise, Cumhuriyet'in kazanımlarının korunmasının yaşamsal bir görev olduğunu saptadılar. İşçi Partisi Başkanlık Kurulu, bu anlayışla, Genel Başkan Danışmanı’mız Ferit İlsever’e, 1996 yılı başlarında Cumhuriyet Devrimleri'ni araştırma ve kitap haline getirme görevini verdi. Bu çalışma, Kaynak Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. 

22-24 Kasım 1996 günleri Ankara'da toplanan İşçi Partisi 4. Kongresi, "Devrim Kanunları Uygulansın" kampanyasını başlatma kararı aldı. 

Ve Parti, 16 Ocak 1997 günü İstanbul'da, Muammer Karaca Tiyatrosu'nda düzenlediği açılış toplantısıyla kampanyayı başlattı. İşçi Partisi örgütleri, bu kampanya çerçevesinde, kasaba ve köylere kadar bütün yurdu "Devrim Kanunları Uygulansın" afişleriyle donattılar, halka açık onlarca toplantı düzenlediler. 

Kampanya etkili oldu ve yarım yüzyıldır unutturulmaya çalışılan Devrim Kanunları hafızalarda canlandı. 

28 Şubat 1997 tarihli gazetelerde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in, Başbakan Erbakan'a yazdığı mektup yer aldı. Cumhurbaşkanı da bu mektubunda Devrim Kanunları'nın uygulanmasını istiyordu. Aynı gün toplanan Milli Güvenlik Kurulu da Devrim Kanunları'nın ödünsüz uygulanmasını kararlaştırdı ve 18 maddelik muhtıra gibi bir talepler listesini hükümete verdi. Böylece, Devrim Kanunları, Türkiye'nin en geniş kesimlerinin, giderek bütün Türkiye'nin talebi haline geldi. 

"Devrim Kanunları Uygulansın" talebi, bugün, halkımızın yeni aydınlanma hamlesinin bayrağıdır. 

İŞÇİ PARTİSİ'NİN TALEPLERİ

1. Cumhuriyet Devrimi'ne göre, din ile dünya işlerinin ayrılması anlamına gelen laiklik ilkesi uygulanmalıdır. 

2. Devlet hiçbir dinin, mezhebin taraftarı, koruyucusu veya yardımcısı olamaz. Devlet din ve mezheplerin dışında ve onlar karşısında tarafsız olmalıdır. 

3. Herkes vicdan, kanaat, dini inanç veya inanmama özgürlüğüne sahip ve dini inançların bilimsel köklerini açıklamada özgür olmalıdır. Kimse dini ayin ve törenlere katılmaya, dini emirleri yerine getirmeye veya inanç ve kanaatini açıklamaya zorlanamaz. 

4. Ruhban sınıfı kabul edilemez; maaşlı din adamlığı kaldırılmalıdır. 

5. Tevhidi Tedrisat Kanunu'na uygun olarak, demokratik, laik ve bilimsel esaslara dayanan tek bir eğitim ve öğretim sistemi uygulanmalıdır. Ders kitapları bilimdışı, şeriatçı safsata ve yaklaşımdan arındırılmalıdır. 

6. Din dersi zorunluluğu kaldırılmalıdır. Dinler hakkındaki bilgi, felsefe, tarih ve sosyoloji derslerinde verilmelidir. 

7. Dini amaçlarla kurulmuş bütün vakıf, dernek, tarikat, dergâh, tekke ve diğer kurumlar kapatılmalı, başlarında bulunanların şeyh, derviş vb. sıfatları kaldırılmalı, bu kurumların düzenlediği eğitim faaliyetlerine son verilmelidir. Açtıkları okullar, yurtlar, dershaneler kamulaştırılmalı ve laik eğitim kurumlarına dönüştürülmelidir. Aynı şekilde mason locaları kapatılmalıdır. 

8. İmam ve hatip yetiştirme amacından çoktan sapmış olan imam hatip okulları teknik okullara, meslek liselerine ve konservatuvarlara dönüştürülmelidir. 9. Laik eğitim sistemini paramparça eden Kur'an kursları kaldırılmalıdır. 

10. Çeşitli dini kesimlerin ve mezheplerin işareti olarak giyilen sarık, cübbe, kara çarşaf gibi yasaya aykırılıklara göz yumulmamalı ve yasa hükümleri uygulanmalıdır. 11. Yeniden canlandırılan büyücülük, üfürükçülük, falcılık, medyumluk gibi ortaçağ sahtekârlıklarının kökü kazınmalıdır. 

12. Sivas'ta 37 aydınımızı yakan, laik düşünceleri dolayısıyla Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Turan Dursun'ları katledenler, Menemen'deki "Cumhuriyet Devrimi" ruhuyla cezalandırılmalıdır.

28 Şubat Kararlarından sonra bir takım gelişmeler olmakla birlikte, Devrim Kanunları çiğnenmeye devam etmektedir. Cumhuriyet Devrimi, dünya sermayesinin merkezlerinden yönlendirilen ağır bir saldırı altındadır. Bu ortamda, bir direnme hattı kurmak ve Devrim’i tamamlamak için, Mustafa Kemal'in devrimci pratiğini hatırlamak gerekiyor. 

Önce Bağımsızlık

29 Ekim 1923'te Cumhuriyet, kesin ve kararlı bir tavırla ilan edildi. Aslında Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı yıllarında fiilen gerçekleşmişti. Ulus bağımsızlık mücadelesinde birleştirilmiş ve seferber edilmiş, Cumhuriyet'in ilk kanunları bu mücadele içinde filizlenmişti. Mustafa Kemal ve arkadaşları, daha Amasya Genelgesi'yle (21-22 Haziran l9l9), arkasından Erzurum (23 Temmuz l9l9) ve Sivas (4 Eylül l9l9) Kongreleri'nde hedeflerini şöyle açıklamışlardı: 

• Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı esastır. Manda ve himaye kabul edilemez. 

• Milli kuvvet oluşturularak, milli irade egemen kılınacaktır. 

"Bağımsızlık" amacı Misak-ı Milli Bildirisi'nde de vurgulanmıştı. 

Ulusal bağımsızlığın sağlanması, 24 Temmuz l923'te Lozan'da imzalanan barış anlaşmasına kadar Türkiye Devrimi'nin baş hedefi oldu. Ancak, emperyalizmin etkisi ve denetimi altında bu hedefin gerçekleştirilmesi olanaksızdı. Padişah ve İstanbul hükümeti, "Kendi emellerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle birleştirmiş"ti. Bu yüzden, Kurtuluş Savaşı'nın bütün temel belgelerinde "milli kurul" ihtiyacına vurgu yapılmıştır. 

l6 Mart l920'de İstanbul'un İngilizler tarafından işgalinden sonra, yaratılan milli gücün yeniden örgütlenmesi ihtiyacı doğdu. Mustafa Kemal, işgalden sonra yayınladığı bildiride, "Osmanlı Devleti'nin yedi yüzyıllık hayat ve egemenliğine son verildiğini" belirtiyor ve milleti, "Hayat ve bağımsızlık hakkını, uygarlık yeteneğini ve geleceğini savunmaya" çağırıyordu. Mustafa Kemal bu tarihte devletin genel durumunda esaslı bir değişiklik meydana geldiğini saptamış ve "Milli iradenin egemen kılınması" amacıyla, Ankara'da olağanüstü yetkilere sahip bir Meclis'in toplanmasını istemiştir. TBMM, 23 Nisan l920'de bu amaçla kuruldu. 

Mondros Ateşkes Anlaşması sonrasında Anadolu'da kendiliğinden kurulan direniş örgütleri ve toplanan kongrelerle başlayan Türkiye Devrimi, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetleri, Heyeti Temsiliye, TBMM aşamalarında elde ettiği siyasi başarılarla ilerledi. Askeri zaferleri kazanacak güç, bu siyasal iradeyle yaratıldı. Daha önemlisi, bu siyasal irade, sadece emperyalizme darbe indirmekle kalmadı, Cumhuriyet Devrimleri'nin de yolunu açtı. 

"Türkiye Halk Hükümeti"

Kurtuluş Savaşı'nı yönetecek TBMM, halk inisiyatifiyle ve devrimci coşkuyla kuruldu. Meclis bir yandan savaşın gereklerini yerine getirip halkın acil ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, diğer yandan devrimin hedefi konusunda da kafa yoruyordu. Mustafa Kemal, Kasım l920'de ilk Anayasa'ya temel oluşturan bir bildiri yayımladı. Bu bildirinin "Maksat" başlıklı ilk bölümündeki temel ilkeler, daha sonra Anayasa ile birlikte, TBMM bildirisi olarak da yayımlandı. Işte bu bildirinin bir bölümü: 

"TBMM milli sınırlar içinde, hayat ve bağımsızlığını temin ve... Türkiye halkını, emperyalizmin ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetinin sahibi kılmakla amacına ulaşacağı kanaatindedir... TBMM, milletin hayat ve bağımsızlığına kast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların..." 

Uzun süre TBMM ve hükümet açıklamalarında, Türkiye Halk Hükümeti adı kullanıldı. Uygulama, "Halk Hükümeti" kıstasıyla değerlendirildi. Mustafa Kemal'in yukarıdaki bildirisi de "Halkçılık Programı" olarak adlandırıldı. 

Gerek Kurtuluş Savaşı, gerekse Cumhuriyet Devrimleri dönemlerinde Halkçılık Programı doğrultusunda önemli adımlar atıldı. Bu adımların tümü, Türkiye halkının emperyalizmin ve ortaçağ güçlerinin tahakküm ve zulmünden kurtarılmasına yönelikti. TBMM bildirisinde emperyalizmle kapitalizm ilişkisi doğru olarak saptanmıştı. Gerçekten, Anadolu'da emperyalizme karşı kazanılan zafer, kapitalist dünya sistemine darbe indiriyordu. Bu yüzden, Türkiye Devrimi, çağımızın Sosyalizm ve Milli Kurtuluş Savaşları akımının bir parçası ve sosyalist devrimlerin müttefikiydi. Türkiye Devrimi, Sovyetler Birliği'ndeki Ekim Devrimi'nden derinden etkilenmiş ve uzun süre onunla işbirliği halinde bulunmuştu. 

Tansu Çiller'in, Özelleştirme Yasası'nın çıktığı gün, "Son sosyalist devleti yıktık" şeklindeki açıklaması bu çerçevede anlamlıdır. Aslında Türkiye'de devrim, kapitalizmi yıkma yönünde gelişmedi. Tersine, milli kapitalizmi kurmaya yöneldi. Sonraki yıllarda ise, ülkemiz yeniden emperyalizmin tahakkümü altına girdi. Dolayısıyla, Türkiye'de rejim hiçbir zaman sosyalist olmadı. Çiller bu sözleriyle, Cumhuriyet'i yıktıklarını ilan ediyordu. 

Emperyalizm sözcülerinin bu tavrı bile, bugün halkla emperyalizm arasındaki kapışmanın Cumhuriyet mevzilerinde yoğunlaştığını gösteriyor. Halkımız bugün Cumhuriyet'in kazanımlarını savunarak emperyalizmin ve kapitalizmin tahakkümünden kurtulabilir ve halk hükümetini kurma yönünde ilerleyebilir. 

Egemenlik Nasıl Alınır

Kurtuluş Savaşı döneminde Cumhuriyet doğrultusundaki ilk köklü adım, Saltanatın Hilafetten kopartılarak kaldırılmasıdır. 

Kurtuluş güçlerinin cephelerde kazandığı askeri başarılar, Türkiye'nin bağımsızlığını onaylayacak bir barış anlaşmasını gündeme getiriyordu. Ancak, Lozan'daki barış görüşmelerinde Türkiye nasıl temsil edilecekti? Ingilizlerin müdahalesiyle, "Ikili Temsil" formülü ileri sürüldü. Yani Türkiye, Lozan'da TBMM'nin yanısıra, Istanbul Hükümeti'nce de temsil edilmeliydi. Ingiltere, kuklalarını devreye sokarak, savaşta kaybettiklerini barış masasında kurtarmaya çalışıyordu. 

Öneri TBMM'de çok sert tepkilere yol açtı. TBMM İstanbul'la ipleri tamamen kopartarak, Hilafetle Saltanatı birbirinden ayırmaya ve Saltanatı kaldırmaya yöneldi. 

Saltanat l Kasım l922'de Hilafetten koparılarak kaldırıldı. Padişahlık tarihe gömülürken, TBMM yetkiyi bütünüyle eline aldı. İkili iktidara son verildi, yeni Türkiye Devleti'nin kurulduğu açıklandı. 

Mustafa Kemal'in, Sultanlığın kaldırılması sırasında, Cumhuriyet'e nasıl ulaşıldığını açıklayan aşağıdaki sözleri devrimcinin ve devrimin mantığını yansıtır: "Efendiler dedim. Egemenlik ve Saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim gereğidir diye görüşerek, tartışarak verilmez. Egemenlik, Saltanat; kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenlik ve saltanatına, el koymuşlardı. Bu tasallutlarını altıyüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de, Türk Milleti bu saldırganların hadlerini bildirerek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, fiilen almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir... Burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, kendi yöntemleri içinde ifade olunacaktır. Ancak olasılıkla bazı kafalar kesilecektir." 

Devrimci Meclis, bugün olduğu gibi, "tarihimiz" diyerek Osmanlı İmparatorluğu'na ve Ortaçağ’a sahip çıkmıyordu. Tersine Osmanlı'yı yıkıyordu. Millet, Osmanoğulları'nın "tasallutlarına" ve "tecavüzlerine" karşı kaderini eline almıştı. Sorun, Kurtuluş Savaşı'nın başından itibaren "milletin egemenliği", yani iktidar sorunuydu. Şimdi o gerçekleşiyordu. Ve iktidar, "kuvvetle", "zorla" alınmıştı. Bu gerçek kabul edilmezse, "olasılıkla bazı kafalar kesilecekti". 

Cumhuriyet 24 Saatte Kabul Edildi

Lozan'da başarılı bir anlaşma yapmak ve sonrasında Cumhuriyet'i ilan etmek için, Meclis'in devrimci niteliğini pekiştirmek gerekiyordu. Birinci Meclis'te Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun yanısıra, Ikinci Grup da oluşmuştu. Ikinci Grup, Meclis'teki sağcı yoğunlaşmayı temsil ediyordu. Emperyalizme, ortaçağ gericiliğine karşı tavrı titrek ve belirsizdi. En önemlisi, Saltanat ve Hilafet yanlıları azınlıkta da olsalar, bu Grup'ta yuvalanmışlardı. Devrimi, Mustafa Kemal'in önderlik ettiği Müdafaa-i Hukuk Grubu sürüklüyordu. 

İlerde Halk Fırkası'na dönüşecek olan Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun güçlendirilmesi ve netleşmesi çabalarına hız verildi. Bu amaçla, "Dokuz İlke ve bir bakış açısı" benimsendi. İlkeler arasında, "Egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğu" ve "Hukuk hâkimiyetinin, TBMM'nin manevi şahsiyetinde toplandığı" önemle belirtiliyordu. Diğer ilkeler, gelecekteki devrimlerin habercileri olan, "Tüm kanunların hukuk ilmine ve ulusal ihtiyaca göre düzenlenmesi", "Öğretimin birliği", "Aşar usulünün iyileştirilmesi", "Emek erbabının korunması" gibi hükümleri kapsıyordu. Lozan'da Türkiye'nin bağımsızlığı kabul ettirildi. Sıra Cumhuriyet'e ve devrimlere gelmişti. 24 Eylül 1923 günü Mustafa Kemal, "Egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunu, yasama ve yürütme yetkisinin TBMM'de toplandığını ve hangi sözlükte aranırsa aransın, bu iki hamlenin bir tek adı bulunduğunu" belirtti: "Cumhuriyet"! Mustafa Kemal bu konuşmasında, "Türkiye'nin iç gelişmesinin tamamlanmadığını, birçok değişme ve gelişmenin Cumhuriyet esasına varacağını" da açıklıyordu. Cumhuriyet, 24 saatte kabul edildi. Çünkü 29 Ekim 1923'te yapılan, "fiili durumun" adının konmasıydı. 

29 Ekim 1923, Kurtuluş Savaşı sürecine nokta koydu. Öte yandan bu tarih, "Cumhuriyet esasına varacak" iç gelişme ve değişimlerin başlangıcı da oluyordu. Bundan sonra rejime giydirilen "elbisenin" içi doldurulacaktı. Cumhuriyet yönetimi, ortaçağ kurumlarına karşı mücadele başlatıyordu. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi, emperyalizme indirdiği darbelerle, yarattığı kurumlar ve toplum bilincindeki değişikliklerle yüzyılımızın en önemli devrimlerinden biridir. Bu yüzden Cumhuriyet Devrimi halkımızın ve ezilen dünyanın desteğini kazanmış, iz bırakmıştır. Emperyalizmle işbirliği eden gerici güçler, yarım yüzyıldır Cumhuriyet'in kazanımlarına saldırıyorlar. Hedefleri, Cumhuriyet'in içini boşaltmak ve onu yıkmaktır. Bugün ileri geri kavgası, tıpkı 70 yıl önce olduğu gibi, Cumhuriyet mevzilerinde cereyan ediyor. Cumhuriyet'in kazanımlarını savunmak, onları tanımakla mümkün. Tanımak ise, bu mevzilerin nasıl dişle tırnakla, ne çetin mücadelelerle elde edildiğini iyi bilmekten, tarihimizin bugün unutturulmak istenen bu onurlu sayfasını yeniden açmaktan geçiyor. Bu broşürde Cumhuriyet devrimlerinin bugün için en anlamlı olanlarını inceledik. Bizlere büyük bir devrimci miras bırakan Mustafa Kemal ve arkadaşlarını saygıyla anıyoruz. 

DEVRİM KANUNLARI 1: 

ŞERIYE VE EVKAF VEKALETI'NIN KALDIRILMASINA DAİR KANUN 

(3 Mart l924) 

Şeriye ve Evkaf Vekâleti'nin Kaldırılmasına Dair Kanun'la, Tevhidi Tedrisat (Öğretimin Birliği) Kanunu ve Halifeliğin Kaldırılmasına Dair Kanun, 3 Mart l924 günü TBMM'de görüşülerek kabul edildi. 

Bıçakla Keser Gibi 

Cumhuriyet, dinin toplum ve devlet hayatı üzerindeki otoritesini ve bu otoriteyi sağlayan kurumları büyük bir hızla, bıçakla keser gibi kaldırıyordu. Şeriye ve Evkaf Vekâleti, Osmanlı Imparatorluğu'nda şeriat ve vakıflara ilişkin önemli bir bakanlıktı. Şeriat toplum hayatına yön verdiği için, dini hükümler, fetvalar bakanlık düzeyinde ağırlığa ve işleve sahipti. Şeriatın devlet hayatında son sözü söylemesi ise, Şeriye Vekâleti'ni bütün vekâletlerin üzerinde bir otoriteye sahip kılıyordu. Ayrıca, Şeriye Vekâleti, toplumun eğitimini, yönlendirilmesini ve genel olarak dini otoritesini, kendisine bağlı vakıflar aracılığıyla kurumlaştırmıştı. 

İlk Adım: Laik Devlet 

Şeriye Vekâleti'nin yanısıra, aynı yasayla Erkânı Harbiyei Umumiye (Genelkurmay) Vekâleti de kaldırılıyordu. Genelkurmay, bir bakanlık düzeyinden Genelkurmay Başkanlığı düzeyine indiriliyordu. Yasa önerisinin gerekçesinde, amacın, "Din ve ordunun siyaset dışında tutulması" olduğu belirtiliyordu. Ayrıca, Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldıktan sonra, "Bütün vakıfların millete aktarılması ve ona göre yönetilmesi" isteniyordu. Görüldüğü gibi, Cumhuriyetçilerin, otoritelerinin zirvede olduğu bir dönemde, Cumhuriyet'in ilanından hemen sonra yaptıkları ilk iş, din ve orduyu politikanın dışına sürmek olmuştur. Bu adım, Cumhuriyet'in laik ve demokratik niteliğinin gereğidir. Aynı zamanda, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ulusal iradeyi temsil eden TBMM'ye duydukları güvenin ifadesi. "Vakıfların millete aktarılması" ise, şeriatçı kurumlaşmaya indirilen en ağır darbeydi. Şimdi yasanın tanımladığı çerçeveyi özetleyelim. Şeriye ve Evkaf Vekâleti'nin Kaldırılması Kanunu'nda öncelikle laiklik tanımlanıyor: 

"Topluma ait işlemlerle ilgili yasama ve yürütme yetkisi TBMM ile hükümetindir. Dine ait işlemlerden sorumlu kurum ise, Diyanet Işleri Reisliği'dir." 

Yani topluma ait işler ile, din işleri ayrılıyor. Ayrıca din, siyasetten de (yani devletten) ayrılıyor. Daha önce topluma, devlete, özetle dünyaya ait tüm işlemlerin Şeriye Vekâleti'nin, yani şeriatın süzgecinden geçtiği düşünülecek olursa, atılan adımın büyüklüğü ortadadır. Cumhuriyet yönetimi ilk adımını "laik devlet" kararıyla atmıştır. Devletin din ile ilgili işlevi, Başbakanlığa bağlı bir başkanlık eliyle dini kurumları ve ibadeti düzenlemekten ibarettir. 

Diyanet, Başbakanlığa Bağlanarak Gözaltına Alındı 

Cumhuriyet yönetiminin din işleri sorumluluğunu bir bakanlıktan alarak Başbakanlığa bağlı bir kuruma vermesi, bu alanı nasıl sınırladığını gösterir. Öte yandan Diyanet Işleri Başkanlığı'nın görevi de sınırlı olarak tanımlanmıştır: Dini kurumların yönetimi ve imam, hatip, müezzin vb.nin tayin ve işten uzaklaştırma işleri. Yasanın Meclis'te görüşülmesi sırasında; gelecekte Diyanet İşleri Başkanlığı'nın da istismar edilerek şeriatçı propagandaya yeniden zemin oluşturulmaması için, sözcükler üzerinde bile kavga yürütüldü. 

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesinin Başbakanlığa ait genel bütçe içine alınmasıyla, din işlerine daha önce Şeriye Vekâleti'nin ve vakıfların zengin kaynaklarından ayrılan paylar sınırlanıyordu. Bağımsızlığını dişiyle tırnağıyla savaşarak kazanmış yoksul ülkede, halkın inanç ve ibadet özgürlüğünü sağlamaya yetecek kadar bir bütçe! En önemlisi de, Cumhuriyet yönetimi bu önlemlerle halkın üzerinde maddi ve manevi otoriteye sahip ruhban sınıfını dağıtıyor ve böyle bir otoritenin yeniden oluşmasının yollarını kapatıyordu. Laik devlet, Diyanet'i bu önlemlerle gözaltına aldı. Nereden nereye? Diyanet İşleri Başkanlığı bugün görüş, yorum bildiriyor, kamuoyu önünde eleştiri yapıyor, "karşıt" görüşlerle tartışmalara giriyor. Hatta Prof. Dr. Sayın İlhan Arsel'in Şeriat'tan Kıssa'lar kitabı hakkında fetva veriyor. Fetva vermeyi de bir hak olarak savunuyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet yasalarının kaldırdığı Şeriye Vekâleti'ne özenip onun işlevini üstlenmeye çalışıyor. Daha vahimi, Diyanet İşleri Başkanlığı bugün hâkim Sünni mezhebinin devlet içinde bir ileri karakolu durumunda olup topluma, diğer din ve mezheplerden yurttaşlara ve laik güçlere karşı taraftır. Böylece devlet, bu kurum üzerinden de dini bir görev üstlenmektedir. 

DEVRİM KANUNLARI 2: 

TEVHİDİ TEDRİSAT (ÖĞRETİMİN BİRLİĞİ) KANUNU 

(3 Mart l924) 

Saruhan Milletvekili Vasıf Bey ve arkadaşları tarafından verilen yasa önerisi, 3 Mart l924 günü TBMM'de görüşülerek kabul edildi. Tevhidi Tedrisat (Öğretimin Birliği) Kanunu'yla, aynı gün kaldırılan Şeriye Vekâleti'nin en temel işlevi olan eğitim, şeriatın pençesinden kurtarıldı. Osmanlı İmparatorluğu'nda önceleri başta medreseler olmak üzere, bütün eğitim kurumları Şeriye Vekâleti'ne bağlıydı. Tanzimat'ın ilanından sonra, Batı'dan yeni eğitim kurumları alındı. Bunların bazıları gerçekten çağdaş ve bilimsel eğitim uyguluyordu. Böylece, şeriatı esas alan eğitim ile, bilimsel eğitim arasında çelişme doğdu. Yüzyıllardır karanlıklar içinde kaybolan eğitim sistemi, bu kez kargaşaya yuvarlanıyordu. 

Laik Devlet, Eğitimi Tekeline Alıyor 

Tevhidi Tedrisat (Öğretimin Birliği) yasa önerisinin gerekçesinde, amacın, "Milletin düşünce ve duygu yönünden birliğini sağlamak" olduğu ifade ediliyordu. Gerekçe'de daha sonra şöyle deniyordu: "Çökmekte olan Osmanlı Saltanatı, Tanzimatı Hayriye devrinde öğretimin birliğine başlamak istemiş ise de bunu başaramamış ve tersine bu konuda bir ikilik bile yaratmıştır. Bu ikilik, eğitim ve öğretimin birliği bakış açısından birçok zararlı sonuçlar doğurdu. Bir milletin bireyleri ancak bir terbiye görebilir. İki türlü terbiye bir memlekette iki türlü insan yetiştirir... "Yasa önerimiz kabul edilirse Türkiye Cumhuriyeti içinde tüm bilim kurumlarının biricik makamı Eğitim Bakanlığı olacaktır. Bu şekilde tüm okullarda bundan böyle Cumhuriyet'in bilim siyasetinden sorumlu ve bilgilerimizi tek bir duygu ve düşünce yolunda ilerletmekle görevli olan Eğitim Bakanlığı, pozitif ve birleşik bir eğitim siyaseti uygulayacaktır..." 

Laik devlet, Öğretimin Birliği Yasası'yla eğitimi tekeline alıyordu. Devlet bu konuda rakip istemiyor, ikiliğe izin vermiyor. Cumhuriyet yönetimi, eğitimin içeriğinin, bir yanda şeriatçı eğitim öbür yanda "bilimsel", "pozitif" ve "birleşik" eğitim şeklinde parçalanmasına karşıdır. Yönetim ayrıca eğitim kurumlarının da, Eğitim Bakanlığı ile özel kurumlar ve vakıflar şeklinde bölünmesine karşıdır. Eğitim, Eğitim Bakanlığı'nda birleştiriliyor. Bakanlığın, "Ulusun duygu ve düşünce birliğini sağlayacak, bilimsel, pozitif ve birleşik bir eğitim-öğretim siyaseti izleyeceği" belirtiliyor. Cumhuriyet yönetimi, gericilikle hesaplaşmaya eğitimden başladı. Mustafa Kemal ve arkadaşları, toplumun ortaçağ bağnazlığından ve hurafelerden kurtarılarak aydınlanmasını, önlerine ilk iş olarak koydular. Cumhuriyet bir yandan gericiliğe en büyük darbeyi beyinlerde vururken, diğer yandan devrimleri sürükleyecek büyük gücü seferber ediyordu. Eğitim atağı, genç Cumhuriyet'in ekonomik, sosyal gelişmesini sağlamada gerek duyduğu, bilimin ışığında aydınlanmış yeni kuşaklar oluşturma amacına hizmet ediyordu. Gerçekten de bu politikaya bağlı kalındığı yirmi, otuz yıl boyunca bilimde, sanatta, kültür alanında devrimci eğitim görmüş, halkını ve yurdunu seven, aydınlanmış Cumhuriyet kuşakları yetişti. Türkiye, bütün Üçüncü Dünya ülkelerinin ilerisinde, birikimli insan gücüne sahip oldu. 

Öğretimin Birliği Yasası Delik Deşik 

Cumhuriyet Devrimi'nden geri dönüşün yaşandığı yıllar boyunca ise, Ortaçağ ideolojisi ve kozmopolitizmle yıkanmış, halkından ve yurdundan kopmuş, bireyciliği, köşe dönmeciliği kutsayan beyinler ön plana çıktı. Bilimsel ve pozitif bir eğitim-öğretim siyasetinden vazgeçildi. Her sağcı iktidar, ilk iş olarak Milli Eğitim Bakanlığı'nda üslenerek, milliyetçi dinci politikalarını bu bakanlığa hâkim kıldı. Eğitim sistemi, on binlerce Kur'an kursu ve imam hatip okullarıyla, yazboz tahtasına dönen ders kitapları ve eğitim programlarıyla, ekonomik ve siyasal baskı altında tutulan öğretmen ve öğrencileriyle Cumhuriyet Devrimi'nin anlam ve ruhundan uzak, bilim dışı, ezbere dayanan, hayattan ve halkın ihtiyaçlarından kopuk bir konuma sürüklendi. Öğretimin Birliği Yasası, vakıflar tarafından idare olunan bütün okullar dahil, her türlü bilimsel kurum ile, öğretim kurumunu Eğitim Bakanlığı'na bağlıyordu. Yetmiş yıl sonra Öğretimin Birliği Yasası'nın bu hükmü de delik deşik edildi. Okul, yurt, dershane açmak amacıyla yüzlerce dinci vakıf kuruldu. Dini amaçlı sayısız eğitim kurumu açıldı, tarikatlar eğitimde birbirleriyle yarışmaya başladı. Yurdu örümcek ağı gibi saran Kur'an kursları da bu tabloyu tamamladı. Eğitim, yıllarca verilen ödünler sonucu şeriatçı güçlerin eline teslim edildi. Öğretimin Birliği Yasası'nın 4. maddesinde İlahiyat Fakültesi'nden ve İmam Hatip Okullarından da söz ediliyor. Bu konu yasada yan bir unsur olarak ve tamamen ihtiyaca cevap vermek amacıyla ele alınmış. Bu madde de yıllardır sömürüldü. Şeriatçı güçler bu okulları din hizmetini görecek imam ve hatiplerin yetiştirilmesi amacından saptırarak, ana eğitim kurumları haline getirdiler. 3 Mart 1924 günü TBMM'de Şeriye Vekâleti'nin Kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat Kanunları'yla birlikte, Halifeliğin kaldırılması da kararlaştırıldı. Cumhuriyet, böylece gericiliğin iki temel kurumuna amansız darbeler indiriyordu. Karşıdevrim de, 1950'lerden beri tersten aynı yöntemi izledi: Bir yandan Kur'an kurslarıyla, imam hatiplerle, tekke, tarikat, dergâh ve medrese eğitimleriyle şeriatçı eğitimin yeniden kurumlaşması; diğer yandan dinci örgütlenmeyle iktidarın adım adım zapt edilmesi. 

Devrimin Laikliği ile Evren'lerin, Özal'ların Laikliği 

Elli yıl içindeki savruluşun, yüz seksen derece geri dönüşün nedenlerini anlayabilmek için, "laikliğin" serüvenini incelemek gerekir. 1924'te laikliğe ilk adım, "dinle toplumun ayrılması" ve "dinin siyaset dışında tutulması"yla atılıyordu. 1926'da Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey'in okuduğu Medeni Kanun'un gerekçesinde laiklik, "din ve dünya işlerinin ayrılması"ydı. Mahmut Esat Bey, dine, "gerçek ve sonsuz bir taht olan" vicdanları ayırmıştı. Gerçekten de laikliğin, bütün burjuva demokratik devrimlerindeki tanımı ve uygulaması budur. 1934'te Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey, "Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun"un Meclis'teki görüşülmesi sırasında, dinlerin vicdanlarda bile bir işlevi olamayacağını söylüyordu: "Dinler işlerini bitirmiş, görevleri tükenmiş, yeniden canlılık ve hayatiyet bulamayan kurumlardır." Cumhuriyet Devrimi'nin ateşli dönemlerinde laiklik, devrimci bir anlayışla uygulanıyordu. 1950'lerden sonra, Türkiye'nin "Küçük Amerika" olacağı propagandası eşliğinde Menderes'lerin, Demirel'lerin "laikliği" geldi: "Laiklik dinsizlik demek değildir." Peki neydi laiklik? Ne olduğu önemli değildi; ama bu tanımla Türkiye'nin işbirlikçi hâkim sınıflarının insan ve toplum yaşamına, bilime, kültüre, devlete ve kurumlarına, yani dünyaya karşı başlattıkları dinci saldırının gerekçesi yaratılıyordu. Din, Mustafa Kemal'lerin, Mahmut Esat'ların hapsettiği vicdandan çıkarılıp, toplumun üzerine kâbus gibi çökertiliyordu. 1980'lerden sonra Evren'lerin, Özal'ların "laikliği", "din ve vicdan özgürlüğü" oldu. Laiklik adına ne kaldıysa atılmış, dinin her alanda özgür, etkin, hatta iktidar olduğu sisteme de "laiklik" yaftası yapıştırılmıştı. "Laiklik din özgürlüğü" olduktan sonra, bırakalım Refah iktidarını, yarın Talibanlar iktidara gelse, "laik" kalmaya devam edeceğiz! Ne oluyor? Ortada bir oyun var. Türkiye'de Anayasa'ya, "Laikliğin değiştirilemeyeceği" prensibi ve "Devrim yasalarının Anayasaya aykırı olduğu yorumunun yapılamayacağı" hükmü konur (Madde 174). Güzel, değil mi? Öte yandan, iktidara gelen düzen partileri Kur'an kurslarına, imam hatip okullarına hız verir. Vakıfların, tarikatların okullar açması teşvik edilir. "Laiklik", Anayasa'da yazılı kalır; ama laik eğitim, öğretimin birliği yerle bir edilir. "Laiklik" şalı altında Cumhuriyet Devrimi yasaları çiğnenmektedir. Böylece laikliğin içi boşaltılmakta, Cumhuriyet'in en temel dayanağı yıkılmaktadır. Bu oyun mutlaka bozulmalı; Batıcı, Amerikancı modernistlerin, gardrop Atatürkçülerinin, neoliberal döneklerin yüzlerindeki maske indirilmeli. Ortaçağ güçlerine karşı tutarlı, ilkeli ve devrimci bir tavırla, bir halk seferberliği başlatılmalı. Bu halk seferberliğinin ilk sloganı bellidir: "Devrim Kanunları Uygulanmalı." Öğretimin Birliği Yasası hayata geçirilmeli. Her alanda çağdışı, şeriatçı eğitime son verilerek laik ve bilimsel eğitim yerleştirilmeli. Bütün şeriatçı eğitim kurumları, yan kuruluşlarıyla birlikte kapatılmalı. Cumhuriyet uygulanmalı. 

DEVRİM KANUNLARI 3: 

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI 

(3 Mart l924) 

Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi (Yetkin) ve 53 arkadaşı tarafından verilen yasa önerisi, 3 Mart 1924 günü TBMM'de görüşülerek kabul edildi. Yasa'nın adı, “Hilafetin Ortadan Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı'nın Türkiye Cumhuriyeti Toprakları Dışına Çıkarılmasına Ilişkin Yasa” idi. Osmanlı İmparatorluğu'nda Halifelik, dinsel değil, dünyasal, devlet işleriyle ilgili bir makamdı. Halife, İslam toplumlarında "devlet başkanı"ydı. İktidarını dinle açıklıyordu. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalistlere hizmet etmiş bu Ortaçağ kurumu, Cumhuriyet'te daha ne kadar yaşayabilirdi? Mustafa Kemal, 1924 yılı başlarında Başvekil İsmet İnönü'ye gönderdiği mesajda, "Halifeliğin dinen ve siyaseten hiçbir anlam ve hikmetinin bulunmadığını" yazıyordu. Mustafa Kemal'e göre, "Türkiye Cumhuriyeti, safsatalarla varlığını, bağımsızlığını tehlikeye maruz bırakamaz"dı. Mustafa Kemal mesajında halifeliğin kaldırılmasının ilk işaretini veriyordu. Laik Cumhuriyet, halifeyle iktidarı paylaşamazdı. 

Cumhuriyet yöneticileri, kaynağını dinden alan iktidar odaklarının genç Cumhuriyet'e karşı oluşturacakları "sürekli tehdide" karşı uyanıktılar. Afyon Karahisar Milletvekili Izzet Ulvi Bey, "Biz hürriyete, Cumhuriyet'e, halkçılığa milyonlarca insanın kanı pahasına ulaştık ve mutlakiyetin kanlı hükümdarlarının zulmü altında yaşamaya lâyık millet olmadığımızı ispat ettik" dedikten sonra, bu tehdidi şöyle vurguluyordu: "Hilafeti bırakırsak bir gün mutlaka saltanata gidecektir. Tarihte hükümetsiz halife yoktur." 

Devrimci Meclis bu anlayışla Hilafeti kaldırıp attı. Cumhuriyet devrimi pekiştiriliyordu. Halifeliğin kaldırılması, Cumhuriyet devriminin önemli bir adımıdır. Halifeliğin kaldırılması, Türkiye Cumhuriyeti'nden bir urun kesilip atılması operasyonuydu. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'na başlarken, amacının, "Halifeyi, padişahı ve milleti esaretten kurtarmak" olduğunu ilan etmişti. Padişah ise, dini yetkilerini ve manevi otoritesini kullanarak, Mustafa Kemal ve arkadaşları için idam fermanları çıkarttı. Sonuç alamayınca, Kuvayı Milliye'nin karşısına, düşman güçlerle birlikte hareket edecek İnzibat Kuvvetleri oluşturdu. Gerek devrimci gelişme, gerekse izlenen doğru politika, önce padişahlığı, sonra hilafeti temizledi. 

Türkiye'de daha 1920'lerde tartışılıp mahkûm edilen İslamcı politika, yüzyılın sonuna yaklaştığımız bu dönemde, emperyalistler tarafından yeniden pişirilip önümüze kondu. ABD, Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde ülkemize "Ilımlı İslam"ı dayatıyor. Baş mimarlığını ünlü CIA uzmanı Graham Fuller'in yaptığı bu teoriye göre, Türkiye Kemalist Devrim'den vazgeçmeli, "tarihiyle barışmalı" ve Ilımlı İslamcı bir politika izlemeli. Bunun doğal sonucu olarak, Türkiye, Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" parolasını da terk etmeli ve bölgede ABD taşeronluğuna soyunmalı. Fuller'lerin Türkiye'ye biçtiği misyon, ülkemizi yüzyılın başına, Sevr'lere götürüyor. Ne yazık ki, Özal'lar, Çiller'ler, günümüzün Vahdettin'leri, Damat Ferit'leri olarak, bu emperyalist işbirlikçisi misyonu benimsemişlerdir. İnönü'nün 72 yıl önce TBMM kürsüsünden söylediği sözler bir ders niteliğindedir: "Eğer zannedersek ki, memleketler herhangi bir heyula ve hayal için alınır ve verilir; eldekiler kaybolur, en nihayet esirlik kaçınılmaz olur. Gerçek odur ki, memleketleri koruyan kuvvetlerin milletin kendi kuvveti olduğunu esas nokta olarak kabul etmek, yüreklere yerleştirmek ve kuşaklara nakletmektir." 

Seksen sene geçmeden hortladı habis ruh. TBMM'deki devrimci ruh söndürülüp, gericiliğe ödün üstüne ödün verilince, o habis ruh hortladı ve şeriat ordulari yeniden kuruldu. Gericilik 1922'de Saltanatın kaldırılmasıyla ilk önemli darbeyi yemişti. Gerici güçler bundan sonra TBMM'deki İkinci Grup içinde mevzilendiler. Öte yandan yeniden güçlenmek için, Hilafeti bir örtü olarak kullanmaya çalıştılar. Bu yüzden Hilafetin kaldırılması girişimi sert tartışmalara yol açtı. Şeriatçılar direndikçe, Cumhuriyetçilerin sert hücumlarına hedef oldular: "Kafalar kırılır, ezilir"! Saltanattan sonra Hilafet de kaldırıldı. Gericiler bu kez Terakkiperver Serbest Fırka'da yuvalandılar. 1925'te bu fırka da kapatıldı. Görüldüğü gibi, Cumhuriyet Devrimi, gericiliğin mevzilerine vurarak ilerledi. Aydınlanmayı gerçekleştiren, şeriatçi güçlere karşi kararlı mücadele tavrıdır. 

DEVRİM KANUNLARI 4: 

MEDENİ KANUN 

(17 Şubat l926) 

İmparatorluk'ta geçerli olan Mecelle'nin hiçbir uygulama olanağı kalmamış; aile, kişilik, miras sorunlarında tam bir keşmekeş hâkim olmuştu. Meclis, Cumhuriyet yönetimini yukardan aşağı düzenlerken, her kurumda eski sistemin direnişiyle karşılaşıyordu. Cumhuriyet, bütün burjuva demokratik devrimleri gibi, başlattığı laiklik hamlesini her alana yaymak, toplumu ortaçağ kurumlarından arındırmak göreviyle karşı karşıyaydı. Toplumsal hayatta yenilik yapma ihtiyacı dayatmıştı. Mustafa Kemal, 1 Kasım 1925'te TBMM'nin İkinci Dönem Üçüncü Yasama Yılını açarken, "genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek olan yasaların" haberini veriyordu. 

Değişmemek, Dinler İçin Bir Zorunluluktur... 

Uzun araştırmalar sonucu, "yeni ve halkçı" diye nitelendirilen Isviçre Medeni Yasası aynen alındı. Hükümetin "Adli Reformlar" konusunda hazırladığı tasarı, 24 Aralık 1925'te Meclis'e sunuldu. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey'in Gerekçe'sinde, Cumhuriyet'in temel perspektifi, "Toplumsal ilerleme ve gelişme"ydi. Din dahil, toplumdaki her ilişki, her kurum bu perspektifle sorgulanıyordu. Ve bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de bu gelişmenin karşısındaki başlıca engel din idi: "Dinler bütün toplumsal geriliğin başlıca sebebidir. Yasaları dine dayanan devletler, kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin isteklerini tatmin edemezler. Çünkü dinler, değişmez hükümler ifade ederler. Hayat yürür, ihtiyaçlar sürekli değişir, din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir değer, bir anlam ifade etmezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur...” 

"İhtilaller Örf ve Adetleri Yıkmada En Etkin Araçtır" 

Mahmut Esat Bey, konuşmasını, dinin kuşattığı örf, âdet ve gelenekler alanındaki tutuculuğu sorgulayarak sürdürdü: "Örf, âdet ve göreneklere kesinlikle bağlı kalmak davası, insanlığı en ilkel durumundan bir adım ileri götürmeyecek kadar tehlikeli bir görüştür... Gerçekler karşısında babalarından ve atalarından kalan inanışlara ne olursa olsun bağlı kalmak akıl ve zekâ gereği değildir. Esasen ihtilaller bu konuda en etkin bir araç olarak kullanılmışlardır." Örf ve âdetlerin tutuculuğuna karşı akıl ve zekâ! Mahmut Esat Bey, bütün burjuva devrimlerinin temel felsefesi olan "Akılcılığı", Cumhuriyet Devrimi'nin de benimsediğini söylüyordu. 

Laikliğin Özü: Dini Vicdanlara Hapsetmek 

Mahmut Esat Bey, açıkladığı yasa gerekçesinde Cumhuriyet önderliğinin laiklik konusundaki yaklaşımını da dile getirdi: "Çağdaş uygarlığa mensup devletlerin ilk farkı, din ile dünyayı ayrı görmektir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarına baskı olur. Bunu çağdaş devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde vicdanlarda kaldıkça saygındır ve masumdur." Cumhuriyet'in laiklik anlayışının özü, din ile dünyayı ayırmak ve dini vicdanlara hapsetmektir. Zaten Cumhuriyetçilerin soyundukları iş de bunu gerektiriyordu. Dini sadece devletten değil, toplumsal hayattan, aile hayatından, yaşam tarzından ve anlayışlardan uzaklaştırmadan bir Medeni Kanun yapılamazdı. Avrupa'da uluslaşma süreci burjuva devrimleriyle yaşandı. Feodal despotluğu yıkan burjuvazi, Batı toplumlarını "ulus" temelinde birleştirdi. Ortaçağ ideolojisi dini vicdanlara kapatan Cumhuriyet Devrimi de, Misakımilli sınırları içinde "uluslaşma" ve "ulusal birlik" hedefleri için mücadele ediyordu. 

Adalet Bakanı'nın Gerekçesinde Emperyalizm ile Din İlişkisi 

Adalet Bakanı, dinin, politikadaki rolüne ilişkin eleştirilerini kapitülasyonlar örneği ile sürdürdü. İşte emperyalizm ile din ilişkisi: "Hatırlatmak gerekir ki, devlet yalnız uyruğuyla değil, yabancılarla da ilişki içindedir. Bu takdirde onlar için kapitülasyon adı altında özel hükümleri kabul etmek zorunluluğu doğar. Lozan antlaşması ile ortadan kaldırılan kapitülasyonların memleketimizde sürekli kılınması için yabancılar tarafından ortaya konulan nedenlerin en önemli tarafı bu nokta olmuştur." Şükrü Kaya Bey de konuşmasında bağımsızlık ve laiklik ilişkisine değinmişti: "İrticayı besleyen yasalar yürürlükteyken, biz bağımsız bir hükümet bile kuramayacak durumdaydık. Çünkü devletimizin kanun yapma özgürlüğü yoktu. Kanun yapma özgürlüğü olmayan bir devlete bağımsız bir devlet denebilir mi?.." 

"Kadına KarşıEşitsizliği Kaldırmanın Zamanı Çoktan Geçmiştir" 

Mahmut Bey'in TBMM'de yaptığı kanunu sunuş konuşmasında ise kadın konusunda şöyle bir bölüm yer alıyordu: 

"Türk tarihinin en hazin siması Türk kadınıdır. Yeni tasarının aile teşkilatı ve miras hükümleri şimdiye kadar istenildiği zaman kolundan tutularak bir esir gibi yerden yere vurulan, fakat ta ezelden hanım olan Türk annesini değerine uygun, saygın konumuna getirecektir. (Bravo sesleri, alkışlar.) Unutmamak gerekir ki, Türk annesini gerçek yerine ve saygınlığına getirecek olan bu yasa, aynı zamanda Türk toplumunu en kuvvetli ve en esaslı bir şekilde sağlamlaştırmış olacaktır." Şükrü Bey, Adalet Bakanı'nın sözlerini kadın-erkek eşitliğini vurgulayarak destekledi: "Bir millet ki asıl temel direği olan kadını hukukundan yoksun bırakır, hayattan uzaklaştırır, kendi kendisine yarısını felç eder. Yüzyıllardan beri Türk kadınının yaptığı fedakârlık ve gösterdiği erdem, kendisine karşı gereken saygıya hak kazandırmıştır. Türk erkeklerinin cömertliği, karakteri ve özellikle Türk kadınının erdemi; artık bu eşitsizlikleri kaldırmanın zamanı çoktan geçmiştir." 

Cumhuriyet, Hilafet Artığı Yasalarla Yönetilemez 

Yasa tasarısının Meclis'te görüşülmesi sırasında söz alan Aksaray Milletvekili Besim Atalay, "Tarihteki her devrimin mali ve adli siyasetini tespit etmedikçe sabun köpüğü gibi uçup gittiğini" belirtiyor; Cumhuriyet'in, "hukuk alanında da son sözünü söylemesini" istiyordu. "Cumhuriyet, Saltanat ve Hilafet artığı yasalarla yönetilemez"di. Çünkü, "Bu yasalar çürümüş ve kokmuş"tu. Medeni Kanun l7 ?ubat l926 tarihinde oylanarak yasalaştı. Geriye bu yasayı tamamlayan Borçlar Kanunu ile Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunlarını çıkartmak kalıyordu. Nisan 1926'da çıkan Borçlar Kanunu'yla Mecelle tamamen tarihe gömüldü. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ise, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu'ndan sonra, "yeni bir adli cihaz kurulması" ihtiyacına cevap vermek gerekçesiyle, Haziran 1926'da görüşülüp kesinleşti. Medeni Kanun, Cumhuriyet'in topluma kazandırdığı en önemli yeniliklerden biridir. Bu Yasa'yla "aile" kavramı yeni bir hukuksal biçime kavuşuyor, temel kadın hakları tanınıyordu. Toplam olarak bakıldığında, Medeni Kanun'la toplumsal hayat belirsizlikten, keyfilikten ve keşmekeşten kurtarılıyor, "hukuk egemenliği" bu alanda da gerçekleşiyordu. Medeni Kanun ve uygulaması, laikliğin toplumsal temelini güçlendiren bir adımdı. 

DEVRİM KANUNLARI 5: 

TEKKE VE ZAVİYELERİN KAPATILMASINA DAİR KANUN 

(30 Kasım 1925) 

Din vicdanlara kapatıldıktan sonra, toplumsal hayatta, insan ilişkilerinde ondan kaynaklanan ve toplumu baskı altında tutan kurum ve ilişkilere izin verilemezdi. Tekke, zaviye vb. böyle kurumlardı. Bu kurumlar varlığını sürdürseydi, Öğretimin Birliği Kanunu da, Medeni Kanun da havada kalırdı. Tekke, zaviye, tarikat vb.nin kaldırılması, laikliğin bu en temel iki kanununun uygulanmasının zeminini yaratacaktı. Tekke, zaviye, tarikat örgütlenmesi, safsata ve dogmalar temelinde bir araya getirdiği insanları hayattan, bilimden ve gerçek ihtiyaçlardan kopartıyor ve katı kurallarla ortaçağa bağlıyordu. Bu kurumlar, başlarındaki şeyhler, dervişler vb. eliyle geniş kitleleri feodal baskı altında tutuyordu. Bunlar, içe dönük yapılarıyla her türlü yeniliğe karşıydılar. Çoğu zaman "hazır kıta" özellikleriyle, Osmanlı İmparatorluğu'nda politik gelişmelere müdahale için kullanıldılar. Bunlar aynı zamanda başlarındaki dini otoriteye alabildiğine menfaat ve sömürü olanağı da sağladılar. Her tarikat kendi yolunun doğru olduğu iddiasındaydı. Tekke, zaviye ve tarikatlar, çok önemli bir toplumsal rekabet ve bölünme etkeniydiler. İmparatorluk bir ayağıyla bu örgütlenmeye basarak, halkı parçaladı ve yüzyıllar boyu hükmünü sürdürdü. 

"Gerçek Tarikat Uygarlık Tarikatı" 

1925'teki Şeyh Sait İsyanı'nda bu kurumların oynadığı rol, sorunun gündeme alınmasını hızlandırdı. Tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla, kıyafet konusu, TBMM'nin gündemine aynı zamanda geldi ve art arda görüşüldü. Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu'da yaptığı konuşmada, tekke ve zaviyelerle ilgili olarak şöyle dedi: "Bugün bilimin, fennin, bütün her şeyiyle uygarlığın aleviyle yüz yüze gelişinde, filan veya falan şeyhin yol göstericiliğinde maddi mutluluğu ve maneviye arayacak kadar ilkel insanların Türkiye uygar toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum. (Şiddetli alkışlar.) "Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. (Sürekli alkışlar.) Uygarlığın emrettiğini ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir." 

Seyahat dönüşü hükümet tekke ve zaviyelerin kapatılması ile, İlmiye sınıfına ait kisve konularında kararnameler hazırladı. Konya Milletvekili Refik (Koraltan) Bey ve arkadaşları ise, bu konuda TBMM'ye yasa önerisi sundular. Hükümet, 2 Eylül l925 günü, Reisi Cumhur Mustafa Kemal'in başkanlığında toplanarak kararname hazırladı. Hükümetin değerlendirmesine göre, öncelikle, tekke, tarikat ve zaviyelerin, pek çok masum vatandaşı barındırmalarına rağmen, kast erbabının bu kurumlar aracılığıyla masumları kandırdıkları ve görünüşlerindeki samimi inanç adına gizli amaçlı siyaset takip edebildikleri ve daima edebilecekleri anlaşılmaktaydı. İkinci olarak ise, memleketin her tarafında âlim kisvesini kendiliğinden taşıyan kişilerin halk arasında karışıklık yaratmaya çalıştıkları görülmekteydi. 

Tekke Yerine Okul 

Hükümetin hazırladığı kararnameye göre, "Türkiye Cumhuriyeti dahilinde gerek vakıf şeklinde inşa edilmiş ve gerek şeyhinin mülkü olarak yetkisi altında bulunan bütün tekke ve zaviyeler istisnasız kapatılacak"tı. Kararnameye göre, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde hiçbir tarikat, bunlara mensup hiçbir şeyh, derviş ve mürid bulunamazdı. Bu şekilde kapatılmış binalardan okul yapılmaya uygun olanlar okul olarak kullanılacak, elverişli olmayanları Vakıflar Genel Müdürlüğü nakde çevirecek, elde edilecek para ile köylerden başlayarak gereken yerlerde okullar inşa edecek ve bunları özel idarelere bırakacaktı. Kararnameye göre, sultanlara ait veya bir tarikata dayanan tüm diğer türbeler kapatılıyor ve türbedarlıklar kaldırılıyordu. 

Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili yasa önerisinin gerekçesinde ise şöyle deniyordu: "Tekkeler ve zaviyeler gibi İslam dininin zorunluluklarından olmayan kurumların, sahiplerinin gölgesi altında, halkı karıştırmaya ve siyasi maksadının değerini artırmaya ne kadar uygun olduğunu, mal ve canca birçok fedakârlıkları gerektiren son gericilik olayını yeniden basına bildirdik ve vatan ve devletin esenliğinden ve sükûnetinden kaygılananların dikkatini çektik." Tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla ilgili kanun TBMM'de kabul edildi. 

Neoliberalizmin "Sivil Toplum" Kuruluşları: Tekke ve Tarikatlar! 

Cumhuriyet, Osmanlı feodalizmine önemli darbeler indiriyordu. Ancak onu bütünüyle kaldıracak daha köklü adımlar atamadı. Dini bayrak edinen ortaçağ kurumları gerilemekle birlikte zaman içinde varlığını sürdürdü. Türkiye'nin 1950'lerden sonra yeniden emperyalizmin ve işbirlikçilerinin egemenliğine girmesiyle, bunlar adım adım canlandırıldı. Hâkim güçler özellikle 1980'li, 1990'lı yıllarda Kürt sorununu şiddetle çözme politikalarına paralel olarak, ağalığı, şeyhliği, aşiret reisliğini alabildiğine geliştirdiler. Güneydoğu'da halkı ezmek için, İslam’a, tarikatlara, şeyhlere ve aşiret beylerine dayandılar. 12 Eylül yönetimi ve bunu izleyen iktidarlar, dinin "birleştirici ve gerekli" olduğunu ilan ettiler. Bugün emperyalizmin merkezlerinde belirlenen Neoliberalizm'e göre, Türkiye, Kemalizm'in "laik", "devletçi" politikalarına "elveda" demeli, "Sivil toplum" kurumları güçlendirilmelidir. Bu yaklaşıma "solcu" maskeli "Sivil toplumcular" ve dönekler de sarıldı. Oysa Islamcılık şemsiyesi altındaki "sivil toplum" kurumları, tarikat ve tekkelerden başka bir şey olamazdı. Türkiye, laiklikten uzaklaştıkça, bu gibi din ve mezhep kurumlarıyla yeniden ve yeniden bölündü. 

DEVRİM KANUNLARI 6: 

ŞAPKA İKTİSASI (GİYİLMESİ) HAKKINDA KANUN 

(30 Kasım l925) 

Konya Milletvekili Refik Bey ve arkadaşlari tarafından hazırlanan yasa önerisi 30 Kasım l925 günü TBMM'de kabul edildikten sonra, 22 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yasa'nın tek önemli maddesi: "TBMM üyeleri ile özel ve genel ve yerel idareye, tüm kurumlara mensup memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek zorundadırlar. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar." 

İmparatorlukta kılık kıyafet konusunda tam bir karmaşa hâkimdi. Kıyafet daha çok dini cemaatlerin geleneklerine göre oluşmuştu. Giderek, her din, mezhep için bir renk ayrılmıştı. Şapka Hıristiyanlara ait kabul edilerek, Tunusluların giydiği fes alınmıştı. Fes giymek, memur ve askerler için zorunluydu. Kalpak, İkinci Meşrutiyet döneminde yaygınlaştı; daha sonra Milli Mücadele'nin sembolü oldu. 

"Bu Gidiş Zorunludur; Gerekirse, Bazı Kurbanlar da Verelim" 

M. Kemal, 28 Ağustos 1925 günü İnebolu'da yaptığı konuşmada bu kez kıyafet ve kadın sorunlarını tartışmaya açtı: "Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti halkı fikriyle, anlayışıyla uygar olduğunu kanıtlamak ve ortaya koymak zorundadır... Tabirimi mazur görünüz. Altı kaval üstü Şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir, ne de enternasyonaldir... Uygar ve enternasyonal kıyafet bizim için çok cevherli, milletimize yaraşır bir kıyafettir. Onu giyeceğiz... "Kadınlar hakkında izin verilirse bir, iki kelime söyleyeceğim ve siz söylemek istediğimi kolaylıkla anlayacaksınız. Yolculuğum sırasında köylerde değil, özellikle kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok kalın ve özenle kapatmakta olduklarını gördüm. Özellikle bu sıcak mevsimde bu tarzın, kendileri için kesinlikle işkence ve sıkıntı yarattığını tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim hodbinliğimiz eseridir... Fakat değerli arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve düşünceli insanlardır. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler. Ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur. "Arkadaşlar, korkmayınız, bu gidiş zorunludur. Bu zorunluluk bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. Isterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için gerekirse, bazı kurbanlar da verelim." 

Hükümet 2 Eylül l925 tarihli bir kararname ile, bütün devlet memurlarının kıyafetini düzenliyordu. Konya Milletvekili Refik Bey ve arkadaşları ise, Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun tekliflerini 18 Kasım 1925 günü TBMM'ye verdiler. Şapka Giyilmesine Dair Kanun'un gerekçesinde, "Aslında, hiçbir özel önem taşımayan şapka meselesi çağdaş ve uygar milletler ailesi içine girmeye karar vermiş olan Türkiye için özel bir değer taşımaktadır" sözleri yer alıyordu. 

"Türk Milleti Kendi Kaderini Altıncı Yüzyılın Köhne Fikirlerine Bağlayamaz" 

Şapka Kanunu Teklifinin TBMM'de görüşülmesi sırasında, Bursa Milletvekili Nurettin Paşa, teklifin Anayasa'ya, insan haklarına ve kişi dokunulmazlığına aykırı bir zorlama olduğunu içeren bir önerge sundu. Nurettin Paşa'nın önergesi milletvekillerinin tepkisiyle karşılaştı: "Paşa milleti karşısına alıyor", "Millet başındaki şapkayı alan eli kıracaktır." Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey, Nurettin Paşa'ya cevap olarak yaptığı konuşmada, "Özgürlüğün kaderinin, gericiliğin elinde oyuncak haline gelmek olmadığını" vurguladı ve "Birtakım yasa şekillerine Türk milletinin uygar alanda ilerlemesini feda edemeyiz" dedi. Yetmiş yıl önce TBMM kürsüsünden Islam’ın hükümleri için, "Altıncı, yedinci yüzyılın köhne fikirleri" denebiliyor ve bu sözler alkış alıyordu. 

DEVRİM KANUNLARI 7: 

AŞARIN KALDIRILMASI 

(Şubat l925) 

Aşar, "onda bir" anlamında olup, şer'an çiftçiden ürün olarak alınan verginin adıydı. Şer'i hükümlerin düzenlediği aşar, Müslümanlar için farzdı. Osmanlı İmparatorluğu öşürü esas almıştı. Bu vergi, tımar sahiplerinin toplayacağı gelirin esasını oluşturuyordu. Tımar'ın kaldırılmasından sonra, devlet bu vergiyi mültezimlere ihale etmişti. Mültezimlerin ihale bedelini çıkartıp kâr sağlamak için köylü üzerinde uyguladıkları baskı, çoğu zaman işkenceye dönüşüyordu. Köylü, bunu ödemek için nafakasından kesiyordu. Aşar, devlet gelirlerinin üçte birini oluşturuyordu. Bu yüzden aşarın kaldırılması tartışmalarında bazı milletvekilleri bu gelirin kaybolacağına vurgu yaparak çekimser kaldılar. Öte yandan, aşar, köylünün sıkıntılarını hafifletmek düşüncesiyle kaldırılırken, gelir kaybını önlemek amacıyla arazi vergisi sekiz kat artırıldı. Yasanın mantığına göre, kendisi için üretim yapan köylüden alınan vergi (aşar) kaldırılmalı, öte yandan pazar için üretim yapan veya ihracat yapan çiftçi, arazi vergisi artırılarak vergilenmeliydi. Yasanın amacı, yoksul köylünün sıkıntılarını hafifletmeye yönelikti. Ancak yıllar önce saptanan değerler üzerinden artırma yapıldığı için, bu yasa adaletsiz sonuçlar doğurdu. 

Yasanın görüşülmesi sırasında Cumhuriyet'in sınıf temeline açıklık getiren önemli tartışmalar yapıldı. Söz alan milletvekilleri aşarı ve mültezimleri yerden yere vurdular. Bozok Milletvekili Ahmet Hamdi Bey, "Aşar vergisi ekonomik alanda, özellikle tarımımız üzerinde ne kadar yıkıcı bir etki yapıyorsa, toplumsal alanımız üzerinde de o kadar yıkıcı bir etki yapmaktadır. Mültezim adıyla meydana gelen bir kısım halkın, tamamen gereksiz bir geçim yolu, tufeyli bir ticaret yolu bulmakla, bir taraftan hükümeti aldatmak, diğer taraftan halka baskı uygulamak, daha açıkça hükümetin yanıbaşında ayrıca bir hükümet, ayrıca tahakküm ve baskı yapmakla toplumsal alanda kabul edilemeyecek bir şekle geldiğini hepimiz biliyoruz" diyordu. 

"Aşarla Memleket Yıkılmaya Yüz Tuttu" 

Aksaray Milletvekili Besim Atalay, sözlerinin başında köylünün tarih boyunca sömürüldüğünü vurguladı: "Zavallı insanlık şimdiye kadar dertli omuzları üstünde bin türlü esaretin acı yüklerini taşıyordu. Bedenen esir, fikren esir, hatta toprak itibariyle de esir idi. Pek yakın zamanlara kadar bu çeşit çeşit esaret yükleri altında inleyen insanlık yavaş yavaş bu yüklerini atmaya başladı. Topraktan alınan vergi dahi eskiden beri devam eden toprak esaretinin bir başka şekliydi." Atalay'ın, Tanzimat döneminde emperyalizmin artan baskısıyla, köylünün üzerindeki sömürünün şiddetlenmesi arasındaki ilişkiyi saptaması dikkate değerdir. Besim Atalay, bu tarihi esaretin Cumhuriyet döneminde kaldırılması gerektiğini söylüyordu. Bu adım, öncelikle, Cumhuriyetçilerin ilkelerine sadık kalmalarının gereğiydi. İkinci olarak ise, aşar, "Halkın üzerine bin türlü zulüm yüklediği için daha fazla korunmamalı"ydı. 

Mültezimler: Memlekette Her Türlü Fenalığı Destekleyen Sınıf 

Besim Atalay sözlerini şöyle tamamladı: "Halkın alın teri olan şeyleri böyle türemiş, tufeyli bir sınıfa yedirmek doğru değildir. Bendeniz eğer milli bayramların çokluğuna taraftar olsaydım, aşarın kaldırılması gününün milli bayram yapılmasını teklif ederdim. Çünkü köylü sınıfı devrimin anlamını ancak bu şekilde duyacak ve bu şekilde anlayacaktır." 

Cumhuriyet Devrimi en önemli üretici güç olarak köylüyü görüyordu. Onun zenginleşmesi, memleketin zenginleşmesiydi. Günümüzün neoliberal ideologlarına göre, köylü bir ortaçağ gücüdür, geridir. Ezilmeye ve sömürülmeye mahkűmdur. Işbirlikçi sermaye sınıfı bu teoriyle köylüyü çökertti. Köylünün yıkılması, tıpkı yüzyılın başında olduğu gibi, ülkenin yıkılması anlamına geliyor. Dünya sermayesi bu yolla da Türkiye'yi Yeni Dünya Düzeni'ne bağlamaktadır. 

Aşarın kaldırılması, köylünün özgürleşmesi yolunda bir adımdı. Mültezimlere indirilen darbe, Kemalist rejimin feodalizme karşı sınıfsal tavrının bir ifadesi oluyordu. Ancak, Cumhuriyet, daha önceki bölümlerde de işlediğimiz gibi, feodal toprak mülkiyetini ortadan kaldırmak ve köylüyü özgürleştirip ferahlatmak açısından yetersiz kaldı. Aşar kaldırıldı ama, toprak ağaları ve tefeciler yoksul köylünün emeğine ve gelirine el koymaya devam etti. 

DEVRİM KANUNLARI 8: 

EFENDİ, BEY VE PAŞA GİBİ LAKAP VE UNVANLARIN KALDIRILDI/INA DAİR KANUN 

(26 Kasım l934) 

Bazı lakap ve unvanların kaldırılmasıyla ilgili yasa önerisi, TBMM'ye üçüncü kez verildikten sonra, 26 Kasım 1934'te kabul edildi. Hükümet adına Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Bey'in sunduğu yasanın gerekçesinde, Türk tarihinin genel bir değerlendirmesi yapılıyor ve lakap ve unvanların bu çerçevedeki anlamı yorumlanıyordu. Cumhuriyet yöneticileri, gerekçelerde devrimlerin anlamını, nedenlerini ve haklılığını, yani eylemlerini anlatmışlardır. Tarihte özellikle devrimci hesaplaşma dönemlerinde, her sınıf, tarihi kendine göre yeniden yazmıştır. Çünkü, tarih, sınıfsal konumların, ideolojik bildirilerin en açık verilebileceği alandır. Bazı Lakap ve Unvanların Kaldırılmasıyla İlgili Kanun'un gerekçesinde, önce, doğru olarak, Türklerin bir tarihte sınıfsız bir toplum oldukları belirtilmektedir. Hiçbir lakap ve unvanın kullanılmadığı sade isimler sınıfsız toplumun özelliğiydi. Gerekçe'de daha sonra Ortaçağda toplumların sınıflara ayrılması ve bu sınıfların kendilerine birtakım "ilahi", "hayali" sıfatlar yakıştırması olgusu işlenmektedir. 

Din ve Zorbalık ile Sınıflaşma Arasındaki Bağlantı 

Gerekçe'de din, zorbalık ve tasallut ile hâkim sınıflar arasında bire bir bağlantı kurulmaktadır. Bununla birlikte, sınıfların ortaya çıkmasında din, zorbalık ve tasalluta belirleyici bir rol tanınmıştır. Toplumların sınıflara ayrılmasının, üretimin belirli olgunluk düzeyi ve üretim ilişkileri, yani toplumun iç dinamiği sonucu olduğu kavranmamıştır. Dolayısıyla, Gerekçe'ye yansıyan Cumhuriyet felsefesi, Tarihi Materyalizmden kuvvetle etkileniyor, ancak, onun teorisini tersine çeviriyordu. Toplumun sınıflara bölünmesi ve "hâkim sınıflar", din, zorbalık ve tasallutun sonucu değil; tersine din, tasallut vb. sınıflaşmanın ürünüdür. Din ve tasallut, her devirde hâkim sınıfların ideolojisi ve yönetim biçimi olmuştur. Gerekçe'deki yaklaşım, Cumhuriyet'in sınıfsal konumunu açıklamıyor, hatta örtüyordu. Her burjuva devriminin, feodalizme açtığı savaşla ve dinin vicdanlara hapsedilmesiyle, sınıflaşma sürecine son verileceği, böylece özgürlük, eşitlik ve adaletin gerçekleştirileceği teorisini yineliyordu. Burjuva demokratik devrimlerinin kaderi budur. Burjuvazi, bir devrimle ortaçağa indirdiği darbelerden sonra, yönetici hâkim sınıf konumuna yerleşerek, işçi sınıfını ve emekçileri ezmeye ve sömürmeye başlamış, gericileştikçe de "tasallut ve dine" sarılmıştır. Bu süreç, devrimlerin ileriki yıllarda nasıl yarım kalarak Cumhuriyet'in bir taşlaşma ve geri dönüş sürecine girdiğini de açıklar. Ülkemizde ancak işçi sınıfı önderliğinde emekçi halkı seferber eden Milli Demokratik Devrim, emperyalizme bağımlılığa ve ortaçağ ilişkilerine son vererek, durmaksızın sosyalizme ilerler ve sınıfsız toplumun zeminini hazırlar. Gerekçe, Türklerin Ortaçağda sınıflı topluma geçişlerini de açıklamakta yetersizdi. Bu olguda da Türk toplumunun iç dinamiğinin belirleyiciliği kavranmamıştı. 

"Ağalığı Yalnız Sözle Değil, Kökünden Kaldırmak İstiyoruz" 

Çanakkale Milletvekili Ziya Gevher Bey, Kanun teklifinin TBMM'de görüşülmesi sırasında Cumhuriyet'in belki de en önemli eksikliğini vurguladı: "Bizim geçen maddedeki kastımız, ağalığı, efendiliği fiilen, kesin olarak kaldırmaktır. Bunu yalnız sözle değil, bir kanunla, kuvvetle, mücadele ederek kökünden atmak, kaldırmak istiyoruz." Cumhuriyet ideolojisi böyleydi. Ne var ki, pratikte aynı kararlılığı göremiyoruz. Demokratik devrimin özü, "ağalığın kökünden kaldırılmasıydı". Ancak, bu başarılamadı. 

DEVRİM KANUNLARI 9: 

BAZI KİSVELERİN GİYİLEMEYECEĞİNE DAİR KANUN 

(3 Aralık l934) 

Bazı kisvelerin (kıyafetlerin) giyilemeyeceğine dair hükümetin TBMM'ye sunduğu yasa önerisi, 3 Aralık 1934 günü yasalaştı. Hükümetin hazırladığı yasa önerisinin, İçişleri Bakanı tarafından Meclis'e sunulan gerekçesinde şöyle deniyordu: "Din ile devletin ayrılığını ve dini değerlerin devlet hayatı dışında sırf vicdani bir nitelikte kalıp memleketin devlet hayatında dinin hiçbir etkisi olmamasını yani laiklik esasını devrimin ve rejimin ana ilkesi tanımış olan Cumhuriyet hükümeti bu yolda attığı adımların doğal bir sonucu ve gereği olarak ruhanilerin dini kıyafetlerini ancak ayinler sırasında taşıyıp, ayinler dışında herhangi bir bireyin taşıyabileceği kıyafetlerde bulunması konusunu gerekli görmüş ve..." 

Gerekçe'de daha sonra vicdan özgürlüğü tartışması yapılıyordu. Vicdana ve inanca bağlı olarak kullanılan bazı giysilerin yasaklanması vicdan özgürlüğüne aykırı değil miydi? Tersine, "Türk devriminin ana ilkelerinden olan vicdan özgürlüğü hakkını sınırlama yollu bir müdahale söz konusu olmayıp, bu hükümde takip edilen gaye, tersine vicdan özgürlüğünü güçlendirmeye yöneliktir." Niçin? Birincisi, "Önemsiz kıyafet eşitsizlikleri dolayısı ile memleket kamu düzenini bozacak olasılıklarda halkın huzur ve sükûnunu korumaktan ve Türkiye'de yan yana yaşayan insanların birbirine karşı uygar ve insani saygılarla yaşayabilmelerini ve her türlü soğukluk ve geçimsizlik bahanelerinin giderilmesini sağlamaktan ibarettir." Yani toplumda dine dayanan bölünmelerin kıyafetlerle güçlendirilmesinin, yan yana yaşayan insanlar ve kesimler arasında yaratacağı "saygısızlığı", "geçimsizliği" ve "soğukluğu" ortadan kaldırmak vicdan özgürlüğünün ta kendisiydi. Ayrıca Türkiye'deki yurttaşların, hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar, kanun önünde eşit konumda bulunmaları vicdan özgürlüğünün önemli bir ölçütüydü. 

Daha önceki bölümlerde incelediğimiz gibi, Cumhuriyet yönetimi, laikliği ulusal birliğin gereği olarak gördü. Dini sembol anlamında kisve, aynı zamanda ait olduğu cemaatin üstünlük işareti oluyordu. Gerekçe'ye göre, kisve, bu yönüyle, çeşitli kesimleri birbirine karşı "kışkırtıcı" ve "ulusal birliği incitici" rol de oynuyordu. Yasa'nın Meclis'te görüşülmesi sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Cumhuriyet'in, vicdan özgürlüğünün ötesinde, dinler karşısındaki tavrını net bir biçimde ortaya koydu. Kisve Kanunu, laikliğin bir gereğiydi. 

"Devrimin Zorunlulukları İzlenmezse O Devrim Geriye Döner" Şükrü Kaya, Yasa'nın kabul edilmesini, devrimin "zorunluluklarının yerine getirilmesi ve gelişmesine yardımcı olunması" açısından da istiyordu. Yoksa, "devrim geri kalır, hatta geriye döner": "Devrim yapıldığı zaman onun gösterdiği zorunluluklar izlenmez ve gelişmesine yardım edilmezse, o devrim geri kalır, hatta geriye döner. Devrim geriye döndüğü zaman, bu Türk toplumunun nasıl bir sonuçla karşılaşacağını tahmin etmek kolaydır. İmparatorluğun kendi eliyle bu millete hazırladığı sonu tekrar hazırlamak demektir. Devrimin emirlerini yapmamak gericiliğe hizmet etmek, gerici olmak demektir." (Şiddetli alkışlar.) İşte Şükrü Kaya'nın, Cumhuriyet'in geri dönüş nedenlerine ışık tutan önemli sözleri. Devrim, sürekli bir olgudur. O, onun gerektirdiği zorunlulukları takip ederek ilerler. Burada duraksama, devrimin sonu olur. Tam da Cumhuriyet yöneticilerinin öngördükleri geri dönüş sonucunda, bugün kentlerimizin sokakları yeniden sarıklı, cübbeli, kara kılıklı şeriatçıların gösterilerine tanık oluyor. 

DEVRİM KANUNLARI 10: 

HİYANETİ VATANİYE KANUNU

(29 Nisan 1920) 

Karahisarısahip Milletvekili Mehmet Şükrü Bey tarafından hazırlanan kanun teklifi, TBMM'nin 29 Kasım 1920 tarihli birleşiminde görüşülerek kesinleşti. Kanun üzerinde daha sonra 1 Kasım 1922'de ve 25 Nisan 1925'te değişiklikler yapıldı. Hiyaneti Vataniye Kanunu, 12 Nisan 1991 tarihli "Terörle Mücadele Kanunu"yla yürürlükten kaldırıldı. Hiyaneti Vataniye Kanunu'nda, “TBMM'nin meşruiyetine isyan içeren sözle veya yazıyla veya bile bile muhalefet veya kargaşalık çıkaran veya neşriyatta bulunan kimseler vatan haini addolunur... Dini veya dinin kutsallığını siyasi gayelere esas veya alet etmek maksadıyla cemiyetler teşkili yasaktır. Bu kabil cemiyetleri teşkil edenler veya bu cemiyetlere dahil olanlar vatan haini addolunurlar. Dini veya dinin kutsallığını alet ederek devlet şeklini değiştirmek ve bozmak veya devlet güvenliğini ihlal veya dini veya dinin kutsallığını alet ederek her ne suretle olursa olsun halk arasına fesat ve nifak sokulması için gerek fert olarak ve gerek toplu halde sözle veya yazıyla veyahut fiili bir şekilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası suretiyle harekette bulunanlar keza vatan haini addolunurlar. Bilfiil vatana ihanet edenler asılarak idam olunur...” deniyordu. 

Hiyaneti Vataniye Kanunu TBMM'nin çıkarttığı ikinci kanundu. Meclis, bir ölüm kalım savaşına önderlik ederken bu savaşa karşı padişahın kışkırtmasıyla bozgunculuk yapanları cezasız bırakamazdı. Hiyaneti Vataniye Kanunu, ilk şekliyle, Kurtuluş Savaşı'nın başarısında, daha sonra yapılan değişiklerle ise, Cumhuriyet'in ve laikliğin korunmasında önemli rol oynamış kanunlardan biridir. 

"TBMM'nin Meşruluğuna Kasteden Vatan Hainidir" 

Karahisarısahip Milletvekili Mehmet Şükrü Bey, kanun önerisini, 25 Nisan 1920'de, TBMM'nin 3. birleşiminde sundu. Layiha Encümeni, bu önerinin birinci maddesini şöyle düzenledi: "Yüce Hilafet makamını ve Osmanlı ülkesini yabancıların elinden kurtarmak ve saldırılarını defetmek amacıyla kurulan Büyük Millet Meclisi'nin meşruluğuna ayaklanma niteliğinde sözle veya eylemle karşı gelen veya bozgunculuk yapanlar vatan haini sayılırlar. Kanun hükümleri dairesinde yargılanarak cezalandırılırlar." 

Antalya Milletvekili Hamdullah Suphi Bey'in aşağıdaki sözleri önerinin hızla yasalaşmasında önemli rol oynadı: "İstanbul işgal altında, Anadolu üç dört taraftan saldırıya uğradı, İzmir'de Yunan, Antalya'da İtalyan, Adana, Urfa, Maraş ve Antep yöresinde Fransız bayrakları dalgalandığı bu dönemde biz ne yapıyoruz? Bir dakika dikkat ediniz! Cephelerde kullanacağımız kuvvetleri içerde birtakım hainlerin üzerine gönderiyoruz ve cephelerimizi boşaltıyoruz. Beypazarı ayaklanmıştır. Bir haber alıyoruz: Filan yerde telgraf tellerini kesmişler, kışkırtmalar her tarafta devam ediyor, bozgunculuğun sonu gelmiyor ve biz vatanımızın bu son parçasında bağımsızlığımızı kuşatıp saran bir tehlike ortasında görüşüyor, tartışıyor, düşünelim diyoruz. Oysa karşı taraf bir saniye durmuyor, duraksamıyor. Sizin vatan savunması için gönderdiğiniz kuvvetleri yakalıyor, subayları öldürüyor, yakıyor, yıkıyor. Onun kanunu yoktur. Eğer inanıyorsak ki, memleketin son savunması için toplandık ve ülkenin bağımsızlığına ayaklananları ortadan kaldırmak ilk görevimizdir. Uzun düşünecek vaktimiz yoktur. Vatan savunmasına karşı gelenler dünyanın her tarafında hatta barış döneminde bile haindirler, asılarak cezalandırılırlar." 

Layiha Encümeni'nin düzenlediği yasa teklifi, 29 Nisan 1920 günü görüşülerek kabul edildi. 

"Dini Siyasete Alet Edenler de Vatan Hainidir" 

Hiyaneti Vataniye Kanunu'nun zaman içinde izlediği seyir, bir bakıma laikliğin seyridir. 1 Kasım 1922'de Saltanatın kaldırılmasından sonra, bu kanunun 1. maddesi 15 Nisan 1923 tarih ve 334 sayılı kanunla değiştirilerek, söz konusu karara aykırı olarak veya TBMM'nin meşruluğuna ayaklanmayı içeren sözle, yazı ile veya eylemli olarak karşı gelmek, karışıklık yaratmak veya yayında bulunmak vatan hainliği sayılmıştır. Bu maddeye 25 Nisan 1925 tarih ve 556 sayılı kanunla eklenen bir fıkra ile, dini veya dince kutsal sayılan kuralları siyasal amaçlara alet edecek cemiyetler kurulması yasak edilmiş, bu tür cemiyetleri kuran veya bu cemiyetlere girenler, aynı amaçla devletin (laik) şeklini değiştirmek, halk arasında bozgunculuk ve ayrılık çıkarmak için gerek tek başına ve gerek toplu halde söz ile, yazı ile veya eylemli olarak faaliyette bulunmak vatan hainliği sayılmıştır. 

Daha sonra Anayasa Mahkemesi'nin 17 Aralık 1964 tarihli kararıyla, bu kanundan yargılananların tutuklu olarak yargılanması hükmü kanundan çıkarılmıştır. Kanunun tümü ise, 12 Nisan 1991 tarihli, 3713 sayılı"Terörle Mücadele Kanunu"yla kaldırıldı. Böylece 1991'e kadar yetmiş bir yıl yürürlükte kalan Hiyaneti Vataniye Kanunu son buldu. Hiyaneti Vataniye Kanunu, Anayası'nın 4. maddesindeki, "Cumhuriyet'in laik niteliğinin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceği" hükmünün pratikteki sigortalarından biriydi. Kanunu kaldıranlar aslında Anayasa'nın 4. maddesini boşlukta bırakıyorlardı. 

Kanunun 1. maddesine 1925 yılında eklenen fıkrayla; 

• Dini siyasal amaçlar için esas almak veya bu amaçlara alet etmek, 

• Bu amaçla cemiyet kurmak ve kurulmuş cemiyetlere girmek, 

• Devletin laik niteliğini değiştirmek, 

• Bu amaçla halk arasında bozgunculuk ve ayrılık çıkartmak, 

• Bunları tek başına veya toplu halde, söz ve yazı ile, veya eylemli olarak yapmak, vatan hainliği sayılmıştır. 

Devrimci Meclis, bağımsızlığı ve Cumhuriyet'i şeriatçı ayaklanmaları bastırarak gerçekleştirmişti. Bu yüzden dinci politikanın vatan hainliği olduğunu ilan ediyordu. 

Son elli yılda ise, din ve dini değerler sürekli siyasal amaçlar için kullanıldı. Bu amaçla yüzlerce dernek, vakıf, tekke ve tarikat örgütlendi. Hatta şeriatı hedefleyen partiler kuruldu. Dini "alet etmek" ne kelime, bugün açıkça şeriat propagandası yapılıyor. Dinci parti bu amaçla iktidardadır. Devletin laik niteliği çoktan değiştirilmiştir. Laiklik artık "din özgürlüğü" olarak tanımlanıyor. Kenan Evren ve 12 Eylül yöneticileri, Atatürk Yüksek Kurulu'nda, "Bütün milleti Türk-İslam Sentezi doğrultusunda eğitme" kararı alırken "Din gereklidir" saptamasını yapıyorlardı. 1980’lerde ve 1990’larda, devlet, dini konferanslara önderlik etti, tefsir toplantıları düzenledi, "fetva" çıkarttı. Halk arasında dini amaçlı bozgunculuk ve ayrılık çıkartma faaliyetinin sayısız örneğiyle karşılaştık. Uğur Mumcu'lar, Muammer Aksoy'lar, Turan Dursun'lar ve Bahriye Üçok'lar bu amaçla öldürüldüler. Sivas'ta 37 aydınımız şeriat amacıyla yakıldı. Bütün bunlar artık vatan hainliği sayılmıyor. Tersine, bazı yetkililer, Gladyo-Mafya-Tarikat çetelerinin şeflerine "vatansever" madalyası dağıttılar. Devletin gizli birimlerinin bu "vatanseverleri" yıllarca "devlet", "millet" işlerinde çalıştırdıkları ortaya çıkıyor. Hiyaneti Vataniye Kanunu 50 yıl süs gibi tozlu raflarda beklemiş durmuş. Bu arada bağımsızlığa, Cumhuriyet'e, laikliğe ve TBMM'ye karşı ne suikastlar, ne cinayetler işlenmiş... 1991'de ise devlet, bu kanunu bir süs olarak bile gereksiz bulmuş ve yırtıp atmış. Hiyaneti Vataniye Kanunu'nu bir kefen bezi gibi sararak gömen kanun ise ilginç: "Terörle Mücadele Kanunu"! 1991'de Kürt sorununun kardeşçe ve gönüllü birlik temelinde çözümünü savunanları bastırmak amacıyla çıkartılan bu yasa, Hiyaneti Vataniye Kanunu'nun da azraili oldu. Kürt kökenli vatandaşlarımıza şiddet uygulayan iktidarlar Güneydoğu'da Ortaçağ güçlerine dayandılar. Bölgede tekkeleri, tarikatları, şeyhliği ve aşiret reisliğini güçlendirip, şeriatçı partiyle oy avcılığına çıktılar. Bunların eylemleri açıkça "vatan hainliği" idi ve "idamlık" bir suçtu. Minareyi çalan kılıfını hazırlar. Onlara Terör Yasası gibi yasalar lazımdı. Hiyaneti Vataniye Kanunu'nu gömerlerken, bağımsızlığın ve Cumhuriyet'in güvencesini gömüyorlardı. Daha yalın söyleyelim: Cumhuriyet'i gömdüklerini ilan ediyorlardı. 

Hiyaneti Vataniye Kanunu Yeniden Çıkartılmalı 

Yarım yüzyıldır yaşadığımız dinci savruluşu, Cumhuriyet'i ve laikliği korumak amacıyla çıkartılan Hiyaneti Vataniye Kanunu karşısında sanık sandalyesine oturtalım ve tekrar etmek pahasına bir kez daha yargılayalım: 

• Dini, Cumhuriyet'in hapsettiği vicdanlardan çıkartarak, siyasette, devlette ve dünya işlerinde esas alanlar veya alet edenler vatan hainidir. 

• Laik devletin niteliğini değiştirerek, onu İslamın, hatta İslamın bir kolu olan Sünniliğin aleti haline getirenler vatan hainidir. 

• Dinci partilerle, vakıf ve derneklerle, halkı ortaçağ zindanına hapsedenler vatan hainidir. 

• Fuller Efendi'nin "Ilımlı İslam" buyruğu doğrultusunda ülkemizi emperyalistlere peşkeş çekenler vatan hainidir. 

• Halka boyun eğdirmek için, cihad çağrılarıyla terör yapanlar, aydınlarımızı katledenler vatan hainidir. 

• Dini, siyasetlerine alet ederek, Öğretimin Birliği Yasası'nı kaldıranlar ve Kur'an kurslarıyla, İmam Hatip okullarıyla yurdu cehalete, karanlığa teslim edenler vatan hainidir. 

• Sünni-Alevi çatışmasını körükleyerek halkı bölenler vatan hainidir. 

Türkiye yüzyılımızın sonuna yaklaşırken, bu karanlık faaliyetin adını koymak ve sorumlularının yakasına yapışmak zorundadır. Bugün halkımız emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı tavrını geliştirirken, Hiyaneti Vataniye Kanunu yeniden çıkartılmalı ve bu Kanun, "Anayasa'ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz" olan Devrim Yasaları arasındaki yerini almalıdır. 

SONUÇ: "DEVRİMİN KANUNU BÜTÜN KANUNLARIN ÜSTÜNDEDİR" 

Kurtuluş Savaşı'na ve Cumhuriyet Devrimlerine milli burjuvazi önderlik etti. Türkiye, bu broşürde incelediğimiz Devrim Kanunlarıyla ortaçağ karanlığından kurtulma yolunda önemli dönüşümlere sahne oldu. Yoğun tartışmalar ve mücadeleler sonucunda gerçekleşen bu devrimci dönüşümler, kitlelere mal oldu. Kurtuluş Savaşı'mız dünyada ilk olma özelliğine sahipti. Daha önemlisi, bu hareket Ekim Devrimi'yle birlikte yaşadığımız yüzyılın devrimci dinamiklerine öncülük etti. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimleri, bütün ezilen ülkelere esin kaynağı oldu. 1930'lu yıllardan sonra devrimin hızı kesildi. Milli burjuvazi içinden palazlanan bir kesim giderek iktidara yerleşiyordu. Cumhuriyet önce durağanlaştı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise, büyüyen sermaye sınıfının yeniden emperyalizmle işbirliği etmesiyle geri dönüş süreci başladı. 1950'lerden sonra, işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağaları devrimleri yıkma ve geri dönüş dönemini başlattı. Cumhuriyet'in bağımsızlık, laiklik ilkeleri ayaklar altına alındı, emperyalizm ve ortaçağ güçleri iktidarı yeniden ele geçirdi. 

Rejim, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle, halk üzerinde karanlık ve zorba diktatörlük uyguladı. 1980 askeri darbesini izleyen yıllarda rejim çürümeye başladı. ABD'nin "Ilımlı İslam" dayatmalarına boyun eğen iktidarlar, bölgemizde onun hesabına "taşeronluk" yapmaya kalkıştı. Laiklik, "din özgürlüğünün teminatı" haline getirilerek, şeriatçı akımlara bütün kapılar açıldı. Emperyalizmle kaderini birleştiren bir avuç işbirlikçi, ülkenin ve halkın bütün zenginliklerini yağma etti. Kürt sorununu askeri yöntemlerle çözme ısrarı, rejimi kanlı bir batağa sürükledi. Yüzyılın ilk yarısında devrimlere önderlik ederek bütün dünyanın, özellikle ezilenlerin saygınlığını kazanan Cumhuriyet, neredeyse bir Kontrgerilla ve Mafya Cumhuriyeti'ne dönüştürüldü. Öte yandan geri dönüşün doruğa çıktığı 1980'li ve 1990'lı yıllarda Türkiye, tarihinde görülmedik ölçüde büyük ve tempolu kitle hareketlerine sahne oldu. İşçi sınıfı ve kamu çalışanları hareketi son yıllara damgasını vurdu. 1990'larda Samsun'a bu kez tersanelerden, Petkim'lerden, Tekel'lerden çıkılmıştır. Emekçi hareketi, IMF ve Dünya Bankası'nın özelleştirme saldırısının karşısına dikildi. Ülkemizin "Yeni Dünya Düzeni" adı altında sömürgeleştirilmesine geçit vermiyor. Emekçi hareketi bugün laikliğin ve kardeşliğin de güvencesidir. En önemlisi, işçi sınıfımız, kendisiyle beraber bütün ezilenlerin ve bir avuç işbirlikçi dışında bütün ulusun kurtuluşunu savunuyor. 2000'li yıllara girerken, işçi sınıfımız önderliğindeki halk hareketi, ülkemizin geleceğini belirleyecek birikimi yaratıyor. Bu kez bağımsızlık ve demokrasi devrimini sonuna kadar götürerek ve durmaksızın sosyalizme ilerleyecek bir önder sınıfa sahibiz. Dünya Bankası ve IMF reçeteleriyle Washington'dan yönetilen ülkemizde, bugün bütün sorunlar bağımsızlık sorununda düğümlenmiştir. Emperyalizm, Cumhuriyet'i ve onun devrimlerinden günümüze kalan birikimi tamamen tasfiye ederek, sömürgeleştirme sürecini tamamlamaya çalışıyor. Bu koşullarda Milli Kurtuluş Savaşı'na, Cumhuriyet Devrimlerine ve Mustafa Kemal'e sahip çıkmak, işçi sınıfı önderlerinin, bütün devrimcilerin ve yurtseverlerin öncelikli görevidir. Bugün Cumhuriyet'in kazanımları savunulmadan daha ileri özgürlükler savunulamaz. Halkımızı seferber etmek için, Cumhuriyet Devrimlerine yönelen emperyalist saldırıyı, tek tek bütün mevzilerde göğüslemeliyiz. Bunun için, sahte "Atatürkçü" ve "laik"lerin, neoliberal "solcu"ların yüzlerindeki maske indirilmelidir. Cumhuriyet Devrimi'ne, ancak devrimci bir tavırla sahip çıkılabilir. Devrimci tavrın tarihsel örneği, Samsun'a çıkmaktır. Yani padişahtan kopmak; düzenin efendileriyle cephe cepheye gelmek; kısacası, düzenle bağları koparmak. Bugün de, Cumhuriyeti savunmak, düzenden kopmayı; düzenin sahipleriyle hesaplaşma içine girmeyi gerektiriyor. Çünkü bu düzenin efendileri, Cumhuriyet Devrimi'nin kalelerini birer birer yıkmışlardır. İşte bugün bu Cumhuriyet yıkıcılarıyla varlık yokluk savaşına girmeden Cumhuriyet Devrimi savunulamaz. Samsun'a çıkmak, yine gündemdedir. 

Değerli Yurttaş, 

İşçi Partisi bugüne kadar yürüttüğü mücadele ile, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimimizle kazandığımız bütün kazannımların kararlı savuncusu olduğunu kanıtlamıştır. Yarım kalmış olan Cumhuriyet Devrimi’ni tamamlama programına ve iradesine sahip olan Parti de İşçi Partisi’dir. 

İşçi Partisi laikliğin kararlı savunucusudur. Refahyol Hükümeti döneminde başlattığı “Devrim Kanunları Uygulansın” kampanyası ile şeriat özlemcilerine karşı mücadele etti. İşçi Partisi’nin bu kampanya çerçevesinde ilan ettiği talepler daha sonra 28 Şubat kararları arasında yer aldı. Bu gelişmelerin sonucunda Türkiye, yeniden Mustafa Kemal Atatürk’ün önderlik ettiği Cumhuriyet Devrimi rotasına girdi. 

Senin katılımınla ve desteğinle daha da güçlenecek İşçi Partisi, tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye mücadelesinde çok daha büyük başarılara ulaşacaktır. 

Yıllardır özelleştirmeye karşı sadece İşçi Partisi kararlı bir şekilde mücadele ediyor. Şimdi açıkça ortaya çıktı ki, özelleştirme Türkiye’nin zenginliklerinin yağma edilmesidir, tarımımızın yıkıma uğratılmasıdır. Bir avuç yerli ve yabancı vurguncunun, mafyanın havadan büyük paralar kazanmasıdır. Artık işçilerimiz ve üreticilerimiz, yurdunu seven bütün insanlarımız özelleştirmenin kime hizmet ettiğini biliyor. 

İşçi Partisi, yıllardır Susurluk’la birlikte ortaya çıkan mafyalaşmaya karşı tek başına mücadele ediyor. Bu Parti hiçbir tehdide boyun eğmeden, yapılan bütün saldırılara göğüs gererek çetelere, mafyaya, bunlarla işbirliği içindeki sistem partilerine karşı mücadele yürüttü. Susurluk’u İşçi Partisi ortaya çıkardı. Hesabını da İşçi Partisi soracaktır. 

ABD’nin Kuzey Irak’ta kukla bir Kürdistan kurarak Türkiye’yi bölme planlarına karşı yıllardır sadece bu Parti kararlı bir şekilde mücadele ediyor. Bugün artık herkes Batılı emperyalist devletlerin Sevr planlarından söz ediyor. Türkiye halkı emperyalist emeller konusunda daha bilinçli bir hale geldi. İşçi Partisi, üreticinin yanında olan, üreticilerimizin sorunlarına sahip çıkan, bu amaçla onlarca yerde üretici mitingleri örgütleyen biricik partidir. Çeşitli tarım ürünlerine kota uygulamasına karşı sadece İşçi Partisi mücadele etti ve kotanın kaldırılmasını sağladı. 

Arkadaş, 

Tam bağımsız, başı dik, emekçisine, üreticisine, ulusal sanayicisine, aydınına sahip çıkacak ve onları ele güne muhtaç etmeden refah içinde yaşatacak bir Türkiye için; 

İşçi Partisi’nin güçlenen örgütü var, programı var, cesareti var, deneyimli ve birikimli kadroları var. 

Değerli Yurttaş, 

Artık Türkiye’ye sahip çıkmanın yolu, İşçi Partisi’ni güçlendirmektir. Güzel yurdumuzu Amerikan emperyalizmin hakimiyetinden ve parababalarının saltanatından kurtarmanın çaresi Cumhuriyet Devrimi’mizi tamamlamaktır; bu mücadele ise ancak İşçi Partisi önderliğinde zafere ulaştırılabilir. Son yılların bütün önemli olayları ve verilen mücadele bu Parti’nin sana layık olduğunu kanıtlıyor. 

Sen de kendi kaderini eline almak için İşçi Partisi’ni güçlendir. İşçi Partisi’ne üye ol! 

Türkiye bir seçim dönemine girmiştir. İşçi Partisi bütün seçim bölgelerinde ve her yerde seçime katılıyor. İşçi Partisi’nin seçim kampanyasına katıl! Görev al! İşçi Partisi’ne oy ver! 

Türkiye’ye Sahip Çık! 

Mafya Belediyesine Son Halkçı Belediye! 

Devrim Kanunları Uygulanacak! 

Yeniden Kuvayı Milliye Devrimci İktidar Devrimci Cumhuriyet! 

Sevr’e Geçit yok Bağımsız Türkiye! 

İrticaya Geçit Yok Aydınlık Türkiye! 

Ulusal Sanayi Bağımsız Ekonomi! 

Susurluk Savcısı İşçi Partisi 

Sol İktidar İçin Sol Güçbirliği Sol Güçbirliği İçin İşçi Partisi! 

Şimdi Samsun’a Çıkma Zamanı!