Merhaba Kamuculuk

Genel Başkanımız Dr. Doğu Perinçek'in kaleme aldığı Merhaba Kamuculuk yazı dizinin tamamına buradan ulaşabilirsiniz

Merhaba Kamuculuk-1: Liberalizmin hümanizme ihaneti

 

Koronavirüs belâsı, insanlığı birden bire çağımızın büyük gerçeğiyle karşı karşıya getirdi. Toplum, ya özel çıkar sisteminden vazgeçecek ya da canından olacak! Dünya güneşin ve kendisinin çevresinde dönerken her sabah karşılaştığımız soru şudur:

 

Özel çıkar mı, yoksa insan mı?

 

Bireysel çıkar mı, yoksa kamu çıkarı mı?

 

 

YANIT YAŞAMIN KENDİSİNDE

 

Yanıt, yaşamın kendisindedir.

 

Her gün her saat başka insanlar sayesinde yaşıyoruz, öyle değil mi?

 

Şu anda ekmeğimizi kim pişiriyor, suyumuzu kim getiriyor, enerjiyi kim üretiyor, yolları kim ilaçlıyor, ateşimize kim bakıyor, kim nabzımızı tutmuş bizi hayata bağlıyor, Çin’den bir milyon tanı kitini kim yolladı, hangi geminin hangi uçağın kaptanı ve tayfası getirdi, her akşam saat 21.00’de sağlıkçılarımızı kim alkışlıyor, sınırlarımızı kim bekliyor, canımızı kim koruyor?

 

Birey olarak yalnız yaşayamayacağımızın farkına vardık, öyle değil mi?

 

 

TESLİM OLMAYAN İNSANLIK

 

İnsanlık tarihinin en yüksek yasası gündemdedir: İnsanoğlu, olumsuzluklara teslim olmuyor. Toplumlar, ölüm ile yaşam arasında her zaman yaşamı seçmiştir ve seçecektir.

 

Hayatı seçmek, yalnızlığı değil, toplumu seçmektir. Hayatı seçmek, tarihin kritik anlarında kapıya dayanan sistemi seçmektir. Dünyanın kapısını çalan, insancılıktır ve kamuculuktur.

 

 

BİREYİN SALTANATI KARANTİNADA

 

İnsanlık yeni bir eşiktedir.

 

Düne kadar kavim, kardaş, komşu, arkadaş, gönüldeş, elbirliği, güçbirliği, imece, dayanışma, sadakat, fedakârlık, vatanseverlik, bütün insancıl bağlılıklar aşağılanıyordu. Birey, değerler sisteminin tepesine oturtuluyordu. Artık bireycilik ve çıkarcılık, bütün insanlığı tehdit etmektedir.

 

Almanya Başbakanı bile karantinaya alındı. Aslında bu olay bireysel saltanatın karantinaya alınmasıdır.

 

 

KABİL HABİL’İ ÖLDÜREMEDİ

 

Liberalizm ve Hümanizm, ikiz kardeştir. İnsanlığın gündemine birlikte geldiler. Aydınlanma Çağı'nın çocuklarıdır onlar. İlk liberaller hümanistti. İlk hümanistler de liberaldi. Birbirlerini seviyorlardı. Kardeş sevgisi diyeceksiniz. Ama Kabil’in Habil’i öldürdüğünü unutmayın. Bu kez de Liberalizm Hümanizmi öldürmeye kalktı. Ama ölümsüz olan Hümanizmdir, Liberalizm değil. İnsan varsa, insancılık ölmez. Çünkü insan, ancak başka insanlarla birlikte yaşayabilir. İnsancılık, hayata tutunmanın ilk mesleğidir.

 

Liberalizm, devlet ve toplum hayatındaki başıbozukluğuyla ve özgürlük adı altındaki boşvericiliğiyle Hümanizme ihanet etmiştir. Evet Liberalizm, Hümanizme ihanet etti ve şimdi ihanetin bedelini ödüyor. Liberalizm, kardeşini öldürmeye kalktığı için cehennemlik olmuştur.

 

İnsanlık, insancılıktan vazgeçmiyor, Liberalizmden vazgeçiyor.

 

 

KAMUCULUĞUN HÜMANİZM SINAVI

 

Hümanizmin kamuculuk ile yeniden buluştuğu çağa girdik. Bu buluşma ilk buluşma değil. 20. Yüzyılda insanlık insanca yaşamak için çözümü kamuculukta bulmuştu. Halkçı ve kamucu devrimler art arda geldi. Türk Devimini bu topraklarda yaptık Rus, Çin, Hint ve diğer Mazlumlar Dünyası devrimleriyle el ele verdik. Ellerimizdeki bayrak, Kamuculuk ve İnsancılıktı.

 

Türkiye’de Namık Kemallerden, Genç Türklerden, İttihatçı Devrimcilerden başlar bu süreç, Atatürk önderliğinde doruğa yükselir. 1930’larda kamuculuğun şampiyonlarındandık. Aynı zamanda Hümanizmin yeni öncülerinden olduk. Refik Saydamlar, bu yoksul ülkeden sıtma, verem, trahoma, tifo, tifüs, cüzzam ve frengi gibi hastalıkları kamuculukla temizlerken, Hümanizm bayrağını Asya topaklarında yükseltiyorduk.

 

Şimdi Asya, yeni bir insanlık sınavı veriyor. Hümanizm bayrağı, yine Asyalıların elindedir. Kamuculuk, Çin’e özgü sosyalizm örneğinde, koronavirüs salgınına karşı verdiği büyük mücadeleyle Hümanizmin çağdaş mirasçısı olduğunu kanıtlamış bulunuyor.

 

Aydınlanma Çağının Hümanizmi, bugün Asya’da ve Kamuculukta yaşıyor.

 

 

ELVEDA LİBERALİZM

 

Elvedâ Liberalizm!

 

Sana insanlık olarak cehenneme kadar yolun var diyoruz.

 

Çünkü sen, insanlığa ihanet ettin!

 

 

MERHABA KAMUCULUK

 

Merhaba Kamuculuk!

 

Sana hoş geldin diyoruz?

 

İnsancıl olduğun için hoş geldin!

 

Kardeşliği, komşuluğu, yerdeşliği, fedakârlığı, paylaşmayı, sadakati, elbirliğini, dayanışmayı, millet sevgisini, vatan sevgisini ayağa kaldırdığın için hoş geldin!

 

İnsanlığı yeniden kaybettiği cennetle buluşturuyorsun, merhaba!

 

 

İNSANCIL KİTAPLAR

 

Yunus Emre Divanı

Dante, İlahî Komedya

Boccaccio, Decameron

Montaigne, Denemeler

Panait Istrati, Arkadaş

Orhan Kemal, Gurbet Kuşları

Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara

Muzaffer Buyrukçu, Şarkılar Seni Söyler

Füruzan, Parasız Yatılı

Onur Caymaz, Herkes Yalnız

***

 

Merhaba Kamuculuk-2: Bayburt’taki imama virüs bulaştı diye zil takanlara

 

Bayburt’taki imama koronavirüs bulaştı diye sevinenler var.

 

Sosyal medyadan zil sesleri geliyor. Resmen zil takıp oynuyorlar.

 

Bayburt’taki imam hastalanınca zafer kazanmış oluyorlar.

 

 

YÜREK SESİ DEĞİL KİN SESİ

 

Laiklikten anladıkları halk düşmanlığı!

Açık açık yazıyorlar, “bizim sorunumuz bu lumpen halkla” diye.

Yürekleri Batının mafya sisteminin patronlarıyla birlikte çarpıyor.

Bilinçlerinde Türk milleti yok!

Sesleri yürek sesi değil, kin sesi.

Sesleri kara ses, yüzleri kara yüz!

Oysa laikliğin anlamı Halkçılık!

 

 

TÜRKİYE’YE DİŞ GICIRTILARI

 

Laiklikten anladıkları, Batı hayranlığı!

Türkiye’ye ait ne varsa, diş biliyorlar. Gıcırtıları Avrupa’dan Türkiye’ye kadar geliyor.

Oysa Laiklik, memleketçiliktir, milliyetçiliktir!

 

 

NÖBETÇİYE DÜŞMAN BUNLAR

 

Laiklikten anladıkları, Ordu düşmanlığı!

Barıştan anladıkları, ABD’ye ve İsrail’e teslim olmak!

Mehmetçik, onlara göre, “Ortadoğu bataklığına cennet hayalleriyle itilmiş”.

Türkiye’nin vatan savaşına karşı ABD merkezli bozgunculuğun hizmetindeler.

Vatanları, milletleri, orduları, Mehmetçikleri, komutanları, cumhuriyetleri, millî devletleri, Atatürkleri yok bunların!

Oysa Mehmetçik, Laikliğin ve çağdaşlığın Mehmetçiğidir. Ve bugün sınırın berisinde ve ötesinde vatan nöbetindedir.

 

 

HALK DAYANIŞMASINDAN 'İRRİTE' OLUYOLARMIŞ

 

Laiklikten ve çağdaşlıktan anladıkları, bireycilik, yalnızlaşma, yabancılaşma!

Halkın balkonlara pencerelere çıkıp sağlıkçılarla dayanışma için alkış eyleminden “irrite” oluyorlarmış.

Bunlar, halka ait her şeyden “irrite” oluyorlar.

Halkla elbirliği yaparlarsa, incileri dökülüyor.

Oysa laiklik, aristokrasiye kaşı halk dayanışmasıdır.

 

 

FİTNENİN KARA YÜZLERİ

 

Hakikate en küçük sadakatleri yok.

Türkiye’nin gerçeklerine sırtlarını dönmüşler.

Hakikatleri, Avrupa’nın Amerika’nın hakikatleri!

Bellekleri taşlaşmış önyargı!

Kaynakları hurafe ve dedikodu!

İşleri güçleri fitne ve fesat!

 

 

FİTNEYİ SESLENDİRENLERE

 

Bu karanlık fitnecilere eturkiyeyizbiz@googlegroups.com adlı Google Grubu sayfalarını açmış.

eturkiyeyizbiz grubunun yüreği Türkiye’de çarpan, ayağı Türkiye toprağına basan, ekmeğini Türkiye’den yiyen bir yöneticisi yok mu?

Türk milletini sürekli aşağılayan,

bu büyük milletin erdemlerinden nasibini almamış,

sürekli kara propaganda yapan,

gerçeklerle en küçük bağı olmayan,

Türk milletine ve insanlığa karşı en küçük sorumluluk duymayan,

ABD kaynaklı bozgunculuğa hizmetten başka marifeti olmayan,

bu karanlık fitnecilerin karanlık mesajlarını yayınlamaya daha ne kadar devam edecekler?

 

 

ZİLLERİNİ BIRAKSIN
KARA BAĞLASINLAR

 

Fitneciler hiç sevinmesinler, zillerini bıraksın, kara bağlasınlar!

Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk milleti her tür felâketi göğüsleyecek ve her beladan kurtulacak güce sahiptir.

PKK’yı hendeklere gömen,

ABD’nin FETÖ Gladyosunun darbe girişimini yerle bir eden,

Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarıyla ABD-İsrail planlarını bozan Türkiye,

iki yüzyıldır emperyalizme karşı dik duran Türk milleti,

bağrından Atatürkler çıkartan Türk Milliyetçiliği, Türk Devrimciliği,

her gün felaket tellalığı yapan vatansız bozgunculara rağmen,

Koronavirüs mücadelesinden de zaferle çıkacaktır.

Fitneciler, karanlık pusularında boş yere yatacak ve düş kırıklığından başka bir şey elde edemeyeceklerdir.

 

 

FİTNE VE FESADA KARŞI

MİLLÎ PROPAGANDA AĞI

 

Ülkemizde ABD güdümlü FETÖ Gladyosu ve PKK elemanlarından oluşan karanlık propaganda aygıtı, koronavirüs salgınıyla birlikte faaliyetine hız verdi. Atlantik merkezlerinden yürütülen fitne ve fesat kampanyası, bir takım menfi ve karamsar unsurları da kullanarak, milletin moralini kırmak ve direnme gücünü zayıflatmak için harekete geçmiş bulunuyor. Bu karanlık faaliyete karşı sosyal medyada güçlü bir propaganda ağı oluşturmak, bir kamu görevidir. Bunu örgütlemeye başladık. Seferberlik ilan ediyoruz.

 

Milletin azim ve kararı, bütün başarıların ilk ve esas kaynağıdır!

 


MİLLİ DAYANIŞMA KAMPANYASI

 

Türk milletinin en önemli kültürel üstünlüklerinden biri, toplumsal dayanışma duyarlılığı ve tecrübesidir. Komşusu aç iken tok yatmaktan utanç duyan bir geleneğin evlâtlarıyız.

 

Dayanışma, sadece olanı değil, olmayanı da paylaşma erdemdir. Kendimizden önce eşimizi dostumuzu, kavmimizi kardaşımızı, komşumuzu ve yerdeşimizi, bütün milletimizi ve insanlığı düşünmek, günün ahlâkı ve mutluluk kaynağıdır.

 

İşçi ve çiftçilerimizden imamlarımıza, esnafımızdan sanayici ve tüccarlarımıza kadar milletimize güvenmekte ne kadar haklı olduğumuzu bir kez daha yaşıyoruz.

 

Türkiye’den Batıya kaçanlar, insanlıktan kaçmışlardır. Onların terk ettikleri topraklarda, bugün insanlığa örnek olacak dayanışma örnekleri yaşanıyor. Bu nedenle gururluyuz ve sevinçliyiz. En önemlisi güvenliyiz!

 

Vatan Partisi olarak bütün milletimizi kucaklayan bir dayanışma kampanyası başlatıyoruz.

 

 

MİLLETİMİZİN DİRENÇ BİRİKİMİNİ

SEFERBER EDİYORUZ

 

Milletimizi birleştiriyoruz.

Partimiz, yaşlısıyla genciyle milletimizin hizmetindedir.

Devletimizin tarihten gelen örgütlenme ve direnç birikimini harekete geçiriyoruz.

Millî Ordumuz ve Polisimizle birlikte emperyalizme karşı ön cephede, görev başındayız.

Fitne ve fesada karşı

Türk milletinin özgüveni ve gururuyla,

emekçi sınıfların yapıcılığıyla,

devrimci iyimserliğimizle,

gerçeğe dayanan umutlarımızla mücadele ediyoruz.

Halkımıza cesaret, özgüven ve umut taşıyoruz.

 

 

DÜZELTME

 

Okuyucumuz Sayın Nuri Özasma, sağolsun dünkü yanlışımızı düzeltiyor:

 

“Doğu Bey makalelerinizi takip ediyorum. Bugün yayınlanan makalenizde Habil’in Kabil’i öldürdüğünü ifade etmişsiniz. Okuduğum hadis tefsir ve meal kaynaklarında tam tersi Kabil’in Habil’i öldürdüğü nakledilir. Dikkatten kaçmış olabilir diye belirtmek istedim.”

 

 

KİTAPLAR

 

Hüseyin Haydar, Zor Günlerin Şiirleri

Pertev Naili Boratav, Köroğlu Destanı

Hüseyin Bayaz, Köroğlu, Kaynak Yayınları

Hasan Yalçın, Neoliberal “Sol”

Hasan Yalçın, NGO’lar

Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre

Nazım Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı

Yakup Kadri, Millî Savaş Hikâyeleri

Reşat Nuri Güntekin, Anadolu Notları

 

***

 

Merhaba Kamuculuk-3: Mafya sistemi niçin çıkmazda

 

İnsanlık, özel çıkar sistemi içinde çözemeyeceği sorunlarla çoktan yüz yüze gelmişti.

 

Zenginleşen Kuzey ile yoksullaşan Güney ülkeleri arasındaki uçurumun açılması, emperyalist sistem içindeki ülkelerde artan yoksulluk, işsizlik, ahlâkî çözülme, bencilleşme, toplumsal dayanışmanın çökmesi, savaşlar, cinayetler, uyuşturucu, suçların salgın hastalık gibi yayılması, kadın-erkek eşitsizliğinin büyümesi, insanın ürettiği ürüne ve topluma ve kendisine yabancılaşması, menfilik, umutsuzluk, karamsarlık, vatansızlık... Özel çıkar sistemi içinde çözümsüz kalan sorunlar sıralanıp gidiyor...

 

 

ÇÜNKÜ İNSANI VE DOĞAYI YIKIMA UĞRATIYOR

 

Emperyalist-kapitalist sistem, insan ile insan ve insan ile doğa arasındaki ilişkileri dinamitliyor. Yeryüzü tarihinde hiçbir sistem, insana ve doğaya karşı bu kadar yıkıcı olmamıştı. Kapitalizmin merkez ülkelerinde bugün iki insandan biri ruhsal sorunlar nedeniyle doktora gidiyor. İnsan kirlenmesi ile doğa kirlenmesi tehlikeli boyutlarda. Ormanlar, ırmaklar ve denizler bile bu kirlenmeden nasibini alıyor. İnsanlık, Batı rüyasından şimdi kâbusla uyanmaktadır.

 

Hani, bu sistem içinde çözüm nerede?

 

Özel kâr sisteminin ozon tabakasındaki deliğin büyümesini izlemekten öte bir çaresi var mı?

 

Hangi holding, hangi özel girişim, dünyanın damındaki deliği kapatacak? Hangi holding, insanın yalnızlaşmasına ve yabancılaşmasına çare bulacak?

 

İnsanlığın karşılaştığı büyük soru önümüzdedir: Küresel boyuttaki koronavirüs salgınına karşı emperyalist-kapitalist sistem içinde insancıl çözüm var mı?

 

Emperyalist-kapitalist dünyanın seçkin düşünürleri bile, bu soruya olumlu yanıt vermiyorlar.

 

Şu anda ABD, Fransa ve İtalya televizyonlarına bakarsanız, bir hayli önlem alınmaktadır. Ancak sistemin efendileri, Z Planlarını farklı dillerde itiraf ediyorlar: “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!”            

   

Nitekim İngiltere Sağlık Bakanlığı’na bağlı Kamu Sağlığı Birimi (PHE)’nin hazırladığı rapora göre, İngiltere “virüse karşı radikal önlemler almazsa” 318 bin ile 500 binin üzerinde insanı ölüme terk edecek. ABD emperyalizminin merkezi organlarından New York Times, ülkede 200 bin ile 1,7 milyon insanın hayatını kaybedebileceğini yazıyor. Emperyalist-kapitalist sistem için insanlar can değil sayıdan ibaret. (https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-51902920)

 

 

ÇÜNKÜ ÜRETİMİ BOĞAN BİR KARAKTER KAZANDI

 

Dikkat ederseniz sistemin ekonomik faaliyetinin amacından söz ederken, Özel Kâr yerine Özel Çıkar kavramını yeğliyoruz. Çünkü sistem, kapitalizmin ilerici olduğu yüzyılların özel kâr ve rekabet ilişkilerini yıkıma uğratmıştır. Sistem, emperyalizm döneminin bugün geldiğimiz aşamasında mafyalaşmış, üretimi boğan bir karakter kazanmıştır. Artık sistemin tahtında, üretim süreçlerinde kazanılan özel kâr değil, faiz, rant ve dolar vurgunculuğu oturmaktadır. Dolar saltanatı artık taşınamaz hale gelmiştir.

 

 

ÇÜNKÜ YABANCILAŞMA TOPLUMU ÇÖZÜYOR VE ÇÜRÜTÜYOR

 

Mafyalaşan küresel ekonomi, yalnız üretimi boğan bir karakter kazanmakla kalmadı. Emperyalist kapitalist sistem içinde insanın yabancılaşması ve yalnızlaşması, toplumu çözen ve çürüten bir aşamaya geldi.

 

Kapitalizm, insanı emeğine, kendisine ve topluma yabancılaştırıyordu. Emperyalizmin mafya sisteminde bu yabancılaşma ve yalnızlaşmanın artık toplum açısından taşınamayacağı bir yere gelmiş bulunuyoruz.


 
İnsanın hayvan sürülerinden farkı toplum halinde yaşamasıdır. Mevcut sistem, toplumu parçalıyor ve dağıtıyor.

 

Toplumlar, toplum olmaktan vazgeçemeyeceklerine göre, sistemden vazgeçeceklerdir.

 

 

MUHYEDDİN ABDAL’IN DEDİĞİ OLUYOR

 

Bir toplumsal-ekonomik kuruluş, başka deyişle toplumsal sistem, insanlık için çözümsüz hale gelince yeni sistem gelir. Muhyeddin Abdal’ın dediği olur o zaman:

 

Eski sürüldü gitti

Geldi yenisi yendi

 

Şu anda insanlığın gündemi budur.

 

 

SAĞLIKTA DEVLETÇİ UYGULAMALARIN ANLAMI

 

Kamucu sistem, elbette kendiliğinden gelmeyecek. Emperyalist ülkelerde sağlık alanında devletçi uygulamalara yöneliş, sistem değişikliği anlamına gelmiyor. Ancak bu olayı hafife almak, daha büyük yanlış. Olayı, “Özel sağlık kurumlarını kurtarmak” diye yorumlayanlar, kamucu bir iktidar ve kamucu bir sistem kuramazlar. Çünkü sistemin karşılaştığı sorunun kapsamının ve derinliğinin farkında değiller. Sistem, iflas eden işletmeleri değil, gerekirse onları da feda ederek kendini kurtarma telaşı içindedir. İflas eden işletmeleri de ancak kamuculuk kurtarabilir. Çünkü üretim çarkını ancak kamucu önlemlerle çevirebiliriz.

 

 

TARİHİ FIRSATI GÖRMEK

 

Sistemin çözümsüz olduğunun görülmesi, önümüzdeki tarihî fırsatı hayata geçirmenin öncelikli şartıdır. Evet tarihî fırsat önümüzdedir. Mafya sisteminin sahipleri ülkeleri yönetemez duruma düşmektedirler. Halk da kamucu sistemi kuracak bir siyasal önderliği kabul etme eğilimi içine girmektedir.

 

Toplum, önündeki sorunları çözecek önderlikleri izler. Önümüzde, bazı hayalcilerin sandığı gibi özel mülkiyetin ve özel kârın bütünüyle tasfiye edileceği çözümler yok. Kamu mülkiyeti ile üretime katkıda bulunan özel mülkiyetin toplumun çıkarı temelinde el ele vereceği Karma Ekonomi gündemdedir. Başka deyişle Kemalist Devrimin tamamlanması artık görünen ufuktadır.

***

 

Merhaba Kamuculuk-4: Şişen balona koronavirüs iğnesi

 

Emperyalist mafya sisteminin sahipleri, yaşanan toplumsal-ekonomik-siyasal krizin nedenini, koronavirüs salgınına bağlamak için özel bir gayret içindeler. Sistem zaten derin bir krizin içindeydi ve çıkmazdaydı. Bir de sağlık krizi geldi. Artık ekonomik yıkım, korona salgınından daha ağır tehditleri gündeme getiriyor. Büyümeye ilişkin beklentiler zaten karamsardı. Salgından sonra üretimde ve istihdamda daralmanın ciddî boyutlarda olacağı sayılarla açıklanmaya başladı.

 

2008 krizinden bu yana en başta sistemin efendisi olan Amerikalılar, şişen balonun ne zaman patlayacağını tartışıyordu. Sistemin bütün müneccimleri, büyük çöküşün zamanlaması üzerine kehânetlerde bulunuyordu. National Geographic türünden dergiler, sistemin beyleri için merkezlerden uzak coğrafyalarda, örneğin Afrikalarda sığınaklar hazırlandığına dair haberler yapıyorlardı. Yoksulların hışmından kaçmayı planlayanlar, yazılanlara göre sığınaklarını korumak için etkin şiddet önlemleri planlamaktaydılar.

 

 

MAFYA SİSTEMİNİN ÇARESİ: BALONU DAHA DA ŞİŞİRMEK

 

Hakan Topkurulu arkadaşımızın Aydınlık’ta çıkan yazılarında verdiği grafikler, geldiğimiz kritik durağı gözler önüne seriyor. Üretmekte zorlanan sistem, para arzını olağanüstü boyutlarda şişirmişti. Bütün ekonomik kurumlar birbirine borçlanmış haldeydi. Ve bütün borçlananlar birbirinin üzerine yıkılıyordu. Balonun patlaması kaçınılmazdı.

 

Şimdi koronavirüs, üretimde krizi daha derinleştiren bir etken olarak sahne almış bulunuyor. Bulunan çare, balonu daha da şişirmek oldu. Trump’ın açıkladığı üzere, ABD büyük çapta dolar ihracına yöneliyor.

 

2008 yılına kadar basılan doların miktarı 800-900 milyar çevresindeydi, başka deyişle 1 trilyon dolara yakındı. 2008 krizinden sonra basılan dolar dört kat büyüyerek 4 trilyona çıktı. İlan edilen ekonomik paketle birlikte piyasaya sürülen dolar miktarının 5-6 trilyona, belki daha yükseklere fırlayacağı görülüyor. Yalnız ABD değil, Atlantik sisteminin bütün önde gelen devletleri çözümü milyarlarca para basmakta bulmuşlardır. Dünya ekonomisi, bu ağırlığı taşıyabilecek mi, soru budur.

 

Para arzındaki çılgınlık ile üretimdeki durgunlaşma arasındaki çelişme, çözümsüzlüğü dayatıyor. Koronavirüsün iğne dokunuşu karşısında beklenen olay, şişen balonun patlamasıdır.

 

Emperyalist kapitalist sistemin çözümü yok. Ancak Çin gibi kamucu ekonomilerin durumu faklı. Çin, krizin altında kalan ülke konumunda değil, küresel krize çözüm üretiyor.

 

 

MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİMLER ÇAĞINDA YENİ DEVRİM DALGASI

 

Dünya, yeni bir devrim dalgasının eşiğine gelmiştir.

 

20. yüzyılın başından beri Mazlumlar Dünyasının gündeminde olan çözümün, şimdi emperyalist merkezleri de etkisine alarak büyük bir atılım yapacağı görülüyor.

 

20. yüzyıl insanlık için daha dün gibidir: Birinci dalga, Asya’nın eski imparatorluk coğrafyalarında başlamıştı: 1905 Rus Devrimi, 1908 Genç Türk Devrimi, 1907-1909 İran Devrimi, 1911 Çin Devrimi ve Latin Amerika’da 1910 Meksika Devrimi.

 

İkinci dalga da yine Asya’nın imparatorluk mirası olan ülkelerden geldi: 1914-1922 Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı ve devamında Kemalist Devrim, 1917 Sovyet Devrimi, 1920’lerin Hindistan kurtuluş mücadelesi, 1927-1949 Çin’in Millî Demokratik Devrimi ve sosyalizmi inşası... Devamında Asya, Afrika ve Latin Amerika, devrimlerle ayağa kalktı.

 

Mazlumlar Dünyasının devrimleri, Hollanda, İngiltere, Fransa ve Kuzey Amerika’nın burjuva demokratik devimlerinden farklı olarak emperyalizme karşı ve kamucu yönelişleri olan Millî Demokratik Devrimlerdi.

 

Şimdi 21. yüzyılın büyük devrim dalgası gündemdedir.

 

 

KİTAPLAR

Doğu Perinçek, Asya Çağının Öncüleri, Kaynak Yayınları - Erkan Öz, Büyük Finansal Tufan, Şira Yayınları
Doğu Perinçek, Asya Çağının Öncüleri, Kaynak Yayınları - Erkan Öz, Büyük Finansal Tufan, Şira Yayınları

***

 

Merhaba Kamuculuk-5: Devlet ve toplum disiplini

 

Bireysel özgürlük mü, devlet ve toplum disiplini mi?

 

Türkiye’nin öncelikli sorunu demokrasi ve özgürlük mü, yoksa terörü bitirmek ve üretim ekonomisi mi?

 

Bu soruların elbette farklı süreçlerde farklı yanıtları vardı.

 

Esasen siyaset dediğimiz, önceliklerin saptanmasıdır.

 

 

TÜRKİYE’NİN ÖNCELİKLERİ

 

Aslında bu sorular, koronavirüs salgınından çok önce önümüze gelmişti.

 

Liberal çevrelerle birlikte FETÖ ve PKK dostları, terör ve ekonomi sorununu hep arka plana atmaya çabaladılar. Öncelikli siyasetleri, özgürlüktü. İşleri güçleri, birey merkezli bir özgürlük anlayışını yaymaktı.

 

Oysa vatan savaşı veren, teröre karşı mücadele eden, borç batağındaki ekonomisini üretimle ayağa kaldırmak durumunda bulunan Türkiye’nin önceliği, Güçlü Devlet, Etkin Güvenlik, Örgütlü ve Disiplinli Toplumdu.

 

 

DEVLET VE ORDU DÜŞMANLIĞINA DÖNÜŞEN 'SİVİL İTAATSİZLİK'

 

Ne var ki, özellikle 1980’den sonra, emperyalist merkezlerin Türkiye’ye dayattıkları öncelikler vardı. IMF’nin öcüleri vardı. Devlet, devlet müdahalesi, KİT’ler, gümrükler, tarıma destek akçaları, Merkez Bankası gibi kamu çıkarını ve disiplinini temsil eden bütün kamu kurumları ve çalışmaları lanetli sayılıyordu. Bu ortamda bir ideolojik karşıdevrim yaşandı. Atatürk Deviminin değerleri baş aşağı edildi.

 

Asıl küresel salgın o zaman başladı. Millî devleti dar ağacına çıkarmak istiyorlardı. Kötü olan her şey devlete aitti ve devletten geliyordu. “Sivil Toplum” dedikleri kavmiyetçilik, mezhepçilik ve cemaatçilik ise iyiliklerin ve özgürlüklerin kaynağı oluyordu. Böylece emperyalist merkezlerin millî devlet ve ordu düşmanlığına hizmet ettiler ve ediyorlar.

 

Devletin silahlı gücü olan Orduya, askere, millî savunma sanayisine, güvenliği sağlayan polise düşmanlık, bunların itibar kaynağı oldu. Askere edepsizlik edene ödül verdiler, polise taş atanı alkışladılar.

 

Nerde başıbozukluk var, özgürlük diye kutsadılar. Nerde aykırılık ve muhaliflik var, oraya koştular. Erich Fromm’ların “Sivil itaatsizliği”, bilinçsiz isyankârlık, amaçsız muhaliflik, örgüt ve disiplin düşmanlığı, yapıcılığı lanetleyen yıkıcılık, bozgunculuk, bunların mesleği oldu. Böylece FETÖ’nün ve PKK’nın yanına sürüklendiler. PKK ve FETÖ’ye özgürlük isteyen sahte Solcu ve sözde Atatürkçü, devlet ve millet düşmanı oldu. Halktan nefret eder hale düştüler.

 

 

DEVLET DÜŞMANLIĞINDAN TOPLUM DÜŞMANLIĞINA

 

Şu sıra yine sahnedeler. Koronavirüse karşı millî mücadeleye karşı bozgunculuk yapanlara bakın, yine o çevreler. Devlet ve toplum disiplinini bozmak için dedikodu yayanlara, fitne ve fesat kışkırtanlara bakın, hep onlar ya da onlardan etkilenenler. Fenalıklardan, felâketlerden mutlu oluyorlar. Devlet ve millet düşmanlıkları, en sonunda iyilik düşmanlığına dönüştü, toplum düşmanı oldular.

 

 

GÜÇLÜ DEVLET ÖRGÜTLÜ TOPLUM

 

Koronavirüs salgını çıkmasa da, Türkiye ancak Güçlü Devletle, Örgütlü Toplumla ve Disiplinle çözmek zorunda olduğu sorunlarla karşı karşıya gelmişti. Koronavirüs belâsı, çözümü yakıcı hale getirdi.

 

Devlet güçlü olmazsa, toplum kırılacak!

 

Devletin güçlü olması ise, örgütlü toplumu gerekli kılıyor. Devlet, ancak toplumu örgütleyerek ve disiplin altına alarak felâketlerle savaşabiliyor ve kamuya sağlık getirebiliyor.

 

 

DEVLET DİSİPLİNİ VE TOPLUM DİSİPLİNİ

 

Vatan Partisi, 1980’li yıllardan beri hep vurguluyor: İnsanlık, emperyalist mafyanın başta dolar saltanatı olmak üzere özel çıkarlarından vazgeçmek durumundadır. Büyük kamusal projeler ve devlet girişimi, insanlığın gündemindedir.

 

Bu sorunlar, işte görüyoruz yalnız tek tek devletlerin kamusal çözümlerinin boyutlarını bile zorlamakta, devletler arasında ortak kamusal çözümleri gündeme getirmektedir. Bunun ötesinde millî devletlerin sağladığı kamu disiplini ve toplum disiplini artık insanlık için biricik çıkış yoludur.

 

 

ÜRETİCİYE DAYANAN BAĞIMSIZ VE GÜÇLÜ DEVLET

 

Artık büyük çoğunluk anlamış olmalı: Sağlık sorunu, meğerse bağımsızlık sorunuymuş.

 

Ankara’dan yönetilmek, sağlık için de, üretim için de temel meseledir.

 

Devlet, küresel sermayenin çıkarlarına teslim olmayacak, milletimizin sağlığını ve refahını gözetecektir!

 

Devlet, bu zorlu dönemi aşmak için güçlü olacak. Gücünü Türk milletinden alacak. Halka dayanacak. Böylece toplumun güvenini kazanacak ve toplum üzerinde otorite kurabilecektir.

 

Devlet, hızlı karar alacak ve uygulamada kararlı ve çevik olacak. Sağlığa ve ekonomiye yön veren kararlar, milleti seferber ederek uygulanacaktır.

 

Bütün bunları başarabilmek için, önümüzdeki dönemde Güçlü Yürütme gerekir.

 

 

DİSİPLİNLİ TOPLUM

 

Milletin Kamu sağlığı, Üretim Devrimi ve Vatan Güvenliği için seferber edilmesi, aynı zamanda toplumda disiplin gerektirir. Önümüzdeki dönem, laylaylom dönemi değildir. Devletin kamusal amaçlar için, toplumu birleştirmesi ve seferber etmesi, etkin kamu otoritesiyle, örgütlü halkla ve disiplinle sağlanır.

 

 

EVDE KALMA ÖZGÜRLÜĞÜ

 

Özgürlüğün elbette sınırı vardı. Şimdi daha iyi öğreniyoruz. Şimdilerde evde kalma özgürlüğü, insan hakları listesinin en başına kuruldu. Bugün özgürlük, sokağa çıkmak ve bulvarda volta atmak değil, evde kalmaktır. Bugün özgürlük, yürüyüş ve miting yapmak değil, evde oturmaktır.

 

Özgürlüklerin sınırı, kamunun sağlıdır. Türkiye’nin bağımsızlık ve bütünlüğüdür, laik ve devrimci Cumhuriyettir.

 

Disiplinin amacı ise, halk sağlığının korunması, millî ekonominin üretici seferberliğiyle hızla geliştirilmesi ve halkın refahıdır.

 

Bütün bu yazdıklarımızı Vatan Partisi’nin Üretim Devrimi Programı’nda bulabilirsiniz. Güçlü Devleti, Güçlü Orduyu, Disiplinli Devleti ve Disiplinli Toplumu bugünler için milletimizin değerlendirmesine sunduk.

***

 

Merhaba Kamuculuk-6: Varlığımız armağan olsun!

 

Kimden: A. Ç. [Eposta adresi veriliyor]

Konu: [Turkish Forum - eturkiyeyiz.biz]

Tarih: 1 Şubat 2020 22:37:56 GMT+3

Kime: e türkiye

<eturkiyeyizbiz@googlegroups.com>

 

 

ONLARIN TÜRK HALKI TANIMI

 

İnternetten olduğu gibi alıyoruz. Bakınız halkı nasıl tanımlıyorlar. Hiç dokunmuyoruz, Helvetica Neue karakterinde yazılı ifadeler aynen kendilerine ait:

 

“Artık şunda bir anlaşalım;


Halk ‘ahlaklı’, Halk ‘dürüst’, Halk ‘namuslu’ falan değil!


Benim de ara ara yaptığım burnu büyüklükle onlara ‘halk’ falan deyip, hümanist düşüncelerle ‘ah bir görseler gerçekleri’ diyoruz ya; hah işte onlar o senin ‘gerçekler’ dediğin şeyin dibine kadar farkındalar. Onlar kandırıldıkları için o partiye oy vermiyorlar, onlar kendileri gibi oldukları için o partiye oy veriyorlar. Onlar senin sandığın gibi uykuda değiller, aksine senden on kat daha fazla uyanıklar.


O ‘halk’ aslında kim biliyor musun?


O halk havalimanında çalışan, turisti kazıklayan taksici.


O halk Cuma namazından sonra torunu yaşında kızın kıçına bakıp iç çeken tonton amca.


O halk altın günlerinde üst katındaki günahsız öğrenci kıza ‘eve erkek alıyor, or... doldu apartmana’ diye dedikodu yapan hacı teyze.


O halk tecavüze uğramamak için camdan atlayan kızın haberinin altına ‘zaten açık kapıymış, ne kaybederdi ki?’ yazan türbanlı bacı.


O halk daha geçen gün elimden zorla aldıkları, ‘çaldıysa çaldı, öncekiler çalmadı mı? Bu hiç olmazsa müslüman, diğerleri siyonist köpeklerdi’ diyen güvenlik görevlisi.


O halk ambulansın peşine takılıp üç araç geçmeyi kâr sayan trafikteki şoför.


O halk ağzından ‘cahiliye devri’ düşmeyen ama ‘kitap okuyunca başıma ağrılar giriyor’ diyen adam.


O halk ‘irkekler birbirini düzüyordu, Allah da Lut kavminin üzerine bela yolladı’ diye derste anlatıp, akşam erkek öğrencilerinin üzerine çullanan cemaatçi dernek öğretmeni.


O halk anaları babaları öldüğünde üzülmeden önce ‘sana bir daire fazla düştü’ diye saç saça, baş başa giren insanlar.


O halk kendi yaşam alanında insan gibi yaşamak için sosyalist partilere oy verip; senin ülkende ‘müslüman caaanım’ diye ŞERİAT DİYE BÖĞÜREN Almancılar, Gurbetçiler.


O halk her ramazan ekrandaki sahtekar ‘kütük Allah diyorduuu’ dediğinde ağlayanlar.


O halk ağzından ‘Tanrı Misafiri düşmeyip Pippa Bacca’ya tecavüz edip öldürenler.


O halk rutin trafik çevirmesinde polise nereli olduğunu sorup en alttan, en üste otoriteye biat edip, yaltaklanmaya çalışanlar.


Halk; tek bir kitap okumayıp, her konuda fikri olanlar.


Halk; kendisi gibi düşünenden başkasının yaşamasını istemeyenler.


Halk; cehaletin hadsizliğinden, izlediği salak saçma dizilerden veya yarışma programlarından mutlu olanlar.


Hakikaten şunda bir anlaşalım bence; halk bu. Sen, ben, biz değiliz. Belki aynı parayı kazanıyor, belki aynı hayat standartlarında yaşıyoruz ama halk ne kandırılmış garibanlar, ne de senin onları sandığın kadar masumlar. Ortada bir savaş var ve bu ideolojilerin savaşı değil!”

 

eturkiyeyizbiz@googlegroups.com grubunun yayınladığı A. Ç. imzalı yazı aynen böyle. İmza sahibi açık ismini yazıyor. Biz, baş harflerini verdik.

 

 

HALK DÜŞMANLIĞININ İTİRAFI

 

eturkiyeyizbiz@googlegroups.com grubunun yayımladığı ve grup üyelerinin bugüne kadar tepki göstermediği yazı, aslında halkı tanımlarken, kendi halk düşmanlığını ilan etmiş oluyor.

 

Yazıdaki “O halk”ın karakteri şöyle: Kazıkçı, ahlâksız, namussuz, çıkar düşkünü fırsatçı, oğlan düşkünü tecavüzcü, paragöz, miras kavgacısı, tecavüzcü katil, yaltakçı, cahil, hoşgörüsüz yobaz, düzeysiz ve zevksiz salak...

 

Bunların halka verecekleri aşağılamaktan, nefretten, iğrenmekten başka bir şeyleri yok!

 

Türkiye halkı bunlara göre, çıyan, yılan, akrep, sinek, böcek!

 

Gördüğün yerde üzerine basacaksın, ezeceksin!

 

Halk düşmanlığının başka iktidar planı olabilir mi: ABD Ordusu gelecek, bu “aşağılık halkın” ordusunu ezecek, bunları koltuklara oturtacak!

 

Başka hangi beklentileri olabilir?

 

Halktan en küçük umutları yok ki!

 
Niçin vatansever olsunlar, niçin Atatürkçü olsunlar, niçin devrimci olsunlar?

 

Çünkü halkları yok, milletleri yok, vatanları yok, cumhuriyetleri hiç yok!

 

 

KENDİLERİ İNCİ TANESİ

 

Kendilerine gelince, hepsi dürdane, yani inci tanesi! Kendilerini Türk halkından şöyle ayırıyorlar:

 

“Hakikaten şunda bir anlaşalım bence; halk bu. Sen, ben, biz değiliz.”

 

 

TÜRK HALKI

 

Atatürk, Onuncu Yıl Nutku’nda, “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti zekidir, Tük milleti çalışkandır” derken, bizim büyük halk gerçeğimizi saptıyordu.

 

Türk milletinin karakteri hâlâ yüksektir. Türk milleti, hâlâ zekidir ve çalışkandır!

TÜRK HALKININ NÜFUS KÜTÜĞÜ

 

Onların tanımadığı, bilmediği, sevmediği, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öpmediği, nefret ettiği, erdemli ve karakterli Türk halkı, bu ülkenin nüfus kütüğünde isim isim kayıtlıdır:

 

Namık Kemal’in Cezmisi, Zekiyesi ve Sıtkı Beyi; Mehmet Akif’in Seyfi Babası; Reşat Nuri Güntekin’in Feridesi; Nâzım Hikmet’in Kartal’lı Kâzımı, Şerife Bacısı, Şöför Ahmedi ve Arhavili İsmaili; Kemal Tahir’in Millici Abi Kâmil Beyi; Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusufu; Orhan Kemal’in İflahsızın Yusufu; Oktay Rifat'ın Danaburnu'ndaki Yusufu; Enver Gökçe’nin Yusuf ile Balabanı; başka Yusuf var mı, Yusufların hepsi; Ahmet Arif’in Adiloş Bebesi; babam Sadık Perinçek’in arkadaşı Cahit Külebi’nin Türkiye gibi aydınlık ve güzel bebeği; Orhan Veli'nin Alemdâr'a götürdüğü Melâhatı, Balıkpazarı'na gelmeyen Cânânı ve nasırdan çeken Süleyman Efendisi; Suat Derviş’in Fosforlu Cevriyesi; Sait Faik'in Şopar Hüseyini, balıkçıları ve Mercan Usta'sı; Bedri Rahmi’nin de Mercan Usta'sı; Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Ablası; Fazıl Hüsnü’nün Elif’i ve Sivaslı Karıncası; Rıfat Ilgaz’ın Alişi ve cümleten Hababam Sınıfı; Ahmet Kutsi Tecer’in ordaki bizim Apçağa’nın köylüleri; Necati Cumalı’nın Viran Dağlarda kalan akrabaları; Fakir Baykurt’un Irazca Anası, Uluguş Ninesi ve Tozaklı Kır Abbası; Cahit Sıtkı Tarancı'nın Abbası; Talip Apaydın’ın Çilli Dudusu, Hatçe Ablası ve İdrisi; Haldun Taner’in Keşanlı Alisi; Cemal Süreya’nın gözlerine sürgün olduğu kadını ve sular donmasın diye nöbetleşe kanat çırpan turna kuşları; Edip Cansever’in elinden insan olmaktan başka bir şey gelmeyen insanları; Turgut Uyar’ın göçen direğin altında kalan madencisi; İrfan Yalçın’ın Ölümün Ağzındaki madencileri ve Ahmet Bileki; Ertem Göreç’in Karanlıkta Uyananları; Attila İlhan'ın Ayselleri ve Kuvvacıları; Samim Kocagöz’ün kalpaklıları; Orhan Şaik Gökyay’ın toprağın bağrında sıra dağlar gibi duran kahramanları; Yaşar Kemal’in Topal Karıncası; Osman Şahin’in Son Yörükü ve Arslanköy’ün bütün anaları; Fikret Otyam’ın ceylan gözlü kızları; Rasin’in kocaman gözlü güzel yüzlüleri; Abidin Dino’nun iş yapan elleri; Nuri İyem’in Hitit yüzlü kadınları; Balaban’ın Kel oğlanları; Rahmi Aksungur’un işkence mağdurları ve şans habercileri; Müfide Aksoy’un Mustafa Kemalleri; Mehmet Aksoy’un Kuvayı Milliye kahramanları; Faruk Cimok’un Beyoğlu tramvayındaki güzelleri; Devrim Erbil’in kentlileri; Muzaffer Akyol’un masal kahramanları; Tülin Onat’ın Döngüsel Zamanda oynayan çocukları; Kasım Koçak’ın Aydınlıkçıları; Ekrem Kahraman’ın güneş doğuran kadınları; Muharrem Pire’nin atlıları; Caner Karavit’in ayakkabı tamircisi ve kervancıları; Bedri Baykam’ın 68 eylemcileri; Bahri Genç’in Soner Polatları; Süleyman Karakul’un bakraç taşıyan kadınları; Hüseyin Haydar’ın fedaileri ve Talat Beyi; Seyyit Nezir’in her gün her saat kanter içinde çalışan emekçileri; Füruzan'ın Su Ustası Miraçları; Sıdıka Avar’ın Dağ Çiçekleri; Ahmet Erhan'ın pazarcıları ve taksicileri; Nuri Ceylan’ın doktoru ve muhtarı; Onur Caymaz'ın garsonları ve çiçekçileri; Ahmet Büke'nin komşuları; “Kul Yanmasın Sefil Selimi yansın” diyen Sefil Selimi’nin kendisi; Ömer Seyfettin’in, Oktay Akbal'ın, Memduh Şevket'in, Bekir Yıldız'ın, Necati Tosuner'in, Nezihe Meriç'in yoksul ama candan, sıcacık insanları; Nida Tüfekçi’nin Yozgat Sürmelileri, Talip Özkan’ın Avşar Beyleri; Musa Eroğlu’nun Halil İbrahimi; CKD’nin Kadınları; TGB’nin gençleri...

 

İşte Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı” diye tanımladığı Türk milleti bu insanlardır!

 

 

TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN

 

Yunus Emrelerin Aşık Veysellerin binlerce yıllık Uzun İnce Yolunda, onurla, gururla, vakarla, karakterle, merhametle, yana yana, güle güle, ateşler üzerinde yürüyen, yedi ateşten geçmiş, erdemli Türk Milletine varlığımız armağan olsun!

***

 

Merhaba Kamuculuk-7: Millî Demokratik Devrimler zamanı

 

Emperyalist kapitalist hükümetler, salgına karşı mücadeleyi devlet eliyle yürütmek zorunda kalıyorlar. Ancak ABD, Avrupa ve Japonya gibi ülkelerde gündeme gelen önlemler, kamucu sistemin kurulmakta olduğu anlamına gelmiyor.

 

 

SİSTEMİN DEVLETÇİLİĞİ EHLİLEŞTİRME GİRİŞİMLERİ

 

Sistemin merkezleri, devlet müdahalesini yalnız korona salgınından kurtulmak için değil, aynı zamanda sistemi kurtarma aracı olarak kullanmak istiyorlar. Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde, sağlık sektörünü devletin komutası altına alan uygulamalar, şu anda mülkiyetin el değiştirmesi kapsamında değil, savaş dönemlerinde olduğu gibi olağanüstü hal uygulaması biçimindedir. Emperyalist ülkeler, toplumun kamucu ve halkçı taleplerini sistemin içinde tutma telaşına düştüler. Salgına karşı mücadele zorundalar, çünkü her sistem gibi üretim çarkını döndürmeleri gerekiyor. Bu durumda devletçiliği bir tür ehlileştirme arayışı içindeler.

 

İyi de mümkün mü ve nereye kadar?

 

 

NEREYE KADAR

 

Emperyalist kapitalist iktidar sahiplerinin krizden çıkışı sistemin içinde tutma çabaları umutsuz vakadır.

 

Kriz yalnız sağlıkta değil.

 

Aslında sistem, sağlık sorunuyla da başedemiyor. Dahası ekonomide çözümsüzler. Koronavirüs salgını, Batı’da sistemin bütününü sarsan bir etki yapmıştır.

 

Emperyalist kapitalizmin itibarı yerlerde sürünmektedir. Batının emperyalist değerler sistemi, felsefe ve ahlâktan ekonomi ve siyasete kadar perişan durumdadır.

 

Geniş kitlelerde sisteme olan güven kaybolmaktadır.

 

 

SALGIN VE DEVRİM

 

İnsanlık, 20. yüzyılın büyük savaşlarından devrimlerle çıktı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, insanlığa ölümü dayatmıştı. İnsanlığın yanıtı, devrim oldu. Büyük tehditler, aslında büyük çözümlerin habercisidir.

 

Korona salgını, elinde Azrail’in tırpanıyla savaşla karşılaştırılacak bir tehdit olarak insanlığın karşısına dikildi. Yalnız Hiroşima ve Nagazaki’ye değil dünyanın bütün büyük kentlerine yavaş tesirli nükleer bomba atılmış gibi oldu. Salgının yıkıcı etkisi, bir anda değil, daha ağır ve sinsi bir süreç izliyor.

 

Savaşlar, üretimi ateşlemişlerdi. Koronavirüs salgını ise, üretimi ve hizmetleri daraltıyor, üretici sağlığını kitlesel olarak tehdit ediyor. Büyüyen tehdit, çözümü de büyütüyor.

 

 

İNSANLIĞIN VE TÜRKİYE’NİN GÜNDEMİ

 

Yönetenler yönetemiyor ve yönetilenler de varolan yönetime karşı çıkıyor. Kim yönetecek sorunu hızla siyaset gündemine girecektir.

Kim yönetecek sorusu, aynı zamanda toplumun önünde hangi çözüm var sorusudur.

 

Toplumla, ancak önlerine çıkan sorunları çözerler. Hiç kimse toplumlara kendi kafasındaki veya gönlündeki çözümü dayatamaz.

 

İnsanlık dünya ölçeğinde Millî Demokratik Devimler çağındadır. Bugünkü aşamada, kamuculuğun lokomotif görevi yaptığı, devletçilik ile özel girişimi milletin çıkarları ekseninde uyumlu kılan karma ekonomiler, toplumların önündeki adımdır.

 

Özel mülkiyet ve girişimi bütünüyle tasfiye etmeye kalkan hayalci iddialar, bırakalım çözüm üretmeyi tarımı çökertir, sanayideki atıl kapasiteyi büyütür, ticareti dinamitler, tedarik ve ulaşım sorununu kapsamlı olarak çözemez ve sonuç olarak toplumu aç bırakır ve faşist girişimlerin önünü açar.

 

Şu anda bütün dünyada devletlerin bağımsızlık, milletlerin kurtuluş ve halkların devrim isteği yükseliyor. Millî Demokratik Devrimleri kaçınılmaz kılan koşullar oluşmaktadır.

 

 

ÜRETİCİ SINIFLAR EKSENİNDE MİLLETİN BÜTÜNÜNÜ KUCAKLAYAN ÇÖZÜMLER

 

İşte bu durumda halk kitleleri içinde kamuculuk yönünde talepler yükseliyor. Bütün dünyada gözler, üretici sınıflar ekseninde milletin bütününü kucaklayan siyasal partilere dönmektedir. İnisiyatif bağımsızlıkçı, halkçı, devrimci hareketlere geçmiştir. “Turuncu Devrimler” dönemi artık arkada kalmıştır.

 

Geçende bir televizyon tartışmasında Liberalizmi savunan bir konuşmacı, kamucuların seçim kazanamadıklarını söylüyordu. O devir arkada kaldı. Artık özel çıkarcılar, sıcak para komisyoncuları, dolar ve borsa vurguncuları, büyük faizciler, tarikat rantçıları seçim kazanamaz. Onların devri geçti. Mafya sisteminin sağlıktaki ve ekonomideki çözümsüzlüğü, siyasete de yansıyacaktır.

 

Emperyalist kapitalist sistemin kriz karşısında çözümü yok. Çözüm, sistem değişikliğindedir. Ancak Çin gibi kamucu ekonomiler için bu dayatma geçerli değil. Dünya Çin’in kamucu çözümüne gelmektedir.

 

 

DÜZELTME

 

28 Mart 2020 Pazar günü yayımlanan “Halka ahlâksız diyenlerin kimlik beyanları” başlıklı yazımızda, bilgisayardaki yapıştırma işleminde yapılan dikkatsizlik nedeniyle “Kemal Ateş’in güreşçileri ve Ahmet Bilek’i” ibaresinin ilk üç sözcüğü düşmüş ve yazılmakta olan Ahmet Bilek romanı İrfan Yalçın’a eklenmiş oldu. Kemal Ateş, İrfan Yalçın ve okuyucularımızdan özür dileriz.

 

 

KİTAP

FİLM

 

Hayalci solculuğun çıkmazını, umutsuzluğunu, karamsarlığını ve hayal kırıklığını çok güzel yansıtan ama çözümü saklayan Özcan Alper’in Sonbahar filmini bulup izleyiniz. Şule Perinçek, önümüzdeki günlerde bu filmi yazacak.

***

 

Merhaba Kamuculuk-8: Çin’den filizlenen çözüm

 

Emperyalist kapitalist özel çıkar sistemi çözümsüz ama insanlık, Çin örneğinde çözümün ipuçlarını yakalıyor. Bütün dünya Çin'in toplum sağlığı mücadelesine duyduğu hayranlığı artık gizleyemiyor.

 

Dünya Sağlık Örgütü, bütün dünyaya “Çin’in yaptığını yapın” bildiriminde bulundu. Çin’in kamuculuğu ve halk seferberliği, dünyanın örnek aldığı çözüm oldu. Yedi iklimde Çin mucizesinden söz ediliyor.

 

 

‘ÇİN MUCİZESİ’


“Çin mucizesi” insanlığın yeni tanıştığı bir olay değil, çağımızın en çarpıcı olayı. Hâlâ Mao’nun yol gösterdiği Çin Devriminin üretimde, eğitimde, teknolojide, yapay zekâda yarattığı mucizeye şimdi halk sağlığındaki son başarı eklendi. Aslında başarı, Çin örneğinde, kamuculuğun, toplumculuğun, planlamanın ve halk seferberliğinin başarısıdır. Şi Jinping yönetimi bu programı uyguluyor.

 

Çin Devrimi, yüzyılı aşan Uzun Yürüyüşü içinde, öyle devrimci bir parti, öyle dayanışmacı ve disiplinli bir halk, o halkın hizmetinde öyle bir devlet inşa etmiştir ki, şimdi Çin’e özgü sosyalizmde direnmenin ürünlerini toplamaktadır.

 

 

DÜŞMANLARINDA SAYGI UYANDIRAN BAŞARI


Batı kamuoyuna bakacak olursak, korona salgınının nedeni “Çin’in ilkelliği” idi, hatta sosyalizmdi. Çin’in devlet ve toplum disipliniyle yürüttüğü uygulamalar, “insan hakları” diye suçlanıyordu.

 

Çin, salgını denetim altına alınca, suçlamaların yerini, övgü ve hayranlık aldı. Çin’i ve Avrasya ülkelerini “otoriter”, “despot”, “otokratik” gibi nitelemelerle karalayan Batı hükümetleri, şimdi devlet ve toplum disiplininin başarıları karşısında yenilgi duygusuna kapıldılar.

 

Kırk yıldır Avrasya’nın yükselişiyle gelen çağa işaret ediyoruz. İşte şimdi herkes o insancıl, kamucu, paylaşmacı çağı selamlıyor.

 

Emperyalist merkezlerin boynu eğiktir. “Devletçilik öldü” diyenler şimdi Liberalizmin cenazesini kaldıracak güçten bile yoksunlar. ABD’nin yarı resmî organlarından Foreign Affairs, küresel düzenin yeniden kurulduğunu vurguluyor ve ABD inişe geçerken, Çin’in uluslararası liderliği ele geçirdiğine dikkat çekiyor (Kurt M. Campbell ve Rush Doshi, Foreign Affairs, 18 Mart 2020).

 

 

DÖNEKLERİN DÜŞ KIRIKLIĞI


Plastikten yürekleri emperyalizmin merkezleriyle uyumlu çarpan dönekler de düş kırıklığı içindeler. Sovyetler Birliği’nin kapitalizme dönüşünü döneklik için fırsat saymışlardı. Şimdi Çin düşmanlığında küresel merkezlerden daha kontrolsüz ve daha arsız çıktılar.

 

İçlerinin rahatlaması için sosyalizmin Çin’de de başarısızlığa uğramasını dört gözle bekliyorlardı. Çin Komünist Partisi’nin “Mao Zedung’u Deng Siaoping ile harmanlayarak partinin ideolojik alanını genişlettiğini ve Sovyetler Birliği’nden ders alarak glasnostu (açılımı) olmayan bir perestroyka (yeniden yapılanma) uyguladığını ve Komünist Partisi yönetiminde kapitalizme geçtiğini” yazıp çiziyorlardı.

 

Troçkizmin bulutların üzerinde inşa ettiği “Bir çırpıda sosyalizm” teorileri iflas edince, yandaşlarının bir kesimi emperyalizmin propaganda memurluğuna yuvarlanmışlardı. Yeniden aynı tecrübe yaşandı. Çin’in sosyalizmi inşada kararlığı karşısında ellerinden kin duymaktan öte bir iş gelmiyor. Vazgeçtikleri bir dava, artık insanlığın çözümü olmaktadır. Kendi geçmişlerine duydukları nefreti dizginleyemedikleri için, ABD’nin Hong Kong’ta kışkırttığı gerici hareketleri alkışlayacak hallere bile düştüler. Sosyalizme düşmanlıkları, “Çin’le izdivaç eden” dünya emekçilerine ve ülkelere düşmanlıkla bütünleşti ve piyonluk gündemini belirledi. ABD emperyalizmine karşı insanlık cephesini oluşturan ülkeleri despotlukla ve diktatörlükle suçlayan emperyalist koroya cılız sesleriyle katıldılar. Sosyalizmin başarılarını paylaşamadıkları için, şimdi Neoliberaller ile aynı düş kırıklığını paylaşıyorlar.

 

 

KEMALİST DEVRİMCİLİĞİN YÜKSELİŞİ


Çin’in başarıları, Türkiye açısından Kemalist Devrimin yeniden yükselişidir. Lenin, Atatürk ve Mao, çağımızın büyük devrim önderleridir. Önderlik ettikleri devrimler, kendileri hangi adı verirlerse versinler, içerik olarak millî demokratik devrimlerdi. Çin yaşanan büyük tecrübeleri değerlendirerek, şimdi insanlığın önüne büyük çıkış yolunu koymaktadır.

 

Çin’in direndiği kamucu çözümde Türk Devriminin de önemli katkıları var. Bu nedenle Çin Mucizesi bize yabancı bir tecrübe değildir. Bizim yaşadığımız devrimci pratiğin kardeşi, Asya’nın öbür ucunda mucize yarattı. Biz, aynı mucizeyi Kemalist Devrimi tamamlayarak Asya’nın Batı ucunda yaratacağız. Yeterli birikimimiz vardır.

 

Çiller, Kitlerin Özelleştirilmesi Yasanının onaylanması üzerine Meclis’te yaptığı konuşmada, “Son sosyalist devleti yıktıklarını” ilan etmişti. Özelleştirme sayesinde, “Eğitimin önünü açtıklarını ve daha iyi sağlık hizmeti yapacaklarını” söylüyordu (Gazeteler, 25 Kasım 1994). Erken konuştuğunu şimdi herkes anlamış olmalı. Yıktık sandıkları Kemalist Devrimin tamamlanması, ufukta görünen çözümdür.

 

 

KİTAP

DAYANIŞMA VE PAYLAŞMANIN FİLMİ


Vittoria de Sica, “Miracle in Milano” adlı usta işi eserinde paylaşmacılığın erdemlerini insanı duygulandıran içten bir mizahla işliyor. Filmin kahramanı Toto, bizim Keloğlanımız gibi olağanüstü saf ve dürüsttür. Mutluluk kaynağı, yoksul insanlarla dayanışma ve paylaşmadır. Filmbox Arthouse Kanalında düzenli olarak yayımlanmaktadır. İnternetten de bulabiliriz.

***

 

Merhaba Kamuculuk-9: Savaş ekonomisi

 

İki yıl önce 9 Ağustos 2018 günü Ulusal Kanal’daki Çıkış Yolu programında şu vurguları yapıyoruz:

 

Önümüzde bir Savaş Ekonomisi dönemi var. Savaş ekonomisinin ilkelerini uygulamak zorundadır Türkiye.

 

Tayyip Erdoğan yönetiminin bugüne kadar bağlandığı güçler ve sınıfsal tabanı, kararlı önlemler almasına izin vermiyor. Ayrıca ideolojisi de buna elverişli değil. Türkiye, bu krizden bir Üretim Devrimiyle, bir Millî Direnme Ekonomisiyle çıkar.

 

Millî Direnme Ekonomisinin ilkeleri nelerdir?

 

Bir: Halkın gıda güvenliğini sağlayacağız, kimse aç kalmayacak.

 

İki: Güvenlik güçlerinin güvenliğini sağlayacağız. Savaşan Ordu her türden olanağa kavuşturulacak.

 

Üç: Halkın sağlığına öncelik verilecek.

 

Dört: Eğitim devam edecek. (Teori, Savaş Ekonomisi sayısının arka kapağı, sayı 347, Aralık 2018).

 

 

KORONAVİRÜS SALGINI OLMASA DA


Teori dergisi, Türkiye’nin bir savaş ekonomisine gittiği gerçeğini önceden görerek, 2018 yılının Aralık ayında Savaş Ekonomisi tecrübelerini gündeme getirmişti.

 

Diyeceksiniz ki, o zaman koronavirüs salgını yoktu. Doğru ama ekonomik kriz derinleşiyordu ve salgın olmasa da, Türkiye Savaş Ekonomisi tecrübelerinden yararlanmak zorunda kalacaktı. Vatan Savaşı yanında derinleşen ekonomik kriz, Savaş Ekonomisi benzeri bir programı Türkiye’nin önüne koymaktaydı. Virüs salgını, bu süreci acilleştirdi ve çözümü de yakıcı kıldı.

 

Virüs salgını koşullarında Hükümetin uygulamaya başladığı siyasetler, Savaş Ekonomisi tecrübelerinde rastlanan türdendir. Önlemlerin daha da köktencileşeceği herkes tarafından görülüyor.

 

 

TÜRKİYE’NİN SAVAŞ EKONOMİSİ TECRÜBESİ


Aslında Türkiye, bu konuda dünyada öndelikli (avantajlı) ülkelerden biridir. Çünkü Birinci Cihan Savaşında İttihat Terakki yönetimi altında uyguladığımız başarılı bir tecrübe var. Ve bu tecrübeyi çok iyi özetleyen bilimsel çalışmalar elimizde bulunuyor. Prof. Dr. Zafer Toprak, Türk Devriminin ekonomik programının oluşması açısından çok önemli olan dönemi, önce “Millî İktisat” adlı kitabında inceledi. Ancak konumuz açısından öncelik taşıyan eseri, “İttihat Terakki ve Cihan Harbi” başlığını taşıyor. Kaynak Yayınları’ndan çıkan bu kitabı, hele bugünlerde Hükümet ve Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere herkesin dikkatine sunuyoruz. Eser, “Savaş Ekonomisi ve Türkiye’de Devletçilik 1914-1918” altbaşlığını taşıyor.

 

 

DEVLETİN VE HALKIN ÖRGÜTLENMESİ


Cihan Harbinde uygulanan Savaş Ekonomisi kendi hukukunu oluşturdu. Savaşın zorlu sorunlarını göğüslemek, bu hukukun temeliydi. Kamu yararı için gereğinde özel mülkiyete “elkoymak” bu hukukun olağanüstü karakterini ortaya koyuyordu. Öncelikli görev, insan hayatını sürdürmekti, halkın iaşesini sağlamaktı. Bu amaçla çiftçilere tarım üretimi için mükellefiyetler yüklendi. Halkın geçimi, sağlığı ve savaşın ihtiyaçları için, bankacılıkta, kambiyo rejiminde ve dış ticarette devletçilik uygulandı.

 

İttihat Terakki hükümeti, Savaş Ekonomisini halk içinde özellikle esnafa dayanan ve memuru gözeten uygulamalarla yürütebildi. Öncü Parti örgütlenmesinin ve halkçılığın olanakları başarıyla değerlendirildi. Esnaf ve memur kitlelerine dayanan otorite yanında, aşevleri uygulamasıyla yoksul halk kitleleri de ayakta tutuldu.

 

 

İSTİKLAL SAVAŞININ VERİCİLERİ


Savaş Ekonomisi, İstiklal Savaşı yıllarında da devam etti. Cihan Harbi tecrübesi olmasa, Mustafa Kemal Paşa Sakarya Savaşı öncesinde o ünlü Millî Mükellefiyetler Kanunu’nu uygulayamazdı. Ve o büyük fedakârlık ve disiplin olmasa, Hüseyin Haydar da Doğu Tabletleri’nin üçüncüsü olan “Vericiler” şiirini yazamazdı. O şiir, savaşanların ağzından halka şöyle sesleniyordu:

 

“Biz kollarımızı veriyoruz, kollarımızın ikisini de.

Sizden istiyoruz iki öküzün birisini.

Biz ciğerlerimizi veriyoruz, kimse istemeden,

Veriyoruz ciğerlerimizin akını, karasını,

Körük istiyoruz sizden ve kükürtün yarısını...”

 

İşte Millî Direnme Ekonomisinin ruhu bu dizelerdedir: Devletin olağanüstü kararlılığı, toplum disiplini ve özverisi.

 

 

MİLLİ DİRENME EKONOMİSİ


Türkiye’nin önünde Savaş Ekonomisi var. Biz Vatan Partisi olarak “Millî Direnme Ekonomisi” diyoruz.

 

Millî Direnme Ekonomisi, virüs salgınının getirdiği tehditlere karşı kalkan olmak kadar, Üretim Devrimine geçiş döneminin de kalkanıdır.

 

Vatan Partisi, Milli Direnme Ekonomisini planlama çalışmalarına başlamaktadır.

 

 

KİTAP VE DERGİ

FİLM


CİNDERELLA MAN


Yönetmen Ron Howard, 1929 ekonomik bunalımında boksör James Braddock’un karısı ve çocuklarıyla çektiği sıkıntıları, baba sorumluluğunu, eşi ve çocuklarıyla paylaştığı acıları, umutları ve sevinçleri anlatıyor. Elinden sakatlanarak boksu bırakmak zorunda kalır, limanlarda ağır işler yaparak ekmek parasını çıkartır, fakir fukara fonundan yardım alarak ailesini ayakta tutmaya çalışır. Braddock, erdemli, dürüst, vicdanlı, namuslu boksördür. O, New Jersey’de Bergen mahallesinin gönlündeki, “Buldok Jimmy”dir. Ringe döner, halkın coşkulu desteğiyle küllerinden doğar. Film, zorluklarla savaşan erdemli insanın zaferini duygulu ve etkili sahnelerle işliyor. Yaşadığımız dayanışma günlerinin filmini internetten bulabilirsiniz.

***

 

Merhaba Kamuculuk-10: Ben severim omuzlarımı bir gün

 

Turgut Uyar’ın o dizeleri yarım yüzyıldır ezberimdedir. Bilincimin odağında, yüreğimin en sıcak köşesinde saklamışım o dizeleri:

 

“Ben severim omuzlarımı bir gün

Sırmaları apoletleri olmasa da

Ben severim omuzlarımı bir gün

Göçen bir maden direği altında”

 

 

TURGUT UYAR’IN OMUZLARI


Maden direğinin altına giren omuz sevilmez mi?

 

En güzel, en sevilen, en sağlam, en güvenilir omuzdur o.

 

Turgut Uyar’a bir selam yollasak, bizi duymayacak.

 

Ama işte O’nun göçen maden direği altındaki omuzları yanıbaşımızdadır. Milletlerin büyük aydınları böyledir işte, zor günlerde mezarlarından kalkarlar. Ayakları yalın, elleri çıplak, sırtlarında yensiz gömlek, dillerinde devrimci türkü maden direğini omuzlarlar.

 

Şimdi maden direğinin altına milletçe omuz veriyoruz.

 

Sevilmez mi bu elsever milletin omuzları.

 

Millî Dayanışma Kampanyasını sırtlayan omuz, Türkiye’nin maden direğini taşıyan omuzdur.

 

 

TÜRK MİLLETİNİN BÜYÜK GELENEĞİ


Türk milletinin en önemli üstünlüğü, maden direğine omuz vermesidir. Türk milleti, zor zamanda dayanışmacıdır, elindekini paylaşır, düşeni kaldırmak için koşar, yorulanın elinden tutar, yaralananı sırtına alır. Hastaya çorba götürür, elma götürür. Komşusu aç iken tok yatmaz. Türk milleti bu sağlam karakteri sayesinde yedi ateşten geçerek bugünlere geldi. 

 

Dayanışma, sadakadan farklıdır. Dayanışma, sadece olanı değil, olmayanı da paylaşma erdemdir. Kendimizden önce eşimizi dostumuzu, kavmimizi kardaşımızı, komşumuzu ve yerdeşimizi, bütün milletimizi ve insanlığı düşünmek, bizim namusumuzdur ve en büyük mutluluk kaynağımızdır. 

 

 

MİLLİ DAYANIŞMA KAMPANYASI


Millî Dayanışma Kampanyası, bu büyük geleneği ateşlemek içindir. 

 

Mesele para toplamak değil, mesele Türk milletinin dayanışma ruhunu canlandırmaktır. Çünkü zorlukları aşmak için, esas güç kaynağımız milletin fedakârlık ruhu ve dayanışmasıdır.

 

Bu nedenlerle Sayın Cumhurbaşkanımızın 31 Mart 2020 günü ilan ettiği Millî Dayanışma Kampanyasını millî görev saydık. Esasen Vatan Partisi olarak, virüs salgını üzerine 24 Mart 2020 günü açıkladığımız Kamucu Mücadele Programının 19. Maddesinde, Millî Dayanışma Kampanyası başlatmıştık. Teori Dergisinin şu anda bayilerde bulunan ve internet yoluyla da ulaşabileceğiniz Nisan 2020 sayısında, “Özel Çıkar Sistemi Çıkmazda, Kamulaştırma Kaçınılmaz” başlığı altında o programı bulacaksınız.

 

Milletimizi birleştireceğiz.

 

Devletimizin tarihten gelen örgütlenme ve direnç birikimini harekete geçireceğiz.

 

Millî Ordumuz ve Polisimizle birlikte emperyalizme karşı ön cephede göreve kararlılıkla devam ediyoruz.

 

Fitne ve fesada karşı Türk milletinin özgüveni ve gururuyla, emekçi sınıfların yapıcılığıyla, devrimci iyimserliğimizle, gerçeğe dayanan umutlarımızla mücadele edeceğiz. 

 

Halkımıza cesaret, özgüven ve umut taşıyacağız.

 

 

KİTAP

DERGİ

***

 

Merhaba Kamuculuk-11: Yoksula yorgan olmak için hayatını ortaya koyanlar

 

Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu ve Dilek Tahtalı'nın şehit düşmesinden beri, dilimde Sefil Selimî’nin o müthiş deyişi var:

 

Belki bir yoksula yorgan ederler

Çul yanmasın Sefil Selimî yansın.

 

Yoksula yorgan olmak için kendi hayatını ortaya koyanlar şehit değildir de nedir?

 

Sağlık çalışanlarımız, bugün halk sağlığı için ön cephede savaşıyorlar. Dr. Hikmet Çevik’in deyişiyle süngü hücumunda tehlikenin üzerine koşuyorlar.

 

 

EL YANMASIN SEFİL SELİMÎ YANSIN


Bu savaş, yalnız insanın vücut sağlığı için değildir, aynı zamanda ruh sağlığı içindir, erdemlilerin dünyası içindir. 

 

Özel çıkar mı, kamu çıkarı mı?

 

Prof. Cemil Taşçıoğlu, bu soruya hayatıyla yanıt verdi:

 

Her maharet mevcut eloğlu elde,

El yanmasın, Sefil Selimî yansın.

 

 

KUL YANMASIN SEFİL SELİMÎ YANSIN 


Ben mi, başkası mı?

Prof. Cemil Taşçıoğlu, bu soruya da hayat

ıyla yanıt verdi:

 

Hor görme Rahman’ın kudreti kulda,

Kul yanmasın, Sefil Selimî yansın.

 

 

DİL YANMASIN SEFİL SELİMÎ YANSIN


Ben mi toplum mu?

 

Cemil Taşçıoğlu’nun bu soruya yanıtı da Sefil Selimî erkânındandır:

 

Nefesler olmasa inler mi neyler?

Parmaklar olmasa el yalnız neyler?

Herkesi yan yana tatlı dil eyler,

Dil yanmasın, Sefil Selimî yansın.

 

 

TEL YANMASIN SEFİL SELİMÎ YANSIN 


Ben mi biz mi?

 

Cemil Taşçıoğlu’nun yanıtı sazın teli gibi ölümsüzdür:

 

Sazı birkaç tane tel inletiyor,

Tel yanmasın, Sefil Selimî yansın.

 

 

PUL YANMASIN SEFİL SELİMÎ YANSIN


Mutluluğumuzun kaynağı mal mülk peşinde koşmak mıdır, yoksa vatana millete hizmet mi?

 

Cemil Taşçıoğlu hocamızın yanıtı, bir yazmaya bir oyaya dizilmektir:

 

Yere atma tepelenir, ezilir,

Kıymeti zay olur, rengi bozulur.

Bir yazmaya, bir oyaya dizilir,


Pul yanmasın, Sefil Selimî yansın.

 

 

DAL YANMASIN SEFİL SELİMÎ YANSIN


Hekimin acı çeken hastasına duyduğu sorumluluk nasıl anlatılır?

 

Hekim ahlâkı nasıl tanımlanır? 

 

Cemil Taşçıoğlu, “kuşlar acı çekmesin” diye kendisini fedâ ederek o tanımı yapmıştır:

 

Ağaçlar dikilir bir orman olur,

Herkes bir ev yapar bir derman bulur.

Kuşlar acı çeker yuvasız kalır,

Dal yanmasın, Sefil Selimî yansın.

 

 

KIL YANMASIN SEFİL SELİMÎ YANSIN


Sıradan insanların hayatımızdaki yeri nedir?

 

Öğrencilerinden ve hastalarından öğreniyoruz. Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu, bizlere ayak takımının kılına halel getirmeyen erenlerin kültürünü emanet ederek gitti:

 

Baş ayağa bağlı, ayak da başa,

İncitme kimseyi, yaşa, hoş yaşa,

Çok güzel yakışır kipriğe, kaşa,

Kıl yanmasın, Sefil Selimî yansın.

 

 

YOL YANMASIN SEFİL SELİMÎ YANSIN


Ben mi, yol mu?

 

Prof. Cemil Taşçıoğlu, bir yol eri.

 

İster Yunus Emre’nin yolu deyin, ister Refik Saydam’ın, o yol Atatürk’ün yoludur:

 

Yolcuları menziline yetirir,

Hasreti hasrete karşı getirir.

Belki bir âşığı dosta götürür,

Yol yanmasın, Sefil Selimî yansın.

 

 

KİTAPLAR


Sefil Selimî, şiirlerini 26 Temmuz 2003 günü Şarkışla’nın Sarıkaya köyündeki “Aşık Hüseyin’i Anma Şenliği”nde, Ressam Süleyman Karakul’a bu satırlarla imzalamıştı: 

Türk şiirinin ulularından Hataî de, Sefil Selimî gibi “Çul Yanmasın” diyen erenlerdendir. Sefil Selimî’nin Çul Yanmasın şiirini ilk kez Nejat Birdoğan ağabeyimizden dinlemiştim. Toplantılarımızda yana yana okurdu ve hepimiz yana yana dinlerdik. Bana şiiri kendi eliyle yazıp vermişti.

FİLM


GLORY/ZAFER

 

Edward Zwick’in yönettiği bu film, Amerika İç Savaşı'nda Kuzey Ordusunda savaşan 2. Afrikalı-Amerika alayı olan 54. Massachusetts Piyade Alayının Siyah askerlerinin fedakârlık ve dayanışmasını çok etkili sinema diliyle anlatıyor. 

***

 

Merhaba Kamuculuk-12: Virüsle savaş ve üretim için tasarruf ve yatırım

 

“Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yayınladığı 10 maddelik Tekalif-i Milliye emirleriyle, milletimizin elinde bulunan silahtan cephaneye, giysiden yiyecek içeceğe, makineden binek hayvanlarına kadar savaşta ihtiyaç duyulan hemen her malzemenin belirli bir oranı talep edilmiştir. Milletimiz bu dayanışma çağrısına mecburiyetin ötesinde bir gönüllülükle iştirak ederek, kendisinin ve evlatlarının geleceği için varını yoğunu devletine vermekten çekinmemiştir. Kendi tarihlerini bilmeyenler, bugün devletimizin yürüttüğü yardım kampanyasını dahi sabote etmeye çalışarak milletten ne kadar uzak olduklarını bir kez daha göstermişlerdir."

 

“Atatürk, Sakarya Savaşı öncesinde çıkardığı Tekâlifi Milliye Kararlarıyla, iki öküzü olanın bir öküzünü alarak savaşı kazandı. Savaşta alınan bir öküz, insanlarımıza iki öküz olarak geri verildi. Oysa Türkiye, düşmanın eline geçse, bütün öküzler düşmanın olacaktı.”

 

“Tasarruf oranını kapsamlı devlet uygulamalarıyla kademeli olarak üç yıl içinde yüzde 25’e çıkarmak durumundayız. İşsizliğe son vermek, dış ödemeler açığını kapatmak, üretim ekonomisini kurmak için başka bir yol yok. Tasarrufun ve yatırımın artırılması için, her vatandaşın serveti ve geliri ile orantılı özveride bulunacağı sistemler oluşturulacaktır.”

 

Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan, 3 Nisan 2020 günü yaptığı konuşmada, tarihimizdeki Millî Dayanışma örneklerine değindi ve özellikle “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yayınladığı 10 maddelik Tekalif-i Milliye emirlerini” hatırlattı. Devamında şöyle diyordu:

 

“Bu emirle milletimizin elinde bulunan silahtan cephaneye, giysiden yiyecek içeceğe, makineden binek hayvanlarına kadar savaşta ihtiyaç duyulan hemen her malzemenin belirli bir oranı talep edilmiştir. Milletimiz bu dayanışma çağrısına mecburiyetin ötesinde bir gönüllülükle iştirak ederek, kendisinin ve evlatlarının geleceği için varını yoğunu devletine vermekten çekinmemiştir. Kendi tarihlerini bilmeyenler, bugün devletimizin yürüttüğü yardım kampanyasını dahi sabote etmeye çalışarak milletten ne kadar uzak olduklarını bir kez daha göstermişlerdir."

 

 

ÇÖZÜMÜN ESASI: İKİ ÖKÜZÜN BİRİ


Bu köşede iki gün önce Savaş Ekonomisi yazısında Mustafa Kemal Paşa’nın Millî Mükellefiyetler Kanunu’nu bir kez daha gündeme getirdik. Atatürk, çiftçinin elinden iki öküzün birini alıyordu. Savaş koşullarında çözüm, çiftçiye öküz vermek değil, elindeki öküzü almaktı. Savaş, ancak halkın fedakârlığıyla kazanılabilirdi. Savaşta canını veren halk, öküzünü de verecekti.

 

Niçin? Savaşı kazanmak ve ülke ekonomisini geliştirmek için! Cumhuriyet yönetimi bu anlayışla dışa borçlanarak kaynak yaratma dönemine son verdi. Millî kalkınmanın kaynağı halktan sağlandı. O kaynaklarla tarımı destekledi, sanayisini inşa edebildi, dış ticarette fazla veren bir ülke oldu.

 

1930’larda Türkiye on yıl boyunca dünyanın en hızlı gelişen iki ekonomisinden biri haline geldi. Bu başarının sırrı, halkın fedakârlığını örgütlemekti, başka deyişle halkın kaynaklarını halk için kullanmak ve plan yapmaktı.

 

 

GÜNÜMÜZDE İKİ ÇÖZÜM ÖNERİSİ: DAĞITMAK MI TOPLAMAK MI


Bugün Türkiye’nin borç batağındaki ekonomik krizine bir de Koronavirüs salgını eklendi. İki çözüm öneriliyor.

 

Bir çözümü dağıtmak diye özetleyebiliriz. “Muhalefet” olduklarını söyleyen CHP, İYİ Parti, HDP ve Saadet Patisi gibi partiler, yarışa girdiler. Bol keseden dağıtalım kampanyası yürütüyorlar. Muhalefetçiliği, çıkmazlarda çırpınmak olarak anlıyorlar. Halkla birleşemiyorlar, halk dalkavukluğu yapıyorlar.

 

 

DAĞITICILARIN ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ


Peki elde olan ve olmayan kaynakları dağıttığınız zaman, yatırım ve üretim için nereden kaynak bulacaksınız?

 

Sırtlarında yumurta küfesi olmadığı için, bu sorunun yanıtı yok.

 

Dağıtalım diyenlerin ellerinde dağıtacakları bir kaynak yok. Dışarıya borçlanarak iflas etmiş programı sürdürmeyi öneriyorlar. Borç çıkmazında debelenelim diyorlar.


Bugün Türkiye, hem Koronavirüsle savaşabilmek hem de Üretim Ekonomisi inşa etmek için tasarruf yapmak, başka deyişle yatırım yapmak durumundadır. O nedenle zaman, Atatürk’ün milletin kaynaklarıyla çözüm anlayışını ayağa kaldırma zamanıdır.

 

 

BİRİCİK SEÇENEK: TASARRUF VE YATIRIM


Çözüm, tasarrufu, dolayısıyla yatırımı artırmaktadır.

 

Vatan Partisi, Üretim Devrimi Programı’nın “Yatırım için tasarruf” başlıklı 3. Maddesiyle, Atatürk’ün Millî Mükellefiyetler Kanunu’ndaki çözümü bugüne taşıyor:

 

“Atatürk, Sakarya Savaşı öncesinde çıkardığı Tekâlifi Milliye Kararlarıyla, iki öküzü olanın bir öküzünü alarak savaşı kazandı. O sayede 1925 yılında Âşar Vergisini kaldırarak köylüye bir anlamda ikişer öküz vermiş oldu. Savaşı kazanmak için alınan bir öküz, insanlarımıza iki öküz olarak geri verildi. Oysa Türkiye, düşmanın eline geçse, bütün öküzler düşmanın olacaktı.

 

“Köylü, gelecek yıl üretebilmek için nasıl ürettiği ürünün içinden tohumluk ayırıyorsa, ülkeler de ürettiği değerin bir bölümünü yatırıma ayırmak durumundadır. Türkiye’nin önünde üretilenleri dağıtmak ile yatırıma yöneltip iş sahası açmak seçenekleri vardır. Türkiye büyük sarsıntılardan çıkmak için, tasarruf oranını artırmak ve yatırıma yönelmek zorundadır. 1990’lı yıllarda ve 2000’lerin başında yüzde 21 olan tasarruf oranı, 2019 yılında yüzde 13’e düşmüş bulunuyor.

 

“Tasarruf oranını kapsamlı devlet uygulamalarıyla kademeli olarak üç yıl içinde yüzde 25’e çıkarmak durumundayız. İşsizliğe son vermenin, dış ödemeler açığını kapatmanın, üretim ekonomisini kurmanın başka bir yolu bulunmuyor. Tasarrufun ve yatırımın artırılmasında, her vatandaşın serveti ve geliri ile orantılı özveride bulunacağı sistemler oluşturulacaktır.” (Doğu Perinçek, Üretim Devrimi, s.39 vd.)

 

 

EKMEK TEKNESİNİ KORUMAK VE GELİŞTİRMEK


Koronavirüsün dayattığı sağlık sorunlarını karşılamak için, kaynak yaratmak durumundayız.

 

İflasları önlemek, üretim çarkını çevirmek için kaynak bulmak zorundayız.

 

Ekmek teknesini korumak ve geliştirmek için, tasarruf oranını yükseltmek, yani kaynakları kamu kaynağına çevirmek zorundayız.

 

İşsizliğe son vermek, daha çok insanı üretim sürecine sokmak için kamu kaynaklarını büyütmek zorundayız.

 

Dünyanın bütün ekonomik kalkınmaları, en sonunda emekçinin ürettiği değerlerden tasarruf edilerek gerçekleştirilmiştir. Dış kaynak, en konunda emekçinin sırtına faiziyle birlikte yüklenir. O devir arkada kaldı.

 

Bir ülkenin kaynakları, son tahlilde emekçinin ürettiği değerlerdir. O değerlerin bugün yüzde 25’ini yatırıma ayırmazsak, ne Koronavirüsün hakkından gelebiliriz, ne de ülke ekonomisini kurtarabiliriz. Ekonomi politiğin matematiğinden anlayanlar için başka çözüm yoktur.

 

 

TEKALİFİ MİLLİYE EMİRLERİ


1. Her ilçede bir tane Tekâlif-i Milliye Komisyonu kurulacak.


2. Halk, elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde orduya teslim edecek.


3. Her aile bir askeri giydirecek.


4. Yiyecek ve giyecek maddelerinin %40'ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.


5. Ticaret adamlarının elindeki her türlü giyim eşyasının %40'ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.


6. Her türlü makineli aracın %40'ına el konacak.


7. Halkın elindeki binek hayvanlarının ve taşıt araçlarının %20'sine el konacak.


8. Sahipsiz bütün mallara el konacak.


9. Tüm demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi iş sahipleri ordunun emrinde çalışacak.


10. Halkın elindeki araçlar bir defa olmak üzere 100 km'lik mesafeye ücretsiz askeri ulaşım sağlayacak.

***

 

Merhaba Kamuculuk-13: Kaynakları kullanma kılavuzu: Millî Direnme Ekonomisi

 

Gıda güvenliğini sağlamak, halka etkin sağlık hizmeti vermek ve Ekmek teknesini korumak için, elbette kamunun yeni kaynaklara ihtiyacı var. Kamu kaynağı tasarrufla sağlanır. Diğer bir olanak da borçlanmadır. 

 


DAHA ÇOK KAYNAK YARATMA VE ÖNCELİKLERE GÖRE KULLANMA ZAMANI


Tasarruf denince bireysel tasarruflar anlaşılıyor. Burada söz konusu olan, millî üretimden kamu kararlarıyla ayrılan paydır. Bu pay, 2019 yılında yüzde 13’e kadar düşmüştü. Üç yıl içinde yüzde 25’e çıkartmalıyız. Bugün üretim çarkını çevirmek ve kamu hizmetini yürütmek için, kaynakları saçma zamanı değil, daha çok kaynak toplama ve önceliklere göre yerinde kullanma zamanı. 

 


TASARRUF EŞİTTİR YATIRIM


Keynes çok iyi açıklamıştı: Tasarruf eşittir yatırımdır. Şöyle de söylenebilir: Tasarruf en sonunda yatırıma eşitlenir. Bunun açıklamasını önümüzdeki günlerde yapacağız.

 

Kamu yönetimi, vergi yoluyla, ücret ve aylık siyasetiyle, malî uygulamalarla zorunlu tasarrufu sağlar. Para basma da, bir tür vergilendirme olduğu için, etkin tasarruf ve yatırım kaynağıdır. Kamu iktisadî kuruluşlarının elde ettiği kârlar ise, ekonominin işleyişi içinde kazanılan tasarruftur.   

 


MİLLİ DİRENME EKONOMİSİNİN BELİRLEDİĞİ ÖNCELİKLER


Virüs salgınıyla birlikte kamu kaynaklarını nasıl kullanacağız sorusuna verilecek yanıt değişti. Aslında Türkiye, borçlanma ekonomisi yürümediği için, bu soruyla çoktan karşı karşıya gelmişti. Vatan Partisi, bu sürecin varacağı yeri çok önceden gördü ve Millî Direnme Ekonomisi Programını hazırladı. 

 

Millî Direnme Ekonomisi, bir geçiş ekonomisidir. Stratejik çözüm olan Üretim Devriminin geçiş döneminde bir kalkana gerek var. O kalkan, Millî Direnme Ekonomisi’dir. Şimdi virüs belâsının getirdiği ekonomik sorunlara karşı o kalkana duyduğumuz gerek daha da ciddileşmiş bulunuyor. Daha yerinde bir deyişle, virüs salgını, o programı dayatmıştır. 

 


ARTAN TASARUFA KAMUCU YÖNLENDİRME


Millî Direnme Ekonomisi, bir yönüyle yeni koşulların gereği olarak kaynakların büyütülmesini, yani tasarrufun artırılmasını içerir. Bunun kadar önemli olan, o kaynakların hangi yönlendiricilere göre tahsis edileceğidir. 

 

Nereye nasıl harcayacağınıza gelişi güzel karar veremezsiniz. Devlet yönetimi, kaynakların kullanılmasında önceliklerin belirlenmesini gerektirir. 

 


VATAN PARTİSİ’NİN DEVLET SORUMLULUĞU


Vatan Partisi işte o devlet sorumluluğunu bugünden taşıdığı için, yönlendiricileri yıllarca önce belirledi. Türkiye’nin Millî Direnme Ekonomisi dönemine gireceğini görüyorduk. O nedenle daha 2005 yılında programını hazırladık ve 2006 yılı sonundaki 7. Genel Kurultayımızda kabul ettik. Önümüzdeki Soner Polat Kurultayımıza yeniden sunduk.

 


BİR TÜR SAVAŞ EKONOMİSİ


Millî Direnme Ekonomisi, bir tür Savaş Ekonomisidir. Koronavirüs salgınına karşı mücadele de, bir tür savaş. Vatan Partisi’nin programı yakıcı olarak gündeme geldi ve kamu kılavuzu oldu.

 

Üretim Devrimi kitabında Millî Direnme Ekonomisinin öncelikleri şöyle saptanıyor: 

 

1. Gıda güvenliği.

2. Güvenliğin güvenliği.
3. Sağlığın güvenliği.

4. Eğitimin güvenliği.

 


SALGINDAN SONRAKİ ÖNCELİKLER


1.Gıda güvenliği: Koronavirüs salgınından sonra Gıda Güvenliği birinci önceliğini korumaktadır. 85 milyon vatandaşımızı ayakta tutmak, her işin başıdır. O nedenle kamu kaynaklarının kullanılmasında, gıda üretimini güçlendirmek, tarım üretimini desteklemek, gıda sanayisini ihtiyaca yeterli kılmak, üretilen gıdanın bütün ülkeye ve her haneye ulaşımını güvence altına almak gerekiyor.

 

2.Sağlık güvenliği: Koronavirüs salgınıyla birlikte Sağlığın Güvenliği ikinci öncelik oldu. Suriye’de barışın sağlanması ve salgından sonra Doğu Akdeniz’deki tehdidin sıcaklığını kaybetmesi de Halk Sağlığını öne çıkardı. Kaldı ki Türk Ordusunun savaş yeteneği artık Mehmetçiğin sağlığıyla ölçülmektedir. Sağlık alanında sağlık hizmetlerinin kapsamını güçlendirmek yanında niteliğini geliştirmek için yatırım ve üretim önem kazandı. Koronavirüs, yeni sağlık hizmetlerini ve yatırımlarını dayattı. Bununla birlikte halkın sağlık eğitimi ve araştırmalar da öncelik kazandı.

 

3.Güvenliğin güvenliği: Doğu Akdeniz’deki tehdidi oluşturan ABD + İsrail + Yunanistan + Fransa ittifakı perişan durumda, süngüleri düştü. Öte yandan Suriye’de gerginlikler duruldu. Bunlara karşın “Su uyur, düşman uyumaz”. Millî savunma ve millî güvenlik görevi, orta vade ve uzun vadede hazır olmamızı gerektiren yatırımları ve üretimi zorunlu kılıyor. Türkiye’nin Millî Savunma Sanayisini inşa çalışmaları, özellikle Deniz Kuvvetlerimizi güçlendirmek için sürdürülecektir. 

 

4.Millî Eğitimin güvenliği: Koronavirüs koşullarında, Millî Eğitim hizmeti yeni ihtiyaçlarla karşılaştı. Bu sorunların üstesinden gelmek için, hem eğitici kadro kaynaklarımızı zenginleştirmek, hem de yeni yatırımlara yönelmemiz gerekiyor. 

 

Okuyucularımıza geniş bilgi için, Teori dergisinin ve Bilim ve Ütopya dergisinin halen bayilerde bulunan son Nisan sayılarını incelemelerini hararetle öneriyoruz. Dergilere, bayiden almak yanında, internet yoluyla da erişilebilirsiniz. Bilim ve Ütopya’nın Nisan 2020 tarihli 310. Sayısı bayilerin yanı sıra magaza.bilimveutopya.com.tr adresinden temin edilebilir. Derginin internet mağazasından hem basılı dergiye, hem de e-dergiye ulaşmak ve abone olmak mümkün. 

 

Üretim Devrimi kitabı ise, sıradan vatandaştan kamu yöneticilerine kadar hepimizin el kitabı değerindedir.

 


DERGİLER VE KİTAPLAR

FİLM


Bu akşam saat 20.00’de TRT-1’de Ya İstiklal Ya Ölüm var. Mustafa Kemal Paşa’dan strateji ve siyaset dersleri yanında heyecan bu filmde.

***

 

Merhaba Kamuculuk-14: Ekmek teknesi için para basmak

 

Vatan Partisi’nin Üretim Devrimi Programı’nın 18. Maddesi bugün Türkiye’nin parasal çözümü oldu:

 

“Şu anda Merkez Bankası ekonomiye karşılık gelen banknotun sadece yüzde 15’ini basmaktadır. Merkez Bankası, Türkiye Devletinin emriyle iç piyasadaki para dolaşımının bütününü karşılayan para basımında bulunacaktır. Özel bankaların kaydî para üreterek elde ettikleri senyoraj geliri kamu gelirine dönüştürülecektir.” (Doğu Perinçek, Üretim Devrimi, Kaynak Yayınları, Birinci basım, İstanbul, Aralık 2019, s.48.)

 

 

IMF’NİN ÖCÜLERİNDEN ARTIK KORKMUYORUZ


Türkiye dara düşünce, cesaretimiz de yerine geldi. IMF’nin öcüleri artık kimseyi korkutmuyor. Herkes, Vatan Partisi’nin çözümüne geldi. 

 

Küresel merkezler, “sıkı para politikası” başlığı altında kendi paramızı basma egemenliğimizi bile elimizden almışlardı. Dayatmalarının amacı biliniyor: Türk Lirasını çarşılarımızdan kovalım, piyasalarımızda Dolar ve Avro dolaştıralım. Böylece ABD ve Avrupa’ya haraç ödeyelim.

 

 

TASARRUF VE YATIRIM YÖNTEMİ


Para basma, Millî Direnme Ekonomisinin gereği olarak gündeme geldi. Bununla birlikte aynı zamanda bir tasarruf ve yatırım yöntemidir. Bu yöntemle millî üretimin bir kesimi kamu kaynağına dönüştürülmüş oluyor. Başka deyişle vergi toplanmış oluyor.

 

Kamu kaynaklarını büyütmenin başka yolları da kuşkusuz akıllara geliyor. Toplum içinde devlet yönetiminin lüks ve savurganlığına karşı tepkiler büyüyor ve haklı talepler yükseliyor. Milletten fedakârlık istenirken, devlet yöneticilerinin örnek olması talep ediliyor. Vatan Partisi’nin Üretim Devimi Programı’nın 4. Maddesi de “Devlet görevlilerinin sâde yaşamasını, gösteriş ve israfa son verilmesini” öngörüyor. Evet bu yoldan elde edilecek kaynak vardır ama çok sınırlıdır. Devlet yöneticilerinin halkın zorluklarını paylaşması ülkede dayanışma ruhunu güçlendirmek için şarttır. 

 

 

MİLLİ DİRENME EKONOMİSİ VE EKMEK TEKNESİ


Para basmaya gelince, günümüz koşullarında kaynak yaratmak açısından etkin bir önlem olduğu artık kabul görmüştür. Mesele basılan paranın ekmek teknesini korumak için kullanılmasıdır. Eğer bu yoldan bütün milletten topladığınız vergiyi, her eve bin liralık gıda çeki olarak dağıtırsanız, halkı aldatmaktan başka bir iş yapmamış olursunuz. 

 

Elbette bugün karşılaştığımız koşullarda, devlet geçim derdi olan vatandaşlarımızın yardımına koşacak. Ama her ev geçim derdi içinde değil. Her eve dağıttığınız zaman, eşitlik olmuyor, tersine eşitliği bozuyorsunuz. 

 

Türk siyasetinin artık şu sadaka dağıtma anlayışından kurtulması gerekiyor. Kamu kaynaklarının yerinde kullanılması için, bugün Millî Direnme Ekonomisinin önceliklerinin uygulanması gerekiyor. Gıda Güvenliğini, Sağlıkta Güvenliği, Millî Savunmanın Güvenliğini ve Eğitimde Güvenliği sağlamak için, öncelikle ciddî yatırımlara gerek var. 

 

Ekmek teknesi, ülkenin Üretim Çarkıdır. Bugün sadaka dağıtarak alacağınız mesafe sınırlıdır. Ama üretim çarkını çevirirsek, iflaslardan kurtuluruz, işten çıkartmaları önleriz, ücretsiz izinlere engel oluruz, daha önemlisi üretimi sürdürerek toplumun ekonomik ihtiyaçlarını karşılar ve ahlâkı ayakta tutarız. 

 

 

ÜRETİMİ SÜRDÜRMEK İÇİN KAMULAŞTIRMA


Para basarak toplanan vergilerin kullanılmasında, iflas eden işletmelerin kamulaştırılmasına öncelik verilmelidir. Böylece istihdamı korumuş ve üretimi sürdürmüş oluruz. 

 

Hele Koronavirüs salgınından sonra daha da ağırlaşan ekonomik kriz koşullarında, iflas eden ve iflas tehdidiyle karşı karşıya gelen işletmelerin sayısı ürkütücü boyutlardadır. Bu durumda üretim çarkının işlemesi ve Türkiye’nin ekmek teknesinin korunması, ekonominin birinci sorunudur. Vatan Partisi’nin Üretim Devrimi Programının 10. Maddesinde düzenlediği “İflas Eden İşletmelerin İstihdamı Korumak ve Üretimi Sürdürmek Amacıyla Kamulaştırılması” gerekiyor. Öbür gün bu konuyu işleyeceğiz.

 

 

KİTAP

FİLM


Emir Custrica’nın bütün filmleri birer sinema şaheseri. Ancak Koronavirüsle savaş koşullarında hem vatanseverlik duygularımızı ateşlemek hem de neşemizi bulmak için Underground filmi.

***

 

Merhaba Kamuculuk-15: Merhaba Polat

 

Polat Yılı’nın ilk Polat’ı geldi.

İlk Reyhan da yolda.

Polat Şen’e merhaba diyoruz.

Pelin ve Tugay Şen’i kutluyoruz.

 

 

ÇELİK YILI 


Bu köşede 2019 yılının son gününde, 2020 yılını “Polat Yılı” ilan etmiştik. Günümüz Türkçesiyle Çelik Yılı. Gerekçesini de açıklamıştık:

 

Sorunlarımızı demirle ve çelikle çözüyoruz.

 

Türk askeri ve Polisinin silahı da, yüreği de çeliktendir.

 

Türk milletinin ciğeri de, kararı da çeliktendir.

 

Tezgâha konan Altay Tankı çeliktendir.

 

Denize indirdiğimiz denizaltılar, muhripler çeliktendir.

 

Mavi Vatanımızı kollayan donanmamız çeliktendir.

 

Yolunu gözlediğimiz Türk arabası çelikten olacak.

 

Soner Polat komutanımız da, adı gibi çeliktendi.

 

Türk milletine zor günlerde çelikleşme mirasını bıraktı

 

2020’de doğan çocuklarımız çelikten ve ipekten olsun!

 

Biz Demirci milletiz! Tarihî kaynaklar, Göktürklerden “Demirciler” diye söz eder. Atatürk, son büyük demircimizdi. Şimdi yine Demircilerin zamanı gelmiştir.

 

2020’ler, Türkiye’nin Çelik Yıllarıdır, demiri dövme, demire suyu verme, çelikleşme yıllarıdır. Yanan kömür, kızan demir, örse çekiç vuran biziz!

 

2020 yılında doğan erkeklerimizin adı Polat olsun!

 

Doğacak kızlarımızın adı Reyhan olsun. İpek Yolunu reyhan kokularıyla işlesinler, güzelleştirsinler. Sevgili dostumuz  Reyhan Bilaloğlu  gibi zarif olsunlar, erenlerden olsunlar! (Rota,  Aydınlık, 31 Aralık 2019)

 

 

ŞANSSIZ VİRÜS


Koronavirüs’ün hiç şansı yokmuş. Çelik Yılında geldi.

 

Şule Perinçek bu sabah söylüyordu: Türkiye olarak biz şanslıyız. Hazırlıksız değiliz. Bu altüst oluşlardan çıkış için yıllardır olgunlaştırdığımız Programımız var, Millî Devletimiz var, Demirci soyundan Tük milletimiz var, çalışkan emekçilerimiz var, hünerli girişimcilerimiz var, Partimiz var, tecrübeli kadrolarımız var, Türkiye’nin geleceğini sigortaladığımız gençliğimiz var ve şimdi Polatımız da var.

 

Çocuk, umut demektir.

 

Çocuk özgüven demektir.

 

Polat’la aynı gemideyiz!

 

Polatlarla Reyhanlarla umutluyuz, güvenliyiz.

 

 

ÇELİK YILI KONUŞMASI


Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın dün yaptığı konuşma, Çelik Yılı konuşmasıydı, tarihsel yönelişi yansıttı. Türkiye, bu zorluklardan Üretim ve İstihdam odaklı ekonomiyle çıkacak. Sanayinin çarkı çevrilecek. Ekmek teknesi korunacak ve geliştirilecek. Her karış toprağımız ekilecek, biçilecek. Gıda güvenliği ve Sağlığın güvenliği önceliklerimizi oluşturuyor. “Başka insanların ve ülkelerin sırtından sahte refah düzeni kuranların devri atık kapanıyor!”

 

Vatan Partisi’nin Üretim Devrimi Programı, Türkiye’nin biricik çözümüdür.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın zorlukları Devletimizin ve Milletimizin gücüyle ve kaynaklarıyla aşmak için çelikten iradesi ve devrimci çözümleri en büyük esin kaynağımızdır. TRT 1’in  Ya İstiklâl Ya Ölüm  dizisi bu büyük milletin demirci geleneğini ayağa kaldırıyor.

 

İmparatorluk kültürümüz, özgüvenimizi ve örgütlenme yeteneğimizi besliyor.

 

Türkiye, bu süreçten büyük kararla, büyük çözümle çıkacaktır.

 

Polatlarımıza Reyhanlarımıza büyük görevler var.

 

Türkiye’nin geleceği güvence altındadır.

 

 

KİTAP

FİLM


Chiwetel Ejiofor’un yönettiği ve aynı zamanda oynadığı “The Boy Who Harnessed the Wind” (Rüzgârı Dizginleyen Çocuk), olağanüstü bir film. Mutlaka izleyiniz. Bizim Polat da o çocuk gibi, arkadaşlarıyla birlikte umutla direnecek ve en sonunda rüzgârı denetim altına alarak toplumu kurtaracak.

***

 

Merhaba Kamuculuk-16: Üretimi ve istihdamı sürdürmek için kamulaştırma

 

Hele koronavirüs salgınından sonra daha da ağırlaşan ekonomik kriz koşullarında, iflas eden ve iflas tehdidiyle karşı karşıya gelen işletmelerin sayısı ciddî boyutlardadır. Bu durumda üretim çarkının işlemesi ve Türkiye’nin ekmek teknesinin korunması, ekonominin birinci sorunudur.

 

Vatan Partisi’nin Üretim Devrimi Programının 10. Maddesinde düzenlediği “İflas Eden İşletmelerin İstihdamı Korumak ve Üretimi Sürdürmek Amacıyla Kamulaştırılması” artık biricik çözümdür (Bkz. Doğu Perinçek, Üretim Devrimi, Kaynak Yayınları, Birinci basım, İstanbul, Aralık 2019, s.42 vd).

 

 

EKMEK TEKNESİ İÇİN


Sadaka odaklı çözümleri savunan Atlantikçi muhalefet, işten atılanlara ve ücretsiz izine çıkarılanlara tazminat sağlayarak emekçiden yana olmak iddiasında. Vatan Partisi ise, Ekmek Teknesini koruyacak bir programı Türkiye’nin önüne koymaktadır. Hazırladığımız yasa tasarısında kamulaştırmanın amacı şöyle belirlenmektedir:

 

İşten çıkartmaları önlemek, çalışanları korumak,
 

Üretimi sürdürmek,
 

Kamu mülkiyetini güçlendirerek ve işçinin yönetime katılmasını sağlayarak verimliliği artırmak,
 

İşçilerin işletme mülkiyetinden pay edinmesi ve iş güvencesine kavuşması sayesinde, işletmenin verimli çalışması için sorumluluk üstlenmesini sağlamak,
 

Ekonomik krizin yüklerini ve krizden çıkışla elde edilecek kazanımları milletçe paylaşmak

amacıyla kamulaştırma zorunludur.

 

 

UYGULAMA ALANI


Kamulaştırmanın uygulama alanı 300’den fazla işçi ve memur çalıştıran ya da yıllık cirosu 100 milyon Türk Lirasını geçen Ticaret Kanununa bağlı şirketlerdir.

 

Kamulaştırma için, işletmenin Ticaret Mahkemesi hükmüyle iflasına karar verilmiş olması gerekir.

 

 

KARAR VE UYGULAMA MAKAMI


İşletme, Bakanlar Kurulu kararıyla kamulaştırılır ve kamulaştırma Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle ilan edilir.

 

İşletme, kamulaştırmayla birlikte Kamu İktisadi Teşekküllerinin (KİT) hukuki statüsüne girer.

 

 

KARMA MÜLKİYET


Kamulaştırılan işletmenin mülkiyetinin

 

Yüzde 51’i kamu mülkiyetine geçirilir.
 

Yüzde 44’ü iflasa hükmedildiği gün işletmede çalışan işçi ve memurlar arasında ücretleriyle orantılı olarak, karşılık alınmadan pay edilir. Bu paylar satılamaz ve devredilemez. Beş yıl içinde işletmeden ayrılan emekçinin payı, işletmede çalışan emekçiler arasında paylaştırılır. Ölüm halinde Miras Hukuku hükümleri geçerlidir.
 

Yüzde 5’i işletmenin iflas tarihindeki sahibine verilir ya da sahipleri arasında özel mülkiyet paylarına göre paylaştırılır. Böylece ceketini alıp gitmek durumunda kalan özel sermaye sahipleri, üretim sürecinde tutulur.
 

Mülkiyetin kamu, emekçiler ve şirket sahipleri arasında paylaştırma oranları, özel durumlarda Ekmek Teknesini Geliştirme amacına göre düzenlenir.
 


BİRLİKTE YÖNETİM


İşletmenin mülkiyetine ortak olan işçi ve memurlar, Yönetim Kuruluna ve diğer yönetim organlarına aralarından seçecekleri temsilciler aracılığıyla katılırlar. İşletmenin yeni mülkiyetinde pay sahibi olan özel mülk sahibi ya da sahipleri, yönetim ve denetim organlarına uygun sayıda üyeyle katılır.

 

 

İŞLETMENİN BORÇLARI


İşletme borçlarına ilişkin olarak, özel mülk sahiplerinin sorumluluğu İflas Hukuku hükümlerine göre devam eder.

 

İşletmenin kamu borçları üretimin sürdürülmesi açısından uygun süre ertelenir.

 

İşletmenin özel kurumlara ve kişilere borçlarının ödenmesi, işletme kaynaklarının yetersizliği durumunda devletin güvencesi altındadır. Devlet, bu borçların ödenmesini üretimi sürdürme ve istihdamı koruma amacına göre planlar ve uygular.

 

 

KİTAP

FİLM:


Yönetmen King Vidor’un Our Daily Bread (Günlük Ekmeğimiz) filmi. Türkçe adı “Ekmek Kavgası” diye belirlenen bu filmde, Büyük Bunalım döneminde işçiler sorunlarını bir tarım kolektifi kurarak çözüyorlar. İnternette bulabilirsiniz.

***

 

Merhaba Kamuculuk-17: Sokağa çıkma yasağı kimin politikası

 

İnternette ekmek pişirebilir misiniz?

 

İnternete buğday ekebilir, domates biber yetiştirebilir misiniz?

 

İnternette davar ve sığır otlatabilir misiniz?

 

İnternette maske, kolonya, solunum cihazı, ilaç, un, şeker, yağ, elektrik, mermi, tüfek, tank üretebilir misiniz?

 

İnternette su taşıyabilir, çöp toplayabilir misiniz, kamyon ve trenle mal taşıyabilir misiniz?

 

İnternette hasta tedavi edebilir, saç tıraşı yapabilir, elbise dikebilir, musluk tamir edebilir misiniz?

 

Tamam anlaşıldı, internet çağına geçmiş haberleşme, iletişim gibi kimi hizmetler var ama hizmetlerin çoğu ve üretim internette yapılamıyor.

 

 

KİMİN TALEBİ


Sokağa Çıkma Yasağı, halkın, üreticilerin, genel olarak çalışanların talebi değil.

 

İnternetten işlem yapan küresel para babaları “Dijital Çağa” geçmiş olabilirler ama insanlığa Dijitalde hayat yok.

 

Sokağa Çıkma Yasağını savunanların sırtlarında yumurta küfesi yok. Gıda güvenliği ve sağlık güvenliği nasıl sağlanacak, üretim nasıl sürecek, halkın temel hizmetleri nasıl görülecek, üretmekten vazgeçen bir ülke bir süre sonra vergiyi kimden toplayacak, kamu hizmetini hangi kaynaktan karşılayacak, ücretleri ve aylıkları nasıl ödeyecek, böyle bir sorunları bulunmadığı görülüyor.

 

 

HANGİ PLAN


Ama dolduruşa gelenler bir yana sokağa çıkma yasağını ısrarla gündeme getirenlerin Türkiye’yi kargaşalıklara sürüklemek gibi bir planın içinde oldukları açık.

 

Bugünün koşullarında “Evde Kal ve Mesafeyi Koru” uygulaması, Virüs Salgınına karşı mücadelede en doğru çözümdür.

 

 

NİÇİN DİSİPLİN


Toplum ve emekçi sağlığını koruyarak üretimi sürdürmek için, zorunlu önlemleri disiplinle uygulamak gerekiyor. Emekçilerin işyerlerine götürülmesinde, işyerlerindeki çalışma koşullarının ve yemekhanelerin vb düzenlenmesinde virüsün bulaşmasına olanak tanımayacak kurallar özenle uygulanmalı ve emekçiler eğitilmelidir. Burada sorumluluk, yasalara göre en başta işverenindir ve elbette kamu makamlarınındır.

 

Koşullar dayatırsa, Türk-İş Konfederasyonu Başkanımız Ergün Atalay’ın önediği gibi 15 günlük bir sokağa çıkma yasağı konabilir. Böylece 14 günlük bulaşı süresi geçirildikten sonra üretim ve hizmetler daha sağlıklı koşullarda yürütülebilir.

 

 

KİTAP

FİLM


Charlie Chaplin’in Modern Times (Modern Zamanlar) adlı ünlü komedisi, insanlığın makineleşmeyle birlikte karşılaştığı sorunları çok akıcı ve düşündürücü bir dille anlatıyor.

***

 

Merhaba Kamuculuk-18: Ücretlere zam mı işsize iş mi

 

Bugün Türkiye, elindeki kaynakları nereye kullanacağına karar verirken, iki seçenekle karşı karşıyadır.

 

Bir seçenek, işçi ücretlerine ve memur aylıklarına zam yapmaktır ve sadaka fonlarını büyütmektir.

 

Doğru seçenek ise, yatırım yapmak, fabrika açmak ve tarımı desteklemek, başka deyişle işsiz kitlesini üretim süreçlerine sokmak, böylece üretimi büyütmek ve ülke çapında refahı artırabileceğimiz kaynakları büyütmektir.

 

Seçenekleri sadeleştirirsek, basit olarak şöyle ifade etmek de olanaklıdır:

 

İşçi ve memura zam mı
 

İşsize iş mi.
 


ÜCRETLERE ZAM MI YATIRIM MI


Her ikisini de yapalım diyenlerimiz olacaktır. Ne güzel olur, ancak elimizdeki kaynakları işçi ve memur zammı için kullanırsak, yatırımdan o oranda vazgeçmemiz gerekir. 

 

Sanayi ve tarımda yatırıma ayırdığımız kaynakları büyütürsek, işsizlere iş buluruz, ama bu kez de ücret ve aylık zamlarından belli oranda vazgeçmemiz gerekir.

 

 

DEVLET YÖNETİMİNDE LÜKSE SON


Yatırım için devlet yönetiminde israfa ve devlet yöneticilerinin lüksüne ayrılan kaynakların değerlendirilmesine kimse itiraz edemiyor. Eninde sonunda bu yönde kararlar gündeme gelecektir. Bunu tartışmıyoruz. Çünkü bu yoldan elde edilecek kaynaklar sınırlıdır. Ama ülkede devlet yöneticileri ile halk arasında kader birliği ve güven ortam yaratmak için önemlidir.

 

 

TASARUFTA DEVLETİN BELİRLEYİCİLİĞİ


Bilindiği gibi ülkenin yıllık gelirinin tüketilmeyen kesimine tasarruf diyoruz. Bu tasarruf sözcüğünü vatandaşların bireysel tutumluluğu ile karıştıranlarımız çıkıyor. Vatandaşların ve tek tek işletmelerin bireysel tasarrufları da en sonunda kuşkusuz toplam tasarrufa dahil olur. Ancak toplam tasarrufu asıl belirleyen, devlet siyasetleridir. Devletin vergi, para, faiz, ücret, maaş, kredi, toplumsal yardım siyasetleri, en sonunda tasarruf oranını, dolayısıyla yatırım oranını da belirler. Devlet bu siyasetlerle yalnız kamu yatırımlarını değil, özel sektör yatırımlarını da kararlaşırmış olur. 

 

 

HALK AVCILIĞI MI HALKÇILIK MI


Burada “Popülist” denen Halk Avcısı siyaset ile geleceği güvence altına alacak Halkçı siyaset karşı kaşıya gelir. Koronavirüs salgınından sonra bütün dünyada Popülist siyasetin devrinin kapandığı vurgulanıyor. Ama Türkiye’de görüyoruz: CHP, HDP/PKK, İyi Parti, Abdullah Gül, Babacan, Davutoğlu, ve Saadet Partisi’nin oluşturduğu ittifak, halka bol keseden dağıtma yarışında. Dağıttıkları oranda işsizlik yaratacakları üzerinde durulmuyor. Muhalefet görevi, sorumsuzlukla ve geleceğe boş vermekle karıştırılıyor.

 

 

ZOR DÖNEMİN KARARLARI


Vatan Partisi’nin bugünkü önceliği ise, Üretimdir, başka deyişle Emek Seferberliğidir. 
 
Üretmek için, yatırım yapmak, daha büyük bir emek gücünü üretim süreçlerine sokmak durumundayız. İşsize sanayide, tarımda ve hizmetlerde iş bulmak, yalnızca işsizin iyiliğine değildir, toplumun yararınadır. Sosyal yardımları artırmak da üretimi artırmaya bağlıdır. Çünkü yatırım sayesinde üretilenleri artırıyoruz ve dolayısıyla topluma paylaştıracağımız refahı çoğaltıyoruz. İşçi ve memura zam yapmayı ve toplumsal yardımı da, istikrara kavuşturuyoruz ve güvence altına alıyoruz. En az bu ekonomik yararlar kadar toplumsal ahlâkın korunması ve suçların önlenmesi de, herkese iş sağlamakla mümkündür. 

 

 

İŞÇİYİ ÇİFTÇİYİ MEMURU VE YARDIMA MUHTAÇLARI SAVUNMAK


Bugün yatırım yapmazsak, yarın işçi ve memura zam da yapamayız. O nedenle işçi ve memuru savunan siyaset, aşırı zamlar değil, yatırımı, başka deyişle üretimi artırmaktır. Bugün halk dalkavukluğu uğruna yapılan aşırı zamlar, yarın işçi, memur ve çiftçi gelirlerinin fiilen düşürülmesini getirecektir. O nedenle ücrete, aylığa ve toplumsal yardıma zamda aşırılıklar, en sonunda işçinin, memurun ve çiftçinin geleceğinden çalmak anlamına gelir. Yeterli oranda tasarruf ve yatırım yapmadığımız zaman, üretimi yeterli oranda büyütemeyiz ve dolayısıyla paylaştıracağımız kaynakları da büyütemeyiz. Oysa nüfus, artmaktadır. Üretimde nüfus artışının gerisinde kalan bütün büyümeler, aslında yerinde saymak ve dahası küçülmek anlamına gelir. Diğer taraftan eldeki üretim donanımının aşınmasını (amortismanı) da telafi etmemiz gerekiyor. Bunun yolu da sermaye malı üretmektir, makine ve araç gereç üretmektir.

 

 

EMEK SEFERBERLİĞİNDE ÜRETİCİ BAŞ TACI


Vatan Partisi’nin Üretim Devrimi Programı, Üretim için Emek Seferberliğini öngörüyor. Daha çok çalışacağız, daha çok üreteceğiz. Bunun için daha çok insanımızı üretime katacağız, işsizlerimize iş vereceğiz. Başka deyişle,

 

Fabrika açacağız. 
 

Atıl durumdaki üretim kapasitemizi canlandıracağız. 
 

İflas tehdidiyle karşı karşıya bulunan işletmelerimizde dün bu köşede yazdığımız Kamulaştırma Programıyla çarkı çevireceğiz.
 

Küçük ve orta boy sanayimizi destekleyecek ve istihdamı büyüteceğiz.
 

Tarımı destekleyerek tarım alanında da yeni iş alanları açacağız. Örneğin dün Tarım Bakanlığı’nın da açıkladığı üzere Hazine arazilerinin üretime açılması, tarımdaki boşta yatan işgücünü üretim sürecine katacaktır. 
 

Yurt içinde üreteceğimiz ürünleri dışardan almayacağız. Maliyetleri yükseltmekten kokmayacağız. 
 

Para basma yoluyla da tasarruf oranını artıracağız.
 

Vergide adaleti sağlamak yanında devletin gelir kaynağını büyüteceğiz.
 

Devlet yönetiminde lükse, israfa son vereceğiz. Hz Muhammed’in vurguladığı gibi, yöneticileri yoksul olan milletler zengin olurlar.

Bu siyasetler, üreticiyi baş tacı yapan siyasetlerdir. Bu nedenle işçiler, çiftçiler, her boydan sanayici, esnaf ve tüccarın üretim adına bu siyasetlere omuz vermesi, bilinçli davranışın gereğidir.

 

 

EKMEK TEKNESİNİ KORUMAK VE BÜYÜTMEK


Yukarda belirttiğimiz tasarruf ve yatırım siyasetlerini Vatan Partisi olarak, Ekmek Teknesini Korumak ve Büyütmek diye özetliyoruz. Ekonomi siyaseti dönüp dolaşıp bu anahtar cümleye dayanmaktadır.

 

Türkiye’de 2000’li yılların başlarında yüzde 20’lerde olan tasarruf oranı yüzde 12’ye kadar düştü. Geleceğimizi kurmak için bu oranı üç yıl içinde adım adım yüzde 25’e çıkartmak durumundayız. Ekmek Teknemiz, bizden bu kararı almamızı bekliyor. 

 

 

KİTAP

FİLM


Marius Holst’un yönettiği King of Devil’s Island (Şeytanlar Adasının Kralı), direnmenin, dayanışmanın çok güçlü bir anlatımı. Bu arada Ekmek Kavgasını dün izlediniz değil mi? Ulusal Kanal’dan bir kez daha göstermesini talep ediyoruz.

***

 

Merhaba Kamuculuk -19: Dört sülüğün saltanatının sonu

 

Sayın Cumhurbaşkanımız, Türkiye’nin eşiğinde olduğu düzeni şöyle tanımladı:

 

“Kazancın; borsadan, faizden, spekülatif araçlardan ibaret olmadığı, üretimin ve adil dağıtımın esas olduğu bir düzen geliyor.”

 

Bu tanım, 1980 sonrasında Turgut Özal ve Kenan Evren yönetiminde kurulan düzenin sonuna geldiğimizi saptamış oluyor.

 

 

DÖRT SÜLÜĞÜN ÜÇÜ


Vatan Partisi, uzun yıllardan beri 1980 sonrasında kurulan düzenin efendilerini “Dört Sülük” diye tanımlamıştı:

 

Sıcak para komisyoncuları.
 

Dolar ve borsa vurguncuları.
 

Büyük faizciler.
 

Tarikat rantçıları.

Cumhurbaşkanının konuşmasında “tarikat rantçıları” yok. Ancak bunlar ekonomik yoldan kaynaklara elkoyan bir zümre değil, siyasal ilişkileri aracılığıyla kaynakları paylaşıyorlar. Onların da sonu gelmiştir. FETÖ Gladyosunun ezilmesi, ABD emperyalizmine en yakın cemaatten başladı. Kılıç kınından çıktı bir kez.

 

 

SINIFSAL SİSTEM DEĞİŞİKLİĞİ


Sayın Cumhurbaşkanı, bu dört sülüğün üçünün saltanat devrinin arkada kaldığını belirtirken, ufukta “Üretim ve adil dağılımın esas olduğu bir düzenin” gözüktüğüne de işaret ediyor.

 

Türkiye’nin önündeki olay, siyasette ve ekonomide sınıf hakimiyet sisteminin değişmesidir.

 

ABD merkezli küreselleşme sürecinde, Türkiye’nin hakim sınıf yapısında önemli değişiklikler olmuştu. Ekonominin finans mafyasının denetimine geçmesiyle birlikte, yukarda Dört Sülük diye tanımladığımız zümrelerin saltanatı kuruldu. Emekçiler bastırılırken sanayicilerin ve tüccarların da sistemin kenarına sürüldüğü bir dönemi yaşadık. Küresel sermayenin uzantıları, yalnız emekçi sınıflar üzerinde değil, aynı zamanda millî sermaye üzerinde de bir dikta rejimi kurmuşlardı.

 

 

YENİ BİR DÜNYA KURULUYOR


Koronavirüs belâsı, Küresel Mafyanın şişirdiği tefeci balonunu beklenenden erken bir zamanda patlatıyor.

 

Konuşmalarımıza, epeyi bir zamandır “Yeni bir dünya kuruluyor” diye başlıyorduk. Eskiyen emperyalist sistemin efendisi, finans mafyasıdır, başka deyişle Türkiye’deki Dört Sülüğün ağababalarıdır. Yeni Dünyada onlara yer yok.

 

 

DÖRT SÜLÜĞÜN KAN EMİCİ KARAKTERİ


Dört Sülük ve efendileri, asalak karakterdedir, başka deyişle kapitalizm açısından da ayak bağı oluşturuyorlar. Bunlar, kaynakların rekâbet sistemi içinde, verimliliğe göre paylaşıldığı özel kâr sisteminin hakim güçleri değildir. Marx, kapitalizmin tutarlı olarak gelişmesi halinde, faizin ve arazi rantının bütünüyle ortadan kalkması gerekeceğini vurgulamıştı. Serbest rekâbet sistemi bunu gerektiriyordu. Ortaçağın kalıntısı olan sınıflar, faiz ve toprak rantı yoluyla sanayi ve ticaret kârını oluşturacak artı değerin bir bölümüne elkoyuyorlardı. Bu nedenle Dört Sülük, Üretim Ekonomisinin önündeki başlıca engellerdir.

 

 

DOLAR SALTANATININ SONU


Dolar saltanatı da, serbest rekâbetin ve kapitalist değişim ilişkilerinin tasfiyesiyle kuruldu. Maliyeti üç kuruş etmeyen bir kağıt parçasıyla 100 Dolar değerindeki malı değişmenin, kapitalizm içinde bir açıklaması yok. Ama mafyalaşan emperyalizm, olayı açıklıyor.

 

Serbest rekâbet ilişkilerinde mallar eşdeğerleriyle değişilir. Doların egemen olduğu değişim sistemi, kapitalizmin rasyonalini, akılcılığını yıkıma uğrattı. Şimdi Dolar saltanatının sonuna geldik. Türkiye’nin ufkunda görünen yeni düzen de, Dolar saltanatının yıkılmasıyla bağlantılıdır.

 

Bu süreci Bilimsel Sosyalizm ve Bilim kitabının “Yeni Devrimler Çağı” başlıklı VI. Bölümünde ele aldık. Mafyalaşan kapitalizmi, ekonomideki sanallaşmayı, Mafya-Gladyo diktasını, Yeni Ortaçağ adı verilen olayı, 20. ve 21. Yüzyılın emperyalizmini, İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan Uluslararası Haraç Sistemini, insanlığın Küreselleşme sürecinde karşılaştığı büyük yıkımı ve ufukta gözüken Yeni Kamucu Uygarlığı orada bulabilirsiniz.

 

 

ÜRETİM DEVRİMİ


Türkiye, bir iktidar değişikliği sürecine girmiştir.

 

Üretim Devrimi, ABD Merkezli küresel sisteme ve işbirlikçi Dört Sülüğe karşı bütün üretici sınıfların devrimidir. İşçi, çiftçi, memur, esnaf, her boydan sanayici ve tüccar, bu devrimin güçlerini oluşturuyor.

 

Üreticilerin Millî yönetimi, Türkiye’nin ufkundadır.

 

 

KİTAP

FİLM


Costa-Gavras’ın Kapital adlı filmi, dünya banka sermayesinin şişirdiği balonun serüvenini cesaretle işliyor.

 

2012 yılında çevrilen filmin mesajı: Balon patladı patlayacak! Fransız yapımı filmde usta yönetmenliğin örneklerinden birini seyrediyoruz.

 

 

BU AKŞAM SAAT 23.00


Değerli okuyucular, Ulusal Kanal bu köşede izlemenizi önerdiğimiz Ekmek Kavgası filmini bu gece bir kez daha gösterecek. İki kez, üç kez izlenecek bir film. Olağanüstü heyecanlı, dayanışma duygularımızı ateşleyen, göz yaşartan sahneler. Çevremize duyuralım.

***

 

Merhaba Kamuculuk-20: İki dünya var

 

İki dünya var.

 

Biri sevenlerin dünyası, öbürü sevgisizlerin dünyası.

 

Biri birbirine sarılanların dünyası, diğeri sarılmayı bilmeyenlerin dünyası.

 

 

HASRETİ BİLENLER VE BİLMEYENLER


Biri aynı evde birbirini özleyenlerin, “ben senin yanında dahi hasretim sana” diyenlerin dünyası, Van türküsündeki gibi, “Diz be diz otururken, hasret kaldım yâr yüzüne” diye türkü söyleyenlerin dünyasıdır. Diğer dünyaya gelince, hasret nedir bilmeyenlerin dünyası, yalnızlığa bir iskelete sarılır gibi sarılanların dünyası.

 

 

KONUĞU GELEN GÜZELİM EVLER


Biri “Konuğu gelmeyen kara evler yıkılası yeğdir” diyen Dede Korkutların dünyasıdır. Diğeri kapılarında tokmak bulunmayan kara evlilerin dünyası.

 

Biri sofralarında herkese yer olanların dünyasıdır, diğeri kendisi pişirip kendisi yiyenlerin dünyası.

 

Bir ekmeği paylaşarak yaşayanların dünyası var. Onların dünyasında ekmek herkese yetiyor. Öbür yanda çil altınları paylaşamayanların dünyası var, kan revan içindeki dünya. 

 

Bir dünya, iki öküzünün birini, hatta canını kamuya verenlerin dünyasıdır. Öbür dünya, halkın öküzleriyle kendisine kervan yapanların dünyası.

 

 

İNSANLARLA DÜŞEN KALKAN ERDEMLİLER


Bir dünya var, okyanuslara dar gelen dünya: Erdemli olmanın sırrını insanlarla düşüp kalkmakta bulan Firdevsîlerin dünyası. Bir de insandan kaçarak kendi uçurumlarında yaşayanların dünyası.

 

Bir “Hayatından vazgeçebilen, ama arkadaşlıktan asla vazgeçmeyenlerin” dünyası vardır. Bir de arkadaşsızlığın melankolisinde ölümü bekleyenlerin dünyası.

 

 

GÜL İLE GÜLÜ TARTANLAR


Bir “Gül ile gülü tartanların” dünyası vardır. Karşıda batman batman fitnenin ve fesadın altında kalanların dünyası.

 

Biri alçak gönüllülerin dünyasıdır. Öbürü Şah Hataî’nin dediği gibi “kibirden yorulup yollarda kalanların” dünyası.

 

Bir dünya dün İsmet Özçelik’ten öğrendiğimize göre, evde kitap okumaktan sıkılanların dünyasıdır. Diğeri Yunusleyin “Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır” diyenlerin dünyası.

 

Bir dünyada insanlar el ele, gönül gönüledir. Öbür dünyada kişi, elindeki telefon kulübesinde hapistedir. 

 

Bir dünya, evde kalmak ile evde kavga etmek, kadın ve çocuk dövmek arasında ilişki kuranların dünyasıdır. Bizlerin dünyası, evde ve sahada, denizde ve karada, kuyuda ve havada sevenlerin ve sevişenlerin dünyasıdır. 

Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’un Roma filminden bir sahne
Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’un Roma filminden bir sahne

SON HASTA İYİLEŞENE KADAR SEVİNMEYENLER


Bir dünya var, son hasta iyileşene kadar sevinmeyenlerin dünyası. Eli hastanın nabzında olan Prof. Cemil Taşçıoğluların, Hemşire Dilek Tahtalıların dünyası. Çok uzaklarda ise, ‘bana hastalık değmedi’ diye sevinenlerin dünyası var. Ordan bizlere biraz şaşkınlıkla ve biraz da yukardan bir edâyla bakıyorlar. Baksınlar, bizim dünyamız güneşin çevresinde dönmeye devam ediyor.

 

 

YUNUS’UN MİRASÇILARI


Ölümlü kalımlı dünyada, bakın 

 

Yunus’tan kalan nedir:

 

Gelin tanış olalım,

İşin kolayın tutalım

Sevelim sevilelim

Dünya kimseye kalmaz.

 

 

KİTAP

FİLM


Çin sinemasından Lulu Wang’ın yönettiği bir eser: The Farewell (Elvedâ). Film, Atlantik dünyasında aile içi ilişkilerde bile geçerli olan bireycilik ve çıkarcılık ile, Asya’nın paylaşmacı aile sevgisi arasındaki çelişmeyi duygulu bir dille canlandırıyor.

***

 

Merhaba Kamuculuk-21: Pasta yesinler

 

Fransız Kralı 16. Louis’nin eşi Kraliçe Marie Antoinette’e atfedilen o sözü hepimiz biliriz. 18. yüzyıldan bugünlere gelen rivayete göre, Kraliçe, ekmek için yürüyen kadınların sorununa köklü çözüm bulmuş: “Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” demiş. Tarihçiler, aslı yok diyor, doğrudur. Ancak insanlık tarihinde ekmek sorununa, “Pasta yesinler” türünden çözümler üretildiğini biliyoruz. Bu iki sözcük, o kadar çarpıcı ki, insanlığın ezberine yerleşmiş. Çünkü her krizde insanlığın önüne konuyor. 

 


HALK AVCILARININ VE SAHTE SOLUN 'PASTA YESİNLER' ÇÖZÜMÜ


Ters gelecek ama Halk Avcılarının ve Sahte Solun önerileri de, Marie Antoinette’in siciline yazılan Majeste buluşuna pek benziyor.

 

Ekmek yerine pasta yemek, ütopik çözümdür; gerçekçi değildir; olanaksızın çözüm diye sunulmasıdır. O yüzden hem acıklıdır, hem de gülünçtür.

 

Bakıyoruz göğüslerine “Komünist”, “Sosyalist”, “Emekçi”, “İşçi” gibi gazoz kapağından madalyalar takan bazı örgüt ve kişiler, seslerini duyurma telaşı içinde bas bas bağırıyorlar: 

 

Ekmek bulunmuyor, pasta isteriz!

 

Pasta da yetmez, kremalı olsun!

 

Kremalı pasta da yetmez, üzerine çilekli dondurma da konsun!

 

Çilekli dondurmalı kremalı pasta da yetmez, yanında bir fincan da kahve verilsin!

 

O da yetmez, yanına bir şezlong da konsun, vatandaş mışıl mışıl uyusun!

 

Yetmez, şezlongu vatandaş nasıl taşıyacak, muhtarlar ve polisler naylon torba içinde götürsün!

 

Olmaz, Süleyman Soylu’nun polisleri götürürse, PKK’li ve FETÖ’lü vatandaşlar rahatsız olur, NGO’lar götürsün!

 

Naylon torba doğayı kirletir, bez torba içinde götürsün!

 


PALAVRA PİSTİNDEKİ YARIŞ


Pasta yesinler korosunun yarışına devam edersek, Aydınlık’ın gerçek taşıyan sayfalarından taşacağız.

 

Türkiye, ne üretiyor, ne kadar üretebilir, nasıl üretebilir gibi hesap kitapla ilgisi bulunmayan, Ekonomi Politik cahili Halk Avcılarının Palavra Pistindeki yarışını canlı yayınla nakletmeye burada son veriyoruz. 

 

Geliyoruz hakikate... 

 


ZORLUKLARI HESABA KATAN GERÇEKÇİ ÇÖZÜM


Vatan Partisi, Millî Direnme Ekonomisi programıyla Türkiye’nin önüne çözüm koyan tek partidir. 
 
Zorlukları yıllar öncesinden gördük. Türkiye’nin üretim gizilgücünü ve ihtiyaçlarını saptadık. Dünya ve bölge koşullarını da hesaba kattık. Türkiyemizin yirmiden fazla üretim merkezinde Üretici Kurultayları yaptık. Çiftçileri, işçileri, esnafı, çarşılarımızı, sanayici ve tüccarımızı dinledik. Çin ve Rus devlet yöneticileri ve yatırım konseyleriyle işadamlarımızı buluşturduk. Öncelikleri sıraladık.

 


EKMEK SAĞLIK GÜVENLİK VE EĞİTİM İÇİN TASARUF VE YATIRIM


Ve sözü getirip getirip şuraya bağlıyoruz: Türkiye, bu zorlukları aşmak için, tasarruf oranını üç yıl içinde kademeli olarak yüzde 25’e çıkartmak durumundadır. 

 

Üretim Devrimi, yatırımla yapılır, palavrayla değil. Yatırım ise, ürettiklerimizin bir kısmını tüketmeyip tasarruf etmekle olur. Çiftçinin tohumluğunu ayırması, terzinin gelirinin bir kısmıyla yeni makine alması gibi, Devlet de, ülkenin toplam tasarruf ve yatırım oranını vergilerle, para kredi ve faiz siyasetiyle, ücret ve aylıkları denetleyerek belirler. 

 

Yatarım yapmak, fabrika açmaktır, tarımı desteklemektir; boşta yatan üretim araçlarını ve ekilmeyen toprakları üretim süreçlerine katmaktır. Dahası kaynakları ulaşım iletişim ve ticareti verimli kılmak yanında insan kaynaklarımızı eğitmek için kullanmaktır. Asya ikliminde Paylaşarak Gelişme anlayışıyla doğru ortaklar bularak da yatırım olanaklarımızı büyütürüz.

 


YARINI DÜŞÜNMEK


Özetlersek: Yatırım, kremalı pasta dağıtarak değil, ekmeği bölüşerek ve kaynaklarımızın ciddî bir bölümünü tasarruf ederek yapılır. 

 

Bugün “Pasta dağıtalım” diye halkı kandıracağını sananlar, yarın işçiye, çiftçiye ve memura yeterli ekmek bulmak diye bir sorumluluk taşımıyorlar. Sırtlarında yumurta küfesi yok ve elleri de ekmek tutmuyor. Bunlar, hayattan haberi olmayan çikolata çocuklarıdır. Eskiden “Muhallebi çocuğu” denirdi.

 

Ülkeyi eli ekmek tutan, gerçekçi ve uzak görüşlü hükümetler yönetecektir, yoksa hayâl dağıtanlar değil! Halk, onların peşinden gitmez. Emekçiler, zor dönemde Tekalifi Milliye kararı alabilen Atatürk gibi cesur ve otorite sahibi önderleri izler.

 

Üreticilerin Millî Hükümeti, tasarruf, yatırım ve kaynakları yerinde kullanmak için, hem devlete hem topluma disiplin getirecektir. Elbette plan yapılacaktır! 

 

Halka kremalı pasta vaat eden Halk Avcılarının devri arkada kalmıştır.

 

Zorlukları paylaştıran ve herkese ekmek, sağlık, güvenlik ve eğitim veren Hükümet dönemi önümüzdedir. 

 


KİTAP

FİLM


MELEKLERİN PAYI

 

İrlanda’nın direnişini anlatan filmiyle de tanıdığımız Ken Loach’ın yönettiği Angels Share (Meleklerin Payı). Bu film, yoksul insanların paylaşma ahlâkını olağanüstü keyifli bir mizah diliyle anlatıyor. Meleklerin Payı, bilmediğimiz tanımadığımız insanlara ayırdığımız paydır. Kimin alacağını bilmeden Askıya koyduğumuz ekmektir. Teşekkürü olmayan, minnettar bırakmayan sessiz ve gerçek yardımdır. Güvercinlere attığımız yemdir. Helâl Olsun Ken Lach’a diyorsunuz. Bize Sadık Can Perinçek izletti. O’na da Helâl Olsun böyle güzel filmler seçtiği için.

***

 

Merhaba Kamuculuk-22: Yaban ördekleri nöbetleşe kanat vururlar

 

O ne güzel dizelerdir, Aydınlıkçı Cemal Süreya’dan bize kalan:

 

“Yaban ördekleri donmasın diye,

Suya nöbetleşe kanat vururlar.”

 

 

AYNI AŞİRET


Turgut Uyar’ın göçen maden direğini omuzlayan madencisi ile aynı aşirettendir o yaban ördekleri.

 

Zonguldak’taki madenci, Avcı Raif’in avlandığı göllerde yaban ördeği olur.

 

Görev aynıdır: Maden çökmeyecektir ve sular donmayacaktır.

 

Dava, Ekmek Teknesini koruma davasıdır!

 

Maden göçerse millet ekmeksiz kalır. O zaman omuzlanacaktır o göçen maden direği.

 

Sular donarsa, ekmek teknesi buz tutar. Öyleyse zaman, sulara nöbetleşe kanat vurma zamanıdır. 23 Nisan saat 21.00’de sesler pencerelerde birleşecek, kurtuluşun ayak sesi olacaktır.

 

Maden direğini taşıyan omuz, bizim omuzlarımızdır.

 

Bugün paylaştığımız bilincin binlerce yıllık tarihi var. O bilinç, komşunun harmanını kaldırırken, tanrı misafirini ağırlarken, yaralananı sırtımızda taşırken oluştu, bizi biz yaptı.

 

Koronavirüse karşı da milletçe o bilinçle savaşıyoruz. Sular donmasın diye nöbetleşe kanat çarpıyoruz.

 

 

ÖNDEKİ TURNA DÜŞER AMA TURNA KATARI YOLUNA DEVAM EDER


Bir de turnaların öyküsü var. İşte şu düzende uçar turnalar:

 

En öndeki turna rüzgârı göğüsler, turna katarı kolay uçsun diye. Öndeki turna düşer, yerini sıradaki turna alır.

 

Öndeki turna düşer, ama turna katarı yoluna devam eder.

 

Bütün savaşların yasası budur. Koronavirüsle savaşın yasası da Mehmetçiğin yasasıdır. En önde süngü hücumuna kalkan yiğit düşebilir. Ama boşuna düşmemiştir toprağa. Millet ayakta kalır, millet düşmez.

 

 

PAYLAŞAN VAR PAYLAŞMAYAN VAR


Bu yazdıklarımı bilinciyle ve yüreğiyle paylaşanlar var.

 

Maden direğini omuzlayanlar, suya nöbetleşe kanat vuranlar, turna katarının önünde rüzgârı göğüsleyenler, tasada ve sevinçte birlik halindeler. Milletin tanımında vardır o duygu birliği.

 

Savaşta ve yoklukta, şölende ve bayramda aynı duygular paylaşılır.

 

Komşunun acısı var, bütün mahalle sessizdir. Sessizlik paylaşılır.

 

Düğün var, davullar zurnalar çalar, şenlik paylaşılır.

 

Bu duyguları paylaşanlar var, paylaşmayanlar var, biliyoruz. Hatta alay edenler, dahası hor görenler...

 

 

TABURCU OLAN HASTAYI HEP BİRLİKTE ALKIŞLAYAN 85 MİLYON


Yakup Kadri’nin Yaban romanında, Mihalıçık’ta kerpiç duvarın altına çömelmiş gazete kağıdına acı tütün saran köylüyü tanıyoruz biz, sanki yarın Dumlupınar’da can vermek için dünyaya gelmiştir.

 

Öte yandan yine Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore romanında, Mütareke İstanbul’unda vur patlasın çal oynasın makamında olan beyefendiler ve hanımefendiler de var. Orhan Veli’nin dizeleriyle, Bir ellerinde cımbız bir ellerinde ayna, umurlarında mı dünya!

 

Bugün de Türkiye’de 85 milyon vatandaşımız, dünyaya acıları ve sevinçleri paylaşmak için gelmiştir. Analarından ak süt emenlerdir onlar.

 

Bir de o küçük azınlık var. Sayıları 85 bin bile değildir ve ciğerleri 85 para etmez.

 

Görüyoruz onları: Fitne ve fesat yayanlar, maden direği yıkılsa diye dua edenler, suların donması için bozgunculuk yapanlar...

 

TRT 1’de her pazartesi bilinçlerimizi ayaklandıran Ya İstiklal Ya Ölüm dizisini bugün de yaşıyoruz. Mustafa Kemal’in askerleri de var, Damat Ferit artıkları da.
 
Fitneciler de var, cepheyi ayakta tutanlar da.

 

Fesatçılar da var, millete cesaret verenler de.

 

Felâket tellalları da var, taburcu olan hastayı hep birlikte alkışlayanlar da.

 

Birlikte kanat çırpan yaban ördekleri gibi milletçe alkışlıyoruz taburcuları. 85 milyonun alkışıyla yoğun bakım yatağından ayağa kalkıyorlar. Hastane kapılarından başları dik alkışlarla çıkıyorlar.

 

Televizyonlarda en çok o görüntüler coşturuyor duygularımızı. Aynı maden ocağındayız. Aynı gemideyiz! Bu duygu olağanüstü!

 

Biz, binlerce yıldır yedi ateşten geçerek bugünlere gelmişiz!

 

 

UMUTSUZLUK NAMUSSUZLUKTUR


Üstümüzde gök yarılsa, altımızda yer delinse, umutlarımız yarılmaz ve delinmez. Karlı dağları, yanan çölleri umutla aşarız. Umut, hayata sarılmanın birinci ilkesidir.

 

Karamsarlıkla hangi iş yapılmış, hangi tohum atılmış toprağa, hangi demir dövülmüş, hangi harman kaldırılmış, hangi savaş kazanılmış?

 

“Ümitsiz vaka yoktur” Mustafa Kemal Paşa’nın dediği gibi, “ümitsiz insan vardır.”

 

Manisa Üretim Devrimi Kurultayında Maden Mühendisi Mustafa Ertek Arkadaşımın dediği gibi, “Bugün umutsuzluk namussuzluktur.” Çünkü umutsuzluk, düşmana teslim olmaktır.

 

 

YEDİ ATEŞTEN GEÇMEYİ PAYLAŞTIĞIMIZ İÇİN TÜRK MİLLETİYİZ


Umutsuzlar bizden değildir, karamsarlar ve hele felâket tellallığına soyunanlar bizden değildir!

 

Millet can savaşı verirken bozgunculuk yapanlar, moral bozmak için malzeme arayanlar, ölenler artsa diye fırsat kollayanlar, onlar kesinlikle bizden değildir!

 

Onların halkı yok, milleti yok, bu milletle paylaştıkları bilinçleri ve duyguları yok. Yalnızca kararmış ruhları ve halkı aşağılayan kibirleri var.

 

Halkı olmayanların Cumhuriyetçiliği mi olurmuş!

 

Hurafe yayanların laikliği mi olurmuş!

 

Dedikodu kaynatanların ahlâkı mı

 

olurmuş!

 

Devlete sövenlerin devletçiliği mi olurmuş!

 

Paylaşmayı bilmeyenlerin devrimciliği mi olurmuş!

 

Düşmana teslim olanların Atatürkçülüğü mü olurmuş!

 

Biz, Yedi ateşten geçmiş Türk milletiyiz!

 

Ateşten geçmeyi paylaştığımız için Türk milletiyiz.

 

Umudu olmayanın milleti mi olurmuş!

 

Biz, umudu paylaştığımız için Türk milletiyiz.

 

 

KİTAP:

FİLM:


Boris Vasiliyev’in romanından sinemaya uyarlanan yönetmen Stanislav Rostotskiy'in 1972 yapımı Sakindi Oranın Şafakları, Sovyet sinemasının olağanüstü örneklerinden. Umutları ve aşkları olan kadınların mevzu bahis vatan olunca bütün teferrutlardan vazgeçişlerini anlatan destansı bir anlatım. 

***

 

Merhaba Kamuculuk-23: Millî Egemenlik projesi olarak Köy Enstitüleri

 

Köy Enstitüleri, 80 yıl önce 17 Nisan 1940 tarihinde çıkarılan yasayla kuruldu. Kökleri Tük Deviminin içindedir.

 

Atatürk, 1 Mart 1922 günü Meclisin Üçüncü Toplantı Yılını açarken söylemişti o sözü: 

 

“Türkiya’nın hakiki sahibi ve efendisi kimdir? (köylüler sesleri.) Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiya’nın hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür. (Şiddetli ve sürekli alkışlar.)” O halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve lâyık olan köylüdür. (Sürekli alkışlar) Dolayısıyla, Türkiya Büyük Millet Meclisi Hükümetinin iktisadî siyaseti bu aslî gayeyi elde etmeye yöneliktir. Efendiler; diyebilirim ki, bugünkü felâket ve sefaletin yegâne sebebi, bu hakikatin gafili bulunmuş olmamızdır. 

 

“Tunalı Hilmi B. (Bolu): Allaha çok hamdederim ki, bu sözleri işitiyorum.

 

“Mustafa Kemal Paşa (Devamla): “Hakikaten, yedi asırdan beri cihanın muhtelif taraflarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima hakaret ve aşağılama ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, cabbarlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu aslî sahibin huzurunda büyük bir hicap ve ihtiramla hakiki vaziyetimizi alalım. (Şiddetli alkışlar)”1

 

 

TÜRK KÖYLÜ İHTİLALİ


Atatürk, Meclis kürsüsünden bir anlamda Devrimin temel programını açıklıyordu. O zaman köylü, Türkiye nüfusunun yüzde 85’i idi. Emekçilerin nerdeyse hepsi ve halkın büyük çoğunluğu çiftçi idi. 

 

Atatürk, köylüyü efendi ilan ederken, yalnız bir iktisat programı değil, bir iktidar programı açıklıyordu. O gün halk iktidarı, köylünün iktidarı demekti. Kemalist Devrim, Mazlum Milletlerin bütün demokratik devrimleri gibi özünde bir köylü devrimiydi. Devrim'in önde gelen yönetici ve düşünürlerinden Mahmut Esat Bozkurt’un vurguladığı üzere, "Türk İhtilali'ne ‘Türk Köylü İhtilali’ demek haksız bir değerlendirme olmaz.”2 Yine Bozkurt, Kemalist Devrim'le kurulan Cumhuriyetin temel görevinin köylü meselesini halletmek olduğunu kesin bir dille ortaya koyar:

 

"Türkiye'de köylü meselesi, son büyük ihtilalden doğan yeni devlet sistemlerimizin bir direk, bir temel meselesidir."3 

 

 

KÖYLÜ HÜKÜMETİ

 

İsmet İnönü, 1930 yılında Sivas'ta, "Anadolu'nun ortasında kurulmuş bir köylü hükümetiyiz" saptamasıyla Kemalist hükümetin kimliğini açıklar.4

 

Köy Enstitüleri üzerine 80 yıldır yazılanları toplarsak koskoca bir kitaplık eder. Dünyadaki etkileri de çok geniş ve güçlüdür. 

 

Yazılanlar, Köy Enstitülerini bir Eğitim Projesi, Üretim ve İktisat Projesi, Kalkınma Projesi, Köylüyü Aydınlatma Projesi, Devrimi Güvenceye Kavuşturma Projesi, Laiklik Projesi, Çağdaşlaşma Projesi, Kadın-Erkek Eşitliği Projesi olarak işlemişlerdir. Bunların hepsi doğrudur. Ama hepsinden önemlisi, Köy Enstitüleri bir İktidar Projesi, bir Hükümet Projesi idi. Sınıfsal olarak, buna bir Emekçi İktidarı Projesi diyebiliriz. Köylü memleketin efendisi kılınacaktı. 

 

Atatürk’ün 1922 yılında dile getirdiği gibi “Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi” olmak, hükümet olmak demekti. Millî Demokratik Devrimin Programı buydu. Ancak bu programın lafta kalmaması için, köylüyü ülke yönetiminde söz sahibi kılacak birikim ve yeteneğe kavuşturmak gerekirdi. 

 

Köy Enstitüleri, 17 bin mezun verdi, köy çocuklarından köy öğretmeni yetiştirdi. Ama daha önemlisi, köy çocuklarından Devrimci yetiştirdi. Köy Enstitülüler, yalnız köylerde değil, Türkiye’nin bütününde halk yönetiminin öncüleri olarak görev yaptılar. Kendileriyle birlikte köylüyü iktidar sahibi yapmak için uğraştılar. Çok kısa zamanda yaptıkları iş gerçekten büyüktür.

 


MİLLÎ EGEMENLİĞİN ÖNCÜLERİNİ YETİŞTİRMEK


Türkiye’ye millî irade ve millî egemenlik kavramlarını, Türk Devrimi getirmiştir. 1876 Birinci Meşrutiyetinde henüz bu kavram yoktu, ancak köklerini oralara kadar uzatabiliriz. 1908 Hürriyet Devrimi Millî Egemenlik yolunda önemli bir atılımdır. Ancak kavramın gerçek anlamıyla tarih sahnesine çıkması, 23 Nisan 1920’ye giden süreçtir. 

 

1914 yılında başlayan Kurtuluş Savaşımızın temel gücü köylü idi. Milletimiz de büyük çoğunluğuyla köylüden oluşuyordu. Millî Egemenlik, köylü olan milletin egemenliği idi. Cumhuriyet, Millî Egemenliğin hayata geçmesi yönünde devrimci uygulamalarda bulundu. Ekonominin esas olarak tarıma dayanması, Aşarın kaldırılması, topraksız ve yoksul köylüye toprak dağıtılması, 1935 yılında toplanan CHP 4. Büyük Kurultayında Toprak Reformunun Parti Programına alınması, Devrim Kanunları; bütün bunlar, Millî Egemenliğin ekonomik ve toplumsal temelini oluşturmak içindi. Bu yönde çok önemli bir girişim ise, Köy Enstitüleridir. Millî Egemenliğin öncülerini ya da aydınlarını yetiştirmenin başka bir yolu yoktu. 

 

İlginçtir, Türkiye siyasetinde Köy Enstitülerine karşı çıkanlar, aynı zamanda millî iadeyi ve millî egemenliği savunmuşlardır. Oysa Millî İradeyi hakim kılmak, Millî Egemenliğin gerçek efendisini iktidar sahibi kılmak için, Köy Enstitüleri olağanüstü bir tasarım ve uygulama olmuştur.

 

***

 

[1] Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.12, s.279 vd.

 

[2] Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları”, Toplu Eserler, Yayına hazırlayan: Şaduman Halıcı, c. III, s.188 ve s.190.

 

[3] Mahmut Esat Bozkurt, “Öz Türk Köylüleri”, Anadolu Dergisi, İkinci Teşrin (Kasım) 1932, s.1-2. Toplu Eserler, C. III, s.82

 

[4] “Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış”, İstanbul 1938, s.277

 

 

KİTAPLAR

 

 

FİLM


Yılanların Öcü

 

Metin Erksan, Köy Enstitülü Fakir Baykurt’un romanından senaryolaştırdığı ve yönettiği bu filmle 1960 kuşağını etkiledi. 

***

 

Merhaba Kamuculuk-24: Sonbahara ağıt

 

Kovid-19 sayesinde Yönetmen Özcan Alper’in iki filmini izledik. Biri Sonbahar, diğeri ise Gelecek Uzun Sürer. 

 

Aslında bu iki film birbirinin aynı, birbirinin kopyası diyebilirsiniz.

 

İkinci filmin adı çok uzun, Sonbahar gibi onun da adı tek sözcük olabilirdi: Ağıt.

 

İkisinin ortak mesajına gelince: Sonbahara Ağıt oluyor.

 

 

KİMİN SONBAHARI KİMİN AĞITI


Kimin sonbaharına ağıt diye sorulacaktır elbette. 

 

Emperyalizmin sonbaharına ağıt.


Küresel mafyanın sonbaharına ağıt.


Kavmiyetçi, dinci ve mezhepçi küreselciliğin sonbaharına ağıt.


ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin ölümüne ağıt.


Avrasya’da her türden bölücülüğün sonbaharına ağıt.


PKK’nın sonbaharına ağıt.


FETÖ’nün sonbaharına ağıt.


“Kültür zenginliği” sosuna batırılan Ortaçağ yerelciliğine ağıt


Sahte Solculuğun sonbaharına ağıt.


Ütopik Sosyalizmin en sonuncu sonbaharına ağıt.


Bilimsel Sosyalizm karşıtlığının sonbaharına ağıt.


Türkiye ve Türk düşmanlığının sonbaharına ağıt.


Mazlumlar Dünyasında Millî Devlet, Ordu, asker ve polis düşmanlığının sonbaharına ağıt.


Emperyalist merkezlerden ısmarlanan sinemacılığın sonbaharına ağıt...

 


ÇIKMAZDAKİ AĞIT


Hemen konuya girelim. Sonbahar ve “Ağıt” filmleri, bir çıkmazı yansıtıyor. Ağıt yakılanlar çıkmazdadır. Ağıtçı da çıkmazda. 

 

Zengin takımı eskiden aristokrat ölülerin arkasından ağlamacı tutarmış ya, Küresel Mafya da bu geleneği sürdürüyor. Sonbahar ve Ağıt filmlerinin devamına Batıdan fonlar bulunabilse üçüncü bir film çok yakışırdı: “Ermeni Soykırımına Ağıt” gibi. Zaten o filmin de taşları döşeniyor ilk iki filmde. Ama Sonbaharın devamı Kış.

 

Kim destekleyecek Üçüncü Ağıt filmini?

 

Artık ilk iki filmin çevrildiği 2008 ve 2011 yıllarının Kültür Bakanlığı yok ki, milletin kaynaklarını emperyalizmin ağıtlarına tahsis etsin. Ak Parti’nin o günah dönemi arkada kaldı. ABD ve Avrupa’ya gelince, onların kendi yaralarına sürecek merhemleri bile yok. HDP belediyelerine kayyum atanıyor. PKK derseniz uzatmalarda can çekişiyor. Emperyalist merkezlerden ısmarlama film yapan sinemacılık morga kaldırılmıştır. Destek fonları bulamayacağı gibi, seyirci de bulamaz artık. O devir arkada kalmıştır.

 

 

YÖNETMENİN USTALIĞI

 

Özcan Alper’in ustalığı şurada: Sahneler, öldürülen teröristin annesinin, sevgilisinin, kardeşinin, arkadaşının, çocuğunun yüreğinden sızan acılardan süzülüyor. İzleyeni onların acılarına ortak etme çabasında bir maharet var kuşkusuz. Acılar, sonbahar yaprakları gibi çürük sarı renginde sessiz sessiz dökülüyor.

 

Sessiz sessiz gerçekten, çünkü bu filmlerde insan sesi yok, yalnızca mırıltılar var. Hareket de yok, yalnızca boynu eğik durgunluklar var. Eylemsiz donmuş sahneler birbirini izliyor. Filmler, Şule Perinçek’in dediği gibi, “daha çok kartpostal fotoğraflarının birbiri ardı sıra yapıştırılması” gibi. Türkiye doğasının büyüsü, bölücü teröre ağıt için maharetle kullanılıyor.

 

Biricik halk eylemi, finallerdeki cenaze yürüyüşleridir. İnsanı etkileyen ise, o yürüyüşlere eşlik eden, yürek yakan halk ağıtları. Yönetmen, halkın zulme karşı mücadele tarihinden çaldığı müzikle emperyalizmin sonbaharına merhamet taşımaktadır. 

 

 

KAMERANIN ODAĞINDAKİ SONBAHAR YAPRAKLARI


Oysa hayat öyle mi? 

Yönetmenin kamerasından bakarsanız öyle. Çünkü güle oynaya ağıt yakamazsınız. İşte kimin sonbaharı sorusunun sinema diliyle yanıtı da bu oluyor. Dolayısıyla bu yanıtta olmayan şey, emekçilerin ve halkın gerçek hayatıdır, eylemidir, özlemleridir, umutlarıdır. 

 

Halkın hayatı, yıkıntılardan, rutubetli izbelerden, derbederlikten, dağınıklıktan, dondurucu soğuklardan, karanlıklardan oluşmuyor. Emekçilerin sıcak güneşleri var, baharda açan çiçekleri var, aydınlık geleceklere koşan çağlayanları var, harmanları var, ürünleri var, ekmek tekneleri var, aşkları var. Her iki filmde de aşk rutubete gömülmüştür ve çürümeye terk edilmiştir.

 

Özcan Alper’in filmlerinde aşk için, umut için, iyi ve güzel olan her şey için ağıt yakılıyor. Oysa halkın hayatı bu mu?

 

 

SONBAHAR AVCILIĞI


Sahnelerin içine sosyalizm sözcükleri, Lenin fotoğrafları, Nâzım Hikmet dizeleri, devrimcilik çağrıştıran isimler ve simgeler de serpiştirilmiş. Hepsi devrimcileri ve solcuları avlamak için. Onları emperyalizmin ve Yeni Ortaçağın çıkmazına ortak etmek için. 

 

Sonbahara Ağıt filmleri, Bilimsel Solculuğa, zafer kazanan Solculuğa, emekçilerin Solculuğuna, dünyanın ufkunu aydınlatan Solculuğa karşı, Sahte Solculuğun bayrağını sallayarak mücadele ediyor. Millî Devlet düşmanlığının ve bölücülüğün kara bayrağı altında başka hangi iş yapılabilir ki! Atılan taşlar, bilinçlerdeki bilimselliğedir ve yüreklerdeki gerçekçi umutlaradır. Ve en önemlisi, yeni bir dünya özleminin ateşlediği halk eyleminedir.  

 

Sonbahar Ağıtları’nın ideolojisi de, dili de, dünyası da, tıpkı kapitalizmin erken zamanlarında işçilerin makineleri kırmaları gibi kendiliğindenciliğin açmazındadır. Hesapsız tepkilere, kitapsız maceralara ağıt yakayım derken aslında emperyalizme güzellemeler yapılıyor. 

 

Bu nedenle “Kürt ve Ermeni Açılımı” döneminde Kültür Bakanlığı bütçesinin bu filmlere akıtılması boşuna değildi. Zamanın Ak Parti Hükümetinin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, milletin kaynaklarını kalkıp da devrimciliğe sunacak değildi elbette. Bu filmler, o dönemin “Akil Adamlar” kadrosunun ideolojik izbeliklerinde üretildiği için desteğe mazhar olmuş. 

 

İzlerken Şule ve Sadık Can Perinçek’e sordum: Artık o Kültür Bakanlığı da yok, bundan sonra bölücülüğe kimin parasıyla ağıt yakılabilir? ABD ve AB fonlarında ağıtlar için bir umut var mı? 

 

O merkezlerin, ölen piyonları için ağıtçı tutacak mecalleri kalmadı.

 

Dünya sahnesinde artık Doğudan doğan güneş var, Avrasya’nın hasadı var, yeni dünyanın devrimci kahramanları ve üretici güzellikleri var.

 

 

KİTAPLAR

FİLM


John Reed’in ünlü kitabından Eisenstein’in 1928 yılında yaptığı Dünyayı Sarsan On Gün filmi ve yine aynı kitaptan senaryolaştırılan Sergey Bondarçuk’un yönettiği 1982 ABD yapımı Red Bells (Kızıl Çanlar). Bu filmler, zor zamanlarda maceranın karamsarlığını ve hüznünü değil devrimciliğin zafer kazanan iyimserliğini ve coşkusunu perdeye getiriyor. 1975 ve 1977 yıllarında Çin’de seyrettiğim Fırtına, Gece Gelen Telgraf ve bir Kazak kızının kahramanlığını anlatan Ayguli filmleri de öyle.

***

 

Merhaba Kamuculuk-25: Düşman kim, imamlar mı yoksa ABD emperyalizmi mi?

 

İnternet âleminde bazı gruplar var. Kimi New York’tan, kimi Philadelphia’dan, kimi Londra’dan, kimi Lüksemburg’tan, kimi Monako’dan, kimi Nürnberg’ten atıyor tweetlerini.

 

Facebook’tan, Whatsapp’tan Bayburt’u, Oltu’yu, Van’ı, Üzümlü’yü, Oğuzeli’ni, Of’u, Yozgat’ı, Düzce’yi, Konya’yı, Sincan’ı, Keçiören’i, Elmalı’yı, Sarayköy’ü, Bayraklı’yı, Manisa’yı, Fatih’i, Çarşamba’yı, Çerkezköy’ü, nerede Türk milleti varsa, orayı nişan alıyorlar.

 

 

KİM BUNLAR


Bunlar, Laiklik adına İslâmiyeti, imamları, dindar halkı, Arapları düşman bellemişler. Bunların tarihinde Türklerin İslâmiyeti kabul etmeleri en büyük suç. Selçuklu'dan Osmanlı'ya imparatorluk mirası ise, her türden aşağılanmayı hak ediyor.

 

Uluslararası düzlemde Batı Asya ve Avrasya güçlerini hedef alıyorlar. Batılı emperyalistlerin “diktatör” veya “despot” ilan ettiği Putin, Şi Cinping, Hamaney, Beşar Esad, Maduro bunların kara listesinde.

 

Türkiye’deki Suriyeliler, Arap ülkeleri ve halkları, Rusya, İran, Suriye, Çin, hepsi düşman konumunda.

 

İdeolojik planda ise, baş düşmanları İslamiyettir. Neoliberalizmle araları pek hoş.

 

“Turşucu Çubuk”, “Pontusçu Trabzon”, “Cemaatçi Erzurum”, bunların coğrafya bilgisidir.

 

 

MİLLETSİZ HALKSIZ VE ATATÜRKSÜZLER


İğrendikleri ve aşağıladıkları insanları şöyle sıralıyorlar: “Bayburtlu imam”, “İstanbul trafiğindeki şöför”, “Cuma namazından çıkan amca”, “Hacı Teyze, “Türbanlı bacı”, “Helâllik isteyen Oltulu hasta”, “Şeriat diye böğüren Almancı”, “Cemaatçi dernek öğretmeni”, “Bir paket makarna ve bir torba kömüre satın alınan seçmen”, “Pembe diziyle ve yarışma programlarıyla mutlu olan cahil halk.”

 

Bunların halkı ve milleti yoktur. Türk halkı, “göbeğini kaşır”, “bidon kafalı”dır.

 

“Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır’ diyen, Türk milletine güvenen bir Atatürkleri de yoktur.

 

 

ŞİRKETLERİ MANHATTAN BORSALARI LONDRA


Onlara Türkiye’den Kovid-19 bulaşmaz. Anadolu’daki ve Trakya’daki emekçinin nefesini paylaşmaz, soluğunu duymazlar. Ama ciğerleri Wall Street’e satılmış, yürekleri Londra borsasında çarpıyor. Şirketleri Manhattan’da, mevduat hesapları GP Morgan Chase’de, gizli hesapları Off Shor bankalarında, kumarhaneleri Las Vegas’ta, kayak pistleri Courchevel’de, çılgınlık mekanları Cote d’Azur’da, kışlıkları Kaliforniya’da, yazlıkları Kanarya adalarında...

 

Elleri Mehmetçiğin omuzunda, Polisin elinde değildir. Ellerini Kulp’ta odun toplamaya giden altı köylümüzün, İzmir Adliyesi kapısında şehit edilen Polisimizin, İstanbul Adliyesinde şehit edilen Savcımızın, Kayseri’de bombalanan özel harekât görevlilerimizin, Çarşı izninde sırtlarından vurulan askerlerimizin kanındadır. Bütün gayretleri F Tipi Cezaevlerindeki PKK ve FETÖ mensuplarını kurtarmak içindir.

Hal böyle olunca ABD’yi, İsrail’i ve Avrupa Birliği’ni arkalarına alıyorlar. ABD’nin piyon mevzilerinde görev yapıyorlar. Strateji ve siyasetleri Atlantik güdümlüdür. Büyük Ortadoğu Projesinin yıkıntı bekçiliğine soyunmuşlar.

 

Bunların bağlandığı strateji, ABD ile birlikte Tayyip Erdoğan yönetimini indirmek.

 

Biz ise Cumhurbaşkanından sıradan vatandaşa kadar, Devletimizle ve Milletimizle hep birlikte ABD denetiminden kurtulma ve Avrasya’daki öncü konumlara yerleşerek Kemalist Devrimi tamamlama stratejisini izliyoruz.

 

 

YABAN KAZLARI NASIL UÇAR


Değerli Kardeşimiz Süleyman Kılıç, Turnaların uçuşuna dair yazdıklarımız üzerine yaban kazlarının da niçin > şeklinde uçtuklarını yazmış, sağolsun:

 

“Yaban kazları ‘V’ şeklinde uçarlar. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar. Araştırma sonucunda şu verilere ulaşmışlar;

 

“V şeklinde uçulduğunda, uçan her yaban kazı kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akımı sağlıyormuş. Böylece ‘V’ seklinde bir formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde yetmiş oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.

 

“Bir kaz, ‘V’ grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akımının dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor.

 

“‘V’ grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda yorulunca en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz, uçan grubun her noktasında yer almış ve aynı oranda yorulmuş oluyor.”

 

 

KİTAPLAR

FİLM


Bugün film önerisini Tunca Arslan’dan aldık: Japon yönetmen Masaki Kobayashi'nin "İnsan Manzaraları" (Ningen No Joken / The Human Condition) adlı bir üçlemesi var. 1959 yapımı, birbirini takip eden üç film. Toplamı 10,5 saat civarında sürüyor, biraz fazla vakit alıcı ama çok etkileyici ve gerçekçi filmler. Sosyalist bir aydının İkinci Dünya Savaşı'nda Japon ordusunda, Çin'deki bir Japon çalışma kampında ve Ruslara esir düştükten sonra yaşadıklarını anlatıyor. Kobayashi, Batı'da çok tanınmamış, Kurosawa'nın gölgesinde tutulmuş, görmezden gelinmiş bir yönetmen. Seyrettiğimde, kendi adıma büyük heyecan duymuştum.

***

 

Merhaba Kamuculuk-26: Dünya vahşi kapitalizme mi gidiyor

 

Ortalıkta dolaşan bazı rivayetler var. Hurafe de diyebilirsiniz, “Dünya vahşi kapitalizme gidiyor” imiş. Kimisi de pek kesin konuşmasa bile böyle bir olasılıktan söz ediyor.

 

 

VAHŞİ KAPİTALİZM BİLGİSİZLİĞİ


Önce kavramı kavramak gerekiyor. “Vahşi Kapitalizm”, kapitalizmin vahşi olanı değildir. Burada “vahşi” niteliği, sömürüdeki ağırlığı ve şiddeti tanımlamıyor. Öyle olsaydı, emperyalizm en vahşi kapitalizm olarak bu tanımı herhangi bir kapitalizme bırakmazdı.

 

Vahşi Kapitalizm, tarihsel bir dönemi tanımlamaktadır, kapitalizmin serbest rekabet çağını tanımlayan bir terimdir.

 

Serbest rekabet, en sonunda işgücünün maliyetini düşürmek için rekabettir. Bunun yolu da ücretleri düşürmektir ya da teknolojiyi geliştirmektir. Her iki seçenek de işgücünün maliyetini düşürür. Biri işçiyi daha düşük ücretle çalıştırarak, diğeri ise işgücünün verimliliğini yükselterek.

 

Serbest rekabet, kapitalizmin ilerici çağının ilişkisidir. O sayede kaynaklar verimliliğe göre dağılır. Yeni teknolojiler bu ortamda keşfedilir. Kapitalizmin devrimci olduğu çağdan söz ediyoruz.

 

O çağın romanlarını hatırlayalım. Charles Dickens’in Antikacı Dükkânı romanını dayım Orhan Olcaytu hediye etmişti. Orta okuldaydım. 600 sayfaydı. Başladığım işi bitirmeden rahat edemem, bitirene kadar ben de romandaki çocuk işçiler gibi eziyet çektim. İngiltere’nin o serbest rekabet ya da Vahşi Kapitalizm döneminde çocuk işçilerin ve genel olarak emekçilerin sırtındaki ağır sömürü koşullarını zevk alarak okuyamazdım elbette.

 

Ya da Emile Zola’nın Germinal’i. Gerçi 1860 yılının romanıdır ancak madenlerdeki Vahşi Kapitalizmin olağanüstü sanatsal anlatımıdır.

 

 

DÖNÜŞ YOLLARI KAPALI


İnsanlığın önünde Vahşi Kapitalizm yok. Emperyalizm çağından, hele günümüzün Mafyalaşan Emperyalizmden rekabet kapitalizmine dönüş yolu bütünüyle kapalıdır. “Vahşet” artabilir mi ayrı soru, ancak Vahşi Kapitalizm, kapitalizmin vahşetinin artması anlamına gelmiyor. Tekellerin kalkması, serbest rekabetin geri gelmesi olasılığı varsa, o zaman Vahşi Kapitalizme gidişten söz edilebilirdi. Böyle bir olasılık yok.

 

 

BEĞEN BEĞEN AL


Peki bu “Vahşi Kapitalizm geliyor” gevezeliğinin sebebi nedir?

 

Kavramı bilmeyenler için söylenecek bir şey yok. İnsanlığın sorunu, onların kavramları öğrenmesi değildir. Ancak kapitalizmin itibarlı teorisyenlerinin bu tür lafları etmesinin bir anlamı var. İnsanlık emperyalist mafya sisteminin çıkmazında büyük bir arayışa girmiştir ve önümüzde kamucu yönelişlerden ve millî demokratik devrimlerden başka bir seçenek bulunmuyor. Emperyalist sistem bu aciz durumda, statükoyu sürdürebilmek için savunma mekanizmalarını seferber ediyor. “Vahşi kapitalizm geliyor” öngörüsü de, işte bu tepkilerden biri oluyor. O sayede emperyalist kapitalizmin çıkmazında, önümüzdeki seçenek yine de kapitalizmin içinde kalıyor. İnsanlık kapitalizm dışında bir çözüm düşünemeyecek! Varsa yoksa kapitalizm! Kapitalizmlerden kapitalizm beğenin! Vahşisi de var, sevimlisi de!

 

 

HEGEMONYACILIĞIN VE DOLAR SALTANATININ SONU


Korku ve telaş büyük!

 

Öyle gözüküyor ki, emperyalist mafya-gladyo sistemi can çekişmektedir. İnsanlık ve Türkiye, hemen birinci aşamada kapitalist özel mülkiyeti bütünüyle tasfiye edecek bir süreçte değil, ancak başka kapitalist ülkeleri de baskı altına alan “küreselleşme” denen millî devletleri yıkıma uğratma girişimi iflas etmiştir. Hegemonyacılığın ve dolar saltanatının sonuna gelmiş bulunuyoruz. İdeolojik düzlemde her türden liberalizm itibardan düşüyor ve emperyalist Batının sahte demokrasisi bütün iddialarını yitiriyor.

 

İnsanlık, Dünya Devrimi anlamında toptan bir değişmenin eşiğinde değil, ancak önümüzdeki devrim dalgası Asya’dan kapitalizmin merkezlerine doğru birçok ülkeyi şu veya bu ölçüde etkileyecektir.

 

Yaşanan süreci saptamak anlamlı olur. Yükselen eğilimler:

 

Gelişen dünyada millî devletlerin pekişmesidir. Korumacılığın geri dönüşüdür.


Devlet kapitalizminden sosyalizmin emekleme dönemine uzanan çeşitli örneklerde kamuculuktur.


Dolar merkezli finans sisteminin çökmesi, bölgesel para ve banka sistemlerinin kurulması ve gelişmesidir. Ayrıca millî paralarla ticarettir.


Daha paylaşmacı, göreli daha adil paylaşma modelleridir.


İdeolojik düzlemde Kamucu Milliyetçiliğin ve Bilimsel Sosyalizmin kuvvet kazanması ve yayılmasıdır.


Halka dayanan, disiplinli Devrimci Demokrasinin yükselişidir.


İnsanlığın karşılaştığı büyük tehlikelere karşı uluslararası ölçekte işbirliğidir.


Çok Kutuplu Dünyadır.


Toplam olarak bakarsak, “Millî Demokratik Devrimler ve Sosyalizme Açılma Çağı”nda güçlü bir atılımın eşiğindeyiz.

 

İnsanlık, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki Demokratik Devrimlerden sonra, 20. Yüzyılın Mazlumlar Dünyasında Rusya, Türkiye ve Çin devrimlerinin önderlik ettiği millî demokratik devrimleri yaşadı.

 

Şimdi üçüncü büyük demokratik devrim dalgası gelmektedir ve bu dalga aynı zamanda sosyalizme açılan atılımları da bağrında taşıyor.

 

Türkiye, Asya merkezli yeni devrim dalgasının öncü ülkeleri arasındadır.

 

 

KİTAPLAR

FİLM


Brigitte Bardot ve Jeanne Moreau’nun başrollerini paylaştığı Viva Maria! Yönetmen Louis Malle, 1965 yapımı Fransız filminde bir Latin Amerika ülkesi devrimini gerçek üstü bir anlatımla, eğlenceli fantazilerle canlandırıyor. Birbirini kıskanmayan iki büyük artist ve yine birbirini kıskanmayan iki etkili kadın devrim önderinden başarılı sahneler. Jeanne Moreau bu filmdeki rolüyle ödül kazanmış, ancak Brigitte Bardot’nun oyunu bize kalırsa daha etkili. Mesajları güçlü, artistleri etkili, sürükleyici bir film. Ava Maria’ya karşı Viva Maria mesajını zevkle izleyebilirsiniz.

***

 

Merhaba Kamuculuk-27: Dolar saltanatı yıkılıyor

 

Bütün dünyanın ortak saptamasını yedi iklimden duyuyoruz: Yeni bir dünya kuruluyor.

 

 

YIKILAN DÜNYA VE KURULAN DÜNYA


Peki Yeni Dünyayı nasıl tanımlayabiliriz, neler oluyor ve olacak?

 

Öncelikle şunu belirtmeliyiz: İnsanlık ve Türkiye, kapitalist özel mülkiyeti hemen birinci aşamada bütünüyle tasfiye edecek bir süreçte değil, ancak Hegemonyacılığın ve Dolar Saltanatının sonuna gelmiş bulunuyoruz.

 

İdeolojik düzlemde ise, her türden liberalizm itibardan düşüyor ve emperyalist Batının sahte demokrasisi bütün iddialarını yitiriyor.

 

İnsanlık, kamucu, paylaşmacı, halkçı, aydınlanmacı ve devrimci bir uygarlığın eşiğindedir; Asya Uygarlığı çağına girmektedir.

 

 

ESKİYEN ÇAĞIN İKİZLERİ: HEGEMONYACILIK VE DOLAR SALTANATI


Hegemonyacılık ile Dolar Saltanatı, günümüzdeki emperyalist kapitalist sistemin iki ayağıdır.

 

Hegemonyacılık, ABD emperyalizminin yalnız Ezilen ve Gelişen Dünya üzerinde değil, aynı zamanda kapitalizmin gelişmiş ülkeleri üzerinde de denetim ve tahakkümdür. ABD Süper devletinin dünya efendiliği iddiasına Hegemonyacılık deniyor. Tek Kutuplu Dünya ya da Küreselleşme denen program, ABD Hegemonyacılığının hedefi idi. ABD’nin Dünya Efendiliği iddiasının ideolojisi ise, Neolibealizm ve Post-Modernizmdir.

 

Dolar Saltanatı, Hegemonyacılığın malî alandaki kurumlaşmasıdır. 1945 sonrasında Hitler’in çizmesini giyen ABD emperyalizmi, Dolar Saltanatını inşa ederek, aynı zamanda dünyanın diğer gelişmiş kapitalist ülkeleri üzerinde de bir haraç ve tahakküm sistemi kurdu.

 

 

HARAÇ SİSTEMİ


Dikkat ederseniz sömürü sistemi demiyoruz, Haraç Sistemi kavramını kullandık. Kapitalizmin sömürü sistemi, ücretli işçinin sömürüsüdür. Piyasada, ürünler içindeki toplumsal ortalama emek miktarına göre değişilir, başka deyişle eşdeğerler değişilir. Ancak işgücü, eşdeğeriyle değişmez. Sermaye sahibinin elinde bir artı-değer kalır. Buna kâr diyoruz. Kapitalist sömürü biçimi, kârdır.

 

Dolar Saltanatının Haraç Sistemi, kârdan farklıdır.

 

Haraç sistemi, sömürü sistemi değildi, yağmadır.

 

Feodal ya da Kapitalist sömürü sistemlerinde, toprağa bağlı köylünün ya da işçinin artı emeğine el konmaktadır. Sömürü, üretim sürecinde elde edilir.

 

Dolar Saltanatı ise, ürünlere silah zoruyla el konulmasıdır. Olay, üretim süreciyle bağlantılı değil. Söz konusu olan, son kertede üreticinin soyulması, üretenlerden haraç alınmasıdır.

 

Kağıt, yeşil mürekkep ve baskı giderleriyle basılan dolar, ürünlerle değiştiriliyor. Bu ilişkide kapitalizmin Eşdeğerlerle Değişim Yasası geçerli değil, başka deyişle serbest piyasa yok. Zorbalık var. Eşkiya, silahını dünyanın şakağına dayıyor ve ürünlere el koyuyor. Size verdiği dolar, kullanım değeri olarak, olsa olsa sobada yakmaya veya burnunuzu silmeye yarayabilir. Ama karşılığında verdiğiniz ürünler, kullanım değeri içeriyor.


İşte Dolar Saltanatı, bu nedenle bir Haraç ya da Yağma Sistemidir.

 

 

AYI BAL KOVANINI DAĞITIYOR


ABD, bu sistemde insan değil fakat ayı konumundadır. Çünkü insan ya da sömüren insan, balı alırken arı kovanını dağıtmaz. Ama ayı, balı yemek için arı kovanını dağıtır.

 

ABD emperyalizmi de, Dolar Saltanatı ile Eşdeğerlerin Değişimi Sistemini, ya da piyasa sistemini bütünüyle kenara itiyor ve üretimi baltalıyor, bir bakıma kapitalist üretim ilişkilerini dağıtıyor. O nedenle Haraç sistemi diyoruz.

 

Dolar Saltanatının olduğu bir dünyada serbest piyasadan ve rekabetten söz edilemez. O nedenle Dolar Saltanatı kapitalizm açısından dahi ayak bağıdır, üretimin ayaklarına vurulan prangadır. Bu sistem, emperyalizm döneminde serbest piyasa sisteminin gemlenmesinde varılan en aşırı noktadır.

 

 

SİLAHLI DEVLET AYGITI


Haraç Sisteminin olmazsa olmazı, üstün silahlı devlettir. İşte Dolar Saltanatının esrarı buradadır. ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında nükleer silahları da içeren üstün silahlı gücüyle Dolar Saltanatını kurmuştur. ABD’nin aynı zamanda NATO üyeleri üzerindeki baskı aygıtı olan Atlantik Paktı, Dolar Saltanatının en önemli araçlarından biridir. ABD, kendi silahlı gücü yanında NATO aracılığıyla da kendi müttefikleri dahil, bütün dünyaya Dolar Saltanatını dayatmıştır.

 

ABD tahvillerinin ve kağıtlarının bütün dünyaya dayatılması da Dolar Saltanatının başlıca araçları arasındadır.

 

Çin gibi ABD’den bağımsız ülkeler dahi, ABD’nin silahlı saldırganlığını yatıştırmak için, Dolar yedekleyerek ve ABD kağıtları alarak ABD’ye haraç vermektedir. Kabadayıya haraç verelim de bizim dükkanımızın camını çerçevesini dağıtmasın: Çin’in ABD’yi barışçı yoldan geçme stratejisinin mantığı budur!

 

 

DOLARIN TAHTI YIKILIYOR


Ne olacak, sorusunun güncel yanıtına geldik: Dolar saltanatının tahtı yıkılıyor, tacı yerlerde yuvarlanıyor. Dünyadaki en önemli değişiklik budur.

 

ABD Emperyalizminin Mafya-Gladyo-Dolar sistemi çöküyor. Çökmekte olan sistem, kapitalizm değildir. Emperyalist sistemin son dönemdeki Hegemonyacılığı ve Malî Sermaye diktasıdır.

 

 

ABD’NİN SAVAŞ MAKİNASI TEHDİT YETENEĞİNİ KAYBEDİYOR


Dolar Saltanatının yıkılması, yalnız ekonomik-malî süreçlerin sonucu değildir, bununla bağlantılı olarak ve daha da önemlisi ABD’nin savaş aygıtını dengeleyen silahlı devlet güçlerinin oluşmasıdır. Evet eşkiya silahlıdır, ama eşkiyanın tehdidini dengeleyen büyük silahlı direnç mevzileri oluşmuştur. Bunlar, Çin ve Rusya’dan Türkiye’ye kadar uzanan devletlerdir.

 

 

ABD’NİN DİŞLERİNİ SÖKEN DEVLETLER


Mehmet Perinçek’in yazılarından öğreniyoruz: ABD silahlı güçlerinin ve strateji kurumlarının yaptığı çok sayıda değerlendirmede, önümüzdeki bir dünya savaşını ABD’nin kazanamayacağı saptanmış bulunuyor. Çin ve Rusya ittifakı karşısında ABD yeniliyor. (Dr. Mehmet Perinçek, Dünya Savaşı mı Geliyor, Independent Türkçe, 3 Mayıs 2020, www.indytrurk.com/node/172661).

 

Kaldı ki ABD bölgesel savaşlarda da yenilmiştir:

 

  • Suriye’nin ve Irak’ın direnişi,

 

  • Türk Ordusunun ABD piyonlarına ve darbe girişimlerine karşı kazandığı başarı,

 

  • ABD ve İsrail’in tehditlerine karşı Türkiye-Libya işbirliğinin Doğu Akdeniz’de gösterdiği kararlılık,

 

  • Batı Asya’da ABD’ye karşı oluşan ittifak,

 

  • Çin’in ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin Pasifik’te ABD silahlı tehdidine meydan okumaları,

 

  • Avrupa’nın ABD’den ayrı bir Ordu kurma girişimleri,

 

  • Rusya’nın ABD karşısında etkin bir silahlı güce sahip olması,

 

  • Başta Venezuela olmak üzere Latin Amerika ülkelerinin ABD darbelerini etkisiz kılmalar.

 

Özeti ABD’nin köpek dişleri dökülüyor. Elbette kendiliğinden değil. İçinde Türkiye’nin de bulunduğu Gelişen ve Ezilen Dünya Devletleri ve hatta ABD’nin Avrupalı müttefikleri, ABD’nin silahlı tehdit gücünü dengelemenin ötesinde yenilgiye uğratıyorlar. Bunun anlamı, eşkiya ihtiyarlamıştır. Artık korkutucu etkisi zayıflamıştır, Dolar Saltanatını ayakta tutmaya yetmiyor.

 

 

ŞİŞEN DOLAR BALONU PATLADI PATLAYACAK


İkinci önemli gelişme, dünyadaki finans balonunun aşırı şişmesidir. Bu balon, Dolar Saltanatının balonudur. ABD, dünyaya Dolar ihracında öyle bir sınıra geldi ki, balon patladı patlayacak.

 

Hakan Topkurulu arkadaşımızın Aydınlık’taki yazılarını dikkatle izleyelim. Koronavirüs krizi üzerine FED’in (ABD Merkez Bankası) aktif büyüklüğü 6 Trilyon Doları geçti. Yakında balon patlamış ve sönmüş olarak Washington yöneticilerinin ve Pentagon kurmaylarının elinde kalacak.

 

 

MİLLİ PARALARLA DEĞİŞİM SİSTEMİ YAYILIYOR


Avrupa’nın Avrosu, Doların Saltanatını sınırlayan yükselişini sürdürüyor.

 

Bütün dünyada Dolar Saltanatına karşı millî paralarla ticaret eğilimi güçleniyor. Başta Çin, Rusya, İran, Türkiye olmak üzere birçok ülke aralarındaki ticarette Doları terk etmekte ve millî paralarla değişime yönelmektedir. “Swap” aracılığıyla millî paralarla değişim uygulamaları da bu tabloya eklenmelidir.

 

Bütün bunların anlamı. Doların değişim alanı daralıyor ve Haraç Toplama sistemi sallanıyor.

 

 

ABD’NİN DÜNYA EKONOMİSİNDEKİ KRALLIĞI SON BULDU

 

Ekonomik etkenler içinde en önemlisi, ABD ekonomisinin dünya ölçeğindeki saltanatının sonuna gelmiş bulunmamızdır. 1960’larda Dünya ekonomisinin neredeyse yarısını üreten ABD’nin payı bugün yüzde 15’in altına düşmüştür. Çin’in olağanüstü yükselişi ABD’nin dünya ekonomisindeki konumuna son verdi.

 

Önümüze bakarsak durum, ABD açısından parlak gözükmüyor. 2030 yılında Dünya Ekonomisinde Çin 64 trilyon Dolarla birinci, Hindistan 46 trilyon Dolarla ikinci, ABD 31 trilyon Dolarla ancak üçüncü konumda. Arkasından gelen ülkeler ise, sırayla Endonezya, Türkiye, Brezilya, Mısır ve Rusya gibi Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri. Japonya ve Almanya, ilk on ülkenin sonuncuları.

 

 

EŞKİYA DÜNYAYA HÜKÜMDAR OLMAZ


Toplam olarak değerlendirirsek, ABD’nin Dolar Saltanatı yıkılıyor, ABD’nin 75 yıllık Haraç sisteminin sonuna gelmiş bulunuyoruz.

 

Dolar Saltanatı, atık İstiklâl Marşımızın söyleyişiyle “Tek dişi kalmış canavar”dır.

 

Türkü ne güzel söylüyor: Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz.

 

Dolar merkezli finans sisteminin çökmesi, bölgesel para ve banka sistemlerinin kurulması sürecini ateşlemektedir.