AKP Kapatılmalı, Tayyip Erdoğan Yargılanmalıdır (2005)

İşçi Partisi'nin AKP ve Recep Tayyip Erdoğan hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği dilekçe.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na
Ankara

Konu : Anayasa’nın 68/4. maddesine aykırı eylemlerin odağı haline gelen AKP’nin
kapatılması için dava açılması ve sorumlu Başbakan RecepTayyip Erdoğan’ın cezalandırılması için Anayasa’nın 83 ve 100. maddeleri uyarınca işlem yapılması istemidir.

Olaylar :

1) Ocak 1977 “Rand Corporation” raporu 

1997 yılı Ocak sonunda CIA'nın yan kuruluşu olan Rand Corporation bir rapor hazırlayarak ABD Hükümetine verdi. Bu raporda, "İran'da Şah'ı terk etmede ABD gecikti. Türkiye'de aynı hatayı yapmayalım geleneksel ANAP, DYP gibi partilerle Türkiye'yi artık denetin altında tutma imkânları kalmamıştır. Türkiye'de artık İslamcı partiyle ABD, çıkarlarını koruyabilir ve Türkiye'ye uygun gördüğü misyonu uygulatabilir. Bu bakımdan gecikmeyelim. Artık Refah Partisi'ni iktidar seçeneğimiz olarak destekleyelim" deniyor. 1977 yılında basına da yansıyan bu rapordan anlaşılacağı gibi, Recep Tayip üstlendiği göreve ABD temsilcisi olarak getirilmiştir. 

2) İsrail Büyükelçisi David Sultan’la gizli görüşme

Recep Tayip Erdoğan, siyasal yükselişinde, amaçları ılımlı İslam’ı iktidara taşımak olan Pentagon ve CIA'nın Ortadoğu ve Ön Asya masalarınca desteklenmiştir. Bu kapsamda, 18 Temmuz 2001 günü, İsrail Büyükelçisi David Sultan'la gizli bir görüşme yapmıştır. Basında bu buluşmada nelerin konuşulduğu tartışılmış, açıklaması istenmiştir. “Yenilikçilerin lideri”nin, İsrail Büyükelçisi Sultan'a, "Yeni kurulacak partinin, İsrail ve Amerika'nın politikalarına ters düşmeyeceği" yolunda garantisi verip vermediği sorulmuştur.

3) Henüz milletvekili dahi değilken Türkiye adına yapılan görüşmeler ve verilen taahhütler

3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinde, hükümlü olması nedeniyle milletvekili seçilemeyen Recep Tayip Erdoğan, seçimlerden hemen sonra “Başbakan” gibi davranmaya başlamış ve çeşitli girişim ve görüşmelerde bulunmuştur. Milletvekili sıfatı olmayan, milletvekili seçilme hakkı bile olmayan, kanunlara göre parti üyesi ve parti genel başkanı olma hakkı bulunmayan Recep Tayip Erdoğan, sorumsuz ve yetkisiz bir şekilde hükümet işlerini yürütmeye başlamıştır.

Yunanistan Başbakanı Simitis ile Türkiye adına, Türkiye devletinden gizli yazışmalar ve gizli görüşmeler yapmıştır. Türk Cumhuriyeti’nin resmi politikasını dışlayarak Kıbrıs için KKTC’nin haritadan silinmesine yol açacak “Belçika modeli”ni savunmaya başlamıştır. 18 Kasım 2002 günü Yunanistan Başbakanı Simitis ile yaptığı görüşmelere Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dışişleri Bakanlığı'nın yetkilileri alınmamıştır.. Türkiye'nin Yunanistan Büyükelçisi Yiğit Alpogan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Akın Alpturan ve Dışişleri Bakanlığı Türkiye-Yunanistan İlişkileri Masası Yetkilisi Baki İlkin kapının dışında bekletilmiş ve görüşme tutanağa kaydedilmemiştir.

Yabancı devletlerden yetkisiz ve sorumsuz kimselerle Türkiye'yi temsil ediyormuş gibi görüşmeler yapmayı ve ilişkilerde bulunmayı ısrarla sürdürerek yabancı devletlerle Türkiye’ye karşı tertipler içine girmiştir. Denktaş’a „masadan kaçma“ diyerek düşmanın tarafında saf tuttuğunu göstermiştir.

4) AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’e özel kurye ile gönderdiği mektup

Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Genel Seçimlerden hemen sonra 4 Kasım 2002 tarihinde, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’e özel kurye ile bir mektup göndermiştir. Ekte örneğini sunduğumuz bu mektup, 17 Ocak 2004 günlü Star Gazetesinde Hayrullah Mahmut’un köşesinde yayımlanmış, fakat bugüne kadar yalanlanmamıştır.

Mektup, içeriğinden de anlaşılabileceği gibi, gizlidir ve “ortak dostlar” olarak tanımlanan kurye kullanılarak ulaştırılmıştır. İlişkinin Türkiye halkının ve yetkililerinin bilgisi dışında yürütülebilmesi için özel cep telefon numarası da verilmektedir.

Mektupta, Türkiye Genelkurmayı, 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarından rahatsız olduğu gerekçesiyle, ABD Savunma Bakan Yardımcısına şikâyet edilmektedir. ABD Savunma Bakan Yardımcısından, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı ile kendisi arasında arabuluculuk yapması istenmektedir.

Mektup dikkatle incelendiğinde amir–memur ilişkisini yansıttığı görülmektedir. Mektubu yazan AKP Genel Başkanı, memur konumunu benimsemiştir ve hitap ettiği ABD Savunma Bakan Yardımcısını amiri olarak görmektedir. Muhatabına açıkça sadakat sözü vermektedir.

İşte bu koşullarda, ABD merkezli dış müdahale ile önce Siirt seçimleri iptal ettirilmiş, arkasından da Recep Tayip Erdoğan’ın yasağı kaldırılarak milletvekili seçtirilmiş “Başbakanlık” koltuğuna oturtulmuştur.

Seçimlerden en yüksek oyu alarak çıkan bir siyasi parti liderinin, kendi ülkesinin Genelkurmay Başkanı ile görüşebilmesi için yabancı bir ülkenin Savunma Bakan Yardımcısının yardımını istemesi, yabancı bir devleti ve onun yetkililerini, Türkiye’nin iç işlerine müdahaleye çağırmaktır. Türkiye Devletinin egemenlik hakkının, dış müdahale ile zayıflamasına fırsat vermektir.

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi ülkesinin Genelkurmay Başkanı ile “mahrem” bir toplantı yapmak istemektedir. Ancak bu toplantı, kendi ülkesinin halkına ve yöneticilerine gizli, ABD Savunma Bakan Yardımcısına aşikârdır. Bunun, ulusal güvenlik ve bağımsızlıkla bağdaştırılması mümkün değildir.

AKP Genel Başkanı, eyleminin bu sonuçlara yol açtığını biliyor olmalıdır ki, mektubunu “ortak dostlar” diye nitelendirdiği özel kurye aracılığıyla ve gizlice göndermektedir.

Bu eylem, Türk Ceza Yasası’nın 302. maddesinde düzenlenen “Devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmak” (Devletin bağımsızlığını azaltmak) suçuna karşılık gelmektedir.

Üstelik bu eylem “Genel Başkan” sıfatıyla işlenmiştir. 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 13. maddesine göre Genel Başkan, siyasi partilerin “merkez organları”ndandır ve 15. madde uyarınca “Partiyi temsil yetkisi Genel Başkana aittir”. Dolayısıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın “Genel Başkan” sıfatıyla gerçekleştirdiği bu eylem tüm partiyi bağlar.

Recep Tayyip Erdoğan açısından aynı zamanda kişisel suç oluşturan bu eylem, kendisinin halen Başbakanlık koltuğunu işgal etmesi nedeniyle –ekte bir örneği sunulan Ankara DGM C. Başsavcılığı’nın 10.02.2003 tarih ve Hz. 2004/30, K.2004/11 sayılı kararıyla- “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 100. maddesi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü’nün 107. maddesine göre, Başbakan hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının en az onda birinin vereceği önerge ile soruşturma açılması istenebil(eceği)” ve DGM C. Başsavcılığı’nın “soruşturma yetkisi olmadığı” gerekçesiyle soruşturulamamıştır. Bu nedenle görev, Başsavcılığınıza düşmektedir.

5) Türkiye’ye biçilen misyon: “Yıkılan Arap hanedanlarının” boşluğunu doldurmak

Daha 2001 yılında Recep Tayyip Erdoğan'ın önderlik ettiği partinin "projesi", Türkiye'nin misyonunu şöyle tanımlamıştır:

"Türkiye Ortadoğu'da emperyal bir güç olmalıdır. ABD Ortadoğu'daki menfaatlerini Arap hanedanlarına dayamıştır ve ülke halkları arasında giderek yükselen demokrasi talepleri karşısında bu hanedanlıklar yıkılabilir. Böyle bir tehlike karşısında ABD için en iyi müttefik ancak Türkiye olabilir." (Hürriyet ve Cumhuriyet, 31 Temmuz 2001)
6) Diyarbakır'ı kukla devletin merkezi yapma ihaneti
Tayyip Erdoğan, Türkiye Anayasasını ve kanunlarını değil, ABD projelerini uygulamakla görevli olduğunu 15-16 Şubat gecesi Kanal D Televizyonu Teke Tek Programında bir kez daha itiraf etmiştir. "ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde, Diyarbakır, bir yıldız, bir merkez olacak" demiştir.

Tayyip Erdoğan'ın konuşması aynen şöyledir: "Şu anda Amerika'nın da Büyük Ortadoğu Projesi var ya, Genişletilmiş Ortadoğu, yani bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir. Bunu başarmamız lazım." Tayip Erdoğan’ın bu sözleri konuşma sabahı yayımlanan gazetelerde de yer almıştır.

Bu konuşmanın ardından Abdullah Öcalan da, Tayyip Erdoğan'ın Ortadoğu Projesindeki bu görevini desteklediğini söylemiştir. Böylece. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Öcalan, ABD Projesinde buluşmuşlardır.

ABD'nin “Büyük Ortadoğu” ya da yeni ismiyle “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” (GOKAP)'nin içeriği, ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice tarafından ilan edilmiştir. Bu projede, Moritanya ve Fas'tan Orta Asya'ya kadar Müslüman halkların yaşadığı 24 ülkenin haritalarının ve rejimlerinin değiştirilmesi öngörülüyor.

Herkesin bildiği gibi, ABD'nin "Büyük Ortadoğu Projesi", İsrail-Kürdistan ekseni üzerine kuruludur. ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayınlanan haritada, Diyarbakır, sözde Kürdistan, gerçekte İkinci İsrail devleti içinde gösterilmektedir. Haritanın resmî olmadığı yolundaki iddialar da artık yerle bir olmuştur. Çünkü Türkiye'yi parçalanmış gösteren harita, en son İtalya'daki NATO toplantısında yeniden sergilenmiş ve bunun üzerine Türk subayları toplantıyı terk etmiştir.

Tayyip Erdoğan'ın tekrarladığı görev açıklamaları, işlenmekte olan bir suçun itirafıdır. Diyarbakır’ın merkez yapılacağını söylediği ABD'nin GOP projesi içinde ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice'ın apaçık söylediği gibi, haritası değiştirilmek istenen 24 ülkeden birisi de de Türkiye'dir.

7) Aynı tezkere ile hem yurtdışına asker sevk etmek, hem de yabancı askere geçiş azni vermek girişimi

Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi, 2003 yılı içinde ABD yöneticilerinin isteklerine uyarak, Meclis'i açmaza sokmak için, yurtdışına Türk askeri sevketme izni ile yabancı asker bulundurma iznini aynı tezkere içinde Meclise getirme planını uygulamaya çalıştılar. O zaman Meclis, Türk Ordusu'nun MGK kararında belirtildiği gibi, millî menfaatler gereği Kuzey Irak'a asker sevk etmesine evet diyebilmek için, Amerikan askerine de evet demek durumunda bırakılmak istendi

8) AKP Hükümetinin ABD ile yaptığı 14 maddelik gizli mutabakat

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek 13 Temmuz 2003 günü düzenlediği basın toplantısında AKP Hükümetinin ABD ile yaptığı gizli mutabakatı açıklamıştı. Doğu Perinçek bu gizli mutabakatın hazırlanışını ve gelişmeleri şöyle açıklıyordu: “Uzun süredir Türkiye’ye dayatılan mutabakat, ABD Dışişleri Bakanı Powell ile Abdullah Gül arasındaki görüşmelerde iki sayfalık ve dokuz maddelik bir metin halinde kabul edilmiştir. Abdullah Gül, bu gizli anlaşmayı Sedat Sertoğlu’na itiraf etmiştir (Bkz. Vatan, 24 Mayıs 2003). Dışişleri Bakanı Müsteşarı Uğur Ziyal’ın 15-19 Haziran 2003 tarihleri arasında Washington temasları ‘Gizli Mutabakat’ zemininde yürütülmüştür. Ziyal’ın temaslarından sonra Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan özel toplantıda verdiği bilgiler de ‘Gizli Mutabakat’ ile aynı yöndedir. ‘Gizli Mutabakat’, en son geçen hafta (yani, 2003 Haziran ayı sonunda) AKP Hükümeti ile ABD üst düzey yetkilileri arasında yapılan gizli görüşmelerde sonuca bağlanmıştır”.

Açıklanan bu 14 maddelik “Gizli Mutabakat” özetle şöyledir:

Türk askeri Irak'ın kuzeyinden dört ay içinde çekilecek. Sınır harekâtlarına son verilecek. PKK/KADEK'E karşı Türkiye içinde yapılacak askerî harekâtlar için, ABD askerî makamlarına haber ve bilgi verilecek, izin alınacak. Aksi halde Türkiye'ye ambargo ve askerî yaptırım uygulanabilecek. ABD'nin İran ve Ortadoğu harekâtlarına aktif destek verilecek. Türk ordusunun asker ve silah gücü indirilecek. Irak'ın kuzeyinde ilan edilecek kukla devlet, Türkiye tarafından resmen tanınacak. PKK/KADEK yasallaştırılacak ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılacak. Türkiye'de belediyelerin özerkleştirilmesinden sonra dört yıl içinde aşamalı olarak federasyona geçilecek. Kıbrıs'ta, Denktaş "Arafat modeli" uygulanarak devredışı bırakılacak ve Annan Planı küçük değişikliklerle uygulanacak. Ege kıta sahanlığı konusunda Türkiye, Yunan doktrinine daha esnek davranacak, Türk jetlerinin uçuş alanı daraltılacak. Ermenistan'a yönelik kısıtlamaların kaldırılacak. Kuzey Irak'taki Kürdistan sınırları içinde, özellikle Kerkük, Süleymaniye ve Musul'da yaşayan Türkmenler, ABD tarafından güvenli biçimde Bağdat'a ve Irak'ın diğer bölgelerine taşınacak, onlara taşındıkları yerlerde iş olanakları sağlanacak.

Bu “Gizli Mutabakat”ın ilk adımının, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell 2 Nisan 2003 tarihinde Türkiye’ye geldiğinde, Abdullah Gül ile yaptığı özel görüşmede hazırlanan 9 maddelik bir planla atıldığı anlaşılmaktadır. Abdullah Gül, Powell’la yaptığı bu görüşmenin perde arkasını, görüşmeden yaklaşık bir ay sonra Vatan Gazetesi yazarı Sedat Sertoğlu’na anlatmıştır. 24 Mayıs 2003 tarihli Vatan Gazetesinde de aktarıldığı gibi Abdullah Gül, Sedat Sertoğlu’na şunları söylemiştir: “Ben bu gezileri yapmadan önce, şimdi senin oturduğun koltukta (eliyle koltuğa vurarak) ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu. Onunla 2 sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki. Powell, Suriye’ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var”.

Aslında, gerek ülkemizde ve gerekse bölgemizde daha sonra yaşanan gelişmeler de dikkatle incelendiğinde –Abdullah Gül tarafından da zımnen itiraf edilen- bu plan ve mutabakatın, adım adım uygulanmakta olduğunu saptamak mümkündür.

Bireysel olarak, Türk Ceza Yasası’nın, “Devletin güvenliğine karşı Suçlar” bölümünde düzenlenen 302, 304 ve 309. maddelerinde yazılı suçları oluşturan ve ağır cezaları gerektiren bu eylemin, örgütsel anlamda da parti kapatma nedeni olacağı açıktır.

9) Amir-memur ilişkisi

ABD, Savunma Bakanı Rumsfeld, 2003 yılı Temmuz ayında Tayyip Erdoğan'a yazdığı mektupta, Türk ordusuna karşı yaptıkları silahlı harekâtın sebebini açıkça ortaya koymuştur:

"Bizim askerî güçlerimizin çabuk hareket etmelerinin sebebi, bir suikast tehdidi ve Koalisyona karşı eylemlerin bölgeyi hızla istikrarsızlaştıracak sonuçlar doğurabileceği idi. Ayrıca gözaltına alınan üniformasız personel ile birlikte hiç beklenmedik bir şekilde çok sayıda silah, patlayıcı madde, detantör ve zamanlama cihazı ele geçirilmesi, varolan kuşkularımızı daha da artırdı. (...) Türk hükümetinin Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetine karşı zararlı bir harekete yetki vermeyeceğini ve bu hareketleri desteklemeyeceğini biliyoruz." (Hürriyet, 18 Temmuz 2003.)

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Kuzey Irak'ta ABD'nin başında bulunduğu "Koalisyon"a karşı silahlı eylemler yaptığını; Türk Ordusu'nun bu eylemlerinin, Irak'taki gerilla mücadelesini güçlendirdiğini ve ABD'nin istikrar kurmasına zarar verdiğini; Tayyip Erdoğan hükümetinin, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin değil, ABD ordusunun yanında yer alması gerektiği belirtilen bu mektuba muhatap olmayı kabul eden ve bu mektubu Rumsfeld’e iade etmeyen Tayyip Erdoğan, ABD’nin memuru konumunu kabul etmiş olmaktadır.

10) İsrail’in isteği ile Urfa’da yapımına başlanan Yahudileştirme projesi

2004 yılı yazında basına da yansıdığı gibi, Şanlıurfa'nın göbeğine 186 bin metrekarelik alanda küçük bir "İsrail" kurma girişimine başlanmıştır. Dinler ve Kültürler Parkı adı verilen merkezde, bir sinagog ve bir de kilisenin yer alacağı, misyonerlik merkezi gibi çalışacak bu parkın yapımına içinde sinagog olması şartıyla İsrail’in 20 milyon dolar vereceği açıklanmıştır. 

Tepkiler üzerine AKP iktidarının rafa kaldırmak zorunda kaldığı Yahudi Urfa Projesi, Erdoğan'ın son İsrail gezisinden sonra yeniden uygulamaya konulmuştur. Yahudi Parkı'nın temeli 14 Mayıs 2005 günü, bizzat Tayyip Erdoğan tarafından atılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e yaptığı gezide İsrail hükümetine bu proje'nin uygulanması konusunda söz verdiği anlaşılmaktadır.

11) Türkmen direnişçilerinin adlarının ABD’ye bildirilmesi

Yine basına yansıyan bilgilere göre Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisinin Tel Afer harekâtında, ABD işgal ordusuyla birlikte çalıştığı anlaşılmaktadır. 2004 yılında, Tel Afer'de operasyona devam eden ABD Ordusu'na karşı topraklarını savunan 2 bin 400 Türkmen'in adı Tayyip Erdoğan yönetimi tarafından Amerikalı yetkililere verilmiştir.

12) Tayyip Erdoğan'ın PKK'yı masaya çağrılması ve “suç için anlaşma girişimi”
PKK’nın terör eylemlerinin artması üzerine 2006 yılı Nisan ayı içinde ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisi Rosswilson’un “tarafları sükûnete davet ediyoruz“ sözlerinden hemen sonra bu davete uyan Tayyip Erdoğan “silahı bırak masaya gel“ diyerek PKK’ya çağrı yapmıştır.
Recep Tayyip Erdoğan, 6 Nisan 2006 günü, PKK’ye seslenerek; “Eğer legal bir yaşamın içindeyseniz, demokratik bir yaşam sürdürmek istiyorsanız, zaten kaçmaya, göçmeye gerek yok. Elde silah dolaşmaya gerek yok. Silahsız bir şekilde, gelirsin masada herşeyi konuşuruz” demiştir.

Her ne kadar bu sözler, daha sonra gelen tepkiler üzerine, Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki tarafından tevil edilmeye, muhatabın PKK değil, DTP olduğu şeklinde açıklanmaya çalışılsa da, Erdoğan’ın bu sözlerinin PKK’ye çağrı niteliğinde olduğu ve PKK’ye ‘silahı bırak, oturalım konuşalım’ mesajını içerdiği açıktır. Kamuoyunda da böyle anlaşılmıştır. 

Nitekim, DTP yöneticileri de çağrının muhatabının kendileri değil PKK olduğunu söylemişlerdir. DTP Eşbaşkan Yardımcısı Sırrı Sakık, Erdoğan’ın sözlerini şöyle değerlendirerek desteklemiştir: “Biz elimizde silah olmadığı için parti olarak bu sözleri hiç üzerimize almayız. Bu sözlerin muhatabı biz değiliz. Bu sözlerin muhatabı elinde silah olan güçlerdir. Bu çağrının muhatabı PKK’dir. Silah bırakma çağrısı, PKK’yi silahsızlandırmak ve siyasi ortama katmak, önemli ve ciddi bir adımdır. Bu ciddi adımı Başbakan atarsa hepimiz ona destek oluruz. Bu sorunu kim çözerse çözsün, bu Türkiye’ye yapılacak en büyük iyilik olacaktır”.

PKK’nin, 5237 sayılı TCK’nun 302. maddesini ihlal eden bir örgüt olduğu ve “Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya”, “birliğini bozmaya”, “Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmaya” yönelik eylemli bir kalkışma içinde bulunduğu sabittir.

Amacı bu olan bir örgütle –silahı bırakmış olsa dahi- “masaya oturmak”, onun belirgin olan bu amacını ‘müzakere etmek’, “suç için anlaşmak”tır.

TCK’nun “Suç İçin Anlaşma” başlığını taşıyan 316. maddesinde ise “(Bu) suçlardan herhangi birini elverişli vasıtalarla işlemek üzere iki veya daha fazla kişi, maddi olgularla belirlenen biçimde anlaşırlarsa, suçların ağırlık derecesine göre…hapis cezası verilir” denilmektedir.

R. Tayyip Erdoğan’ın PKK’ye “silahsız bir şekilde, gelirsin masada herşeyi konuşuruz” diyerek Başbakan sıfatıyla ‘müzakere’ çağrısında bulunması, onun “Devletin bağımsızlığını zayıflatma”, “birliğini bozma”, “Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırma” amacında uzlaşmak, yasanın deyişiyle “suç icin anlaşmak” girişiminde bulunmaktır.

Bu çağrıyı yapan Başbakandır, Hükümet adına konuşmaktadır; Parlamentoda büyük çoğunluğa sahip bulunan iktidar partisinin Genel Başkanıdır, partisi adına konuşmaktadır. Dolayısıyla, yapılan açıklamanın gösterdiği gibi, “maddi olgular”la da ortaya çıkan bu suçun işlenmesi için “elverişli vasıtalar”a sahiptirler.

13) Türkiye’nin sınırlarının değiştirilmesi taahhüdünü içeren AB Müzakere Çerçeve Belgesi’ne onay verilmesi

2005 yılı Ekim ayında açıklanan AB Müzekere Çerçeve Belgesi, Hükümetten geçirilmeden, Meclise sorulmadan ve Cumhurbaşkanı’nın onayı alınmadan Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül tarafından kabul edilmiştir. Bu belge ile taahhüt altına girilen yükümlülükler ana başlıklarıyla şunlardır:

- Türkiye'nin AB üyeliği yükümlülüklerine uymayan bütün uluslararası antlaşmaların, bu arada Lozan'ın sona erdirilmesi.
- Türkiye'nin anlaşmazlık konusu olan bütün sınırlarının (Ermenistan, Kuzey Irak ve Ege sınırları) Uluslararası Adalet Divanı'nda yeniden çizilmesi.
- Ek Protokol'ün uygulanarak Kıbrıs Rum kesiminin tanınması, Kıbrıs Rum kesimi ile ekonomik ilişkilerin geliştirilip, KKTC ekonomisinin boğulması ve KKTC'nin ortadan kaldırılması. 
- 2004 Ekimi'ndeki AB İlerleme Raporu'nda belirlenen sözde Kürt ve Alevi azınlıkların kabulü ve haklarının genişletilmesi.
- Türkiye'nin uluslararası örgütler ve üçüncü ülkelerle ilişkilerinin AB güdümüne teslimi. 
- "Sivil toplumlar arası diyalogun geliştirilmesi" yaftası altında, Türkiye halkının casus örgütlerine ve yıkıcı faaliyete teslim edilmesi.
- Özelleştirme, yabancı paranın giriş çıkışının serbestleştirilmesi, gümrüklerin kaldırılması, tarıma desteklerin kaldırılması, devletin küçültülmesi yönündeki serbest piyasa uygulamalarının tamamlanması, böylece millî ekonominin bütünüyle tasfiyesi.
- Kamu yönetimi ve yargının AB dayatmalarına göre düzenlenmesi yönündeki reformların tamamlanması, Türkiye'nin etnik grup, mezhep ve cemaatler temelinde beyliklere bölünmesi ve millî devletin tasfiyesi.
- İsrail gibi ülkelerin nükleer güç sahibi olduğu bölgede, Türkiye'nin nükleer araştırma vb çalışmalarının durdurulması.
- AB'nin Türkiye hakkındaki gelmiş geçmiş bütün düzenleme, karar ve hatta beyanlarının yerine getirilmesi, egemenliğin AB makamlarına devri. Buna bağlı olarak Ermeni soykırımı suçunun kabulü, Fener Patriğinin evrenselleştirilmesi vb.

14) “40 yıllık çözümsüzlük politikasını terk ediyoruz” söylemiyle ulusal Kıbrıs davasından vazgeçilmesi 

Hükümet, 29 Temmuz 2005 günü Türkiye tarihinin en büyük suçlarından birini işlemişti; kısaca “Ankara Anlaşması” diye anılan 12 Eylül 1963 tarihli “Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu Arasında Ortaklık Yaratan Anlaşma”ya Ek Protokol’ü imzalamıştı. Bu Ek Protokol’e göre, Kıbrıs Rum Yönetimi, Ankara Anlaşması’na dahil edilmişti. Böylece, Güney Kıbrıs’ı ortak ve taraf kabul etmiş, örtülü olarak tanımıştı.

Bu Anlaşmayla; Türkiye ve Kıbrıs Rum Yönetimi arasında “ticari ve ekonomik ilişkiler sürekli ve dengeli olarak güçlendirilecektir” taahhüdünde bulunuluyordu.

O zaman da açıkladığımız gibi, Tayip Erdoğan iktidarı, Güney Kıbrıs’la gümrükleri kaldırarak, KKTC ekonomisini Rum kesimiyle bütünleşmeye zorlayan bir süreci başlatmış oluyordu. Yaptıkları iş, KKTC’yi boğmaktı. Ek Protokol, Türkiye’yi çökertme, Türk Ordusu’nu Kıbrıs’tan çıkartma, KKTC’yi tasfiye etme, Kıbrıs’ı ABD’nin batmayan uçak gemisi haline getirerek Ortadoğu’nun başına bela etme planında çok önemli bir adım olmuştu.

Siyasal iktidar, Ek Protokol’e attığı bu imza ile Kıbrıs konusunda bütün kozları Rum Yönetiminin ve Batılıların eline vermişti. Kıbrıs’ın bütünüyle ilgili ekonomik, siyasi, kültürel ve sportif alanlarda, KKTC’nin Türkiye tarafından da yok sayılmasını talep etme ve sağlama hakkını elde etmişlerdi.

İşte, şimdi AKP iktidarının bazı limanlar ve havaalanlarının Kıbrıs Rum Kesimine açılmasına yönelik beyan ve girişimleri bu ihanet çizgisinin sonucu ve son halkasıdır.

AB kapısına bağlanan Türkiye’de siyasal iktidarlar, milletlerarası anlaşmalarla kazanılmış hak ve güvenceleri dahi savunamamışlardır. Bağımsız-bağlantısız Kıbrıs Devleti’nin kurulmasına ilişkin 1960’da bağıtlanan Londra, Zürih ve Garanti Anlaşmalarına göre; Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan’ın eşzamanlı olarak birlikte üye olmadıkları milletlerarası bir topluluğa katılması engellendiği halde, Rum Yönetiminin tüm Kıbrıs’ı temsilen Türkiye’nin üye olmadığı AB’ye alınmasına karşı çıkamamış, bu anlaşma ihlali önlenememiştir.

Geldiğimiz noktada, bırakınız milletlerarası anlaşmalarla güvence altına alınmış milli çıkarlarımızın korunmasını, AB oyununun sürdürülebilmesi için her gün yeni tavizler verilmektedir.

AKP iktidarının, anayasal kurumları hiçe sayarak imzaladığı Ek Protokol’ü -TSK’nin dahi televizyonlardan öğrendiği şekilde- uygulamaya başlaması ve bu bağlamda bazı limanlar ve havaalanlarını Kıbrıs Rum Kesimine açma girişimi Anayasa’ya aykırıdır.

Anayasa’nın 90. maddesine göre; “Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak anlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır”. Bu tür anlaşmalar, TBMM’ce onaylanıp Resmi Gazete’de yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz.

Dolayısıyla, bazı limanlar ve havaalanlarının Rum Kesimine açılarak, TBMM’nin onayına sunulmamış Ek Protokol’ün uygulanması girişimi, Anayasa’yı ihlal suçudur. Bu suçu işleyenlerin Yüce Divan’da yargılanması gerekir.

15) Özelleştirmeler yoluyla kamunun zarara uğratılması ve konuda verilen yargı kararlarının hiçe sayılması

Kendisinin Türkiye’yi pazarlamakla görevli olduğunu söyleyen AKP Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan ve başında bulunduğu Hükümet, özelleştirmeler yoluyla kamuyu büyük zararlara uğratmışlardır. Bunu, günlük basından derlediğimiz ekteki haberlerden dahi saptamak mümkündür.

Siyasal iktidar, yargı kararlarını hiçe sayarak “özelleştirme” adı altında, kamu kurumlarındaki yağmayı sürdürürken bu konuda verilen yargı kararlarına da uymamaktadır. Hatta, yargı kararlarına uyulmamasına yönelik “prensip kararları” dahi alabilmektedir. Bu kapsamda yürütmenin durdurulması ya da işlemin iptaline yönelik yüzlerce yargı kararına uyulmamıştır.

Örneğin:
4283 sayılı yasa ile özel şirketlere “yap-işlet modeli”yle mülkiyetleri kendilerine ait olmak üzere termik santral kurma ve işletme izni verilebileceği öngörülmüştür.

Bu kapsamda, İzmir Elektrik Üretim Şirketi”ne, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nca tesis kurma ve işletme izni verilmiş, TEAŞ ile anılan özel şirket arasında İzmir bölgesinde doğalgaza dayalı termik santral kurma ve işletme konusunda sözleşme imzalanmıştır.

Söz konusu özel şirket, bu sözleşmeye dayanarak, İzmir Doğalgaz Kombine Çevrim Santralı’nı kendi adına işletmeye başlamıştır.

Bu sözleşmenin iptali istemiyle, KİGEM tarafından, Başbakanlık ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı aleyhine açılan davada, Danıştay 13. Dairesi’nin 10.06.2005 tarih ve E.2005/5304 sayılı kararıyla sözleşmenin yürütülmesinin durdurulmasına karar verilmiştir.

Buna rağmen, Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararına uyulmamış, bu özel şirketin İzmir Doğal Gaz Kombine Çevrim Santralı’nı işletmesinin devamı yolunda 22.08.2005 tarih ve P.2005/1 sayılı “Bakanlar Kurulu Prensip Kararı” alınmıştır.

Bakanlar Kurulu’nun, Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararına uymamaya yönelik bu “prensip kararı”nı inceleyen Danıştay 13. Dairesi, 30.05.2006 tarih ve E.2006/975 sayılı yürütmenin durdurulması kararında aynen şunları söylüyor:

“Anayasa’nın 2. maddesinde ‘Cumhuriyetin nitelikleri’ arasında sayılan hukuk devleti, vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, idarenin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesi de, hukuk devletini ‘İnsan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlet’ biçiminde tanımlanmıştır. Hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak yine Anayasa’nın 138. maddesinin son fıkrasında yer alan: ‘Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez’ hükmü ile yargı kararlarının idarece yerine getirme zorunluluğu açık olarak vurgulanmıştır.

“Anayasa’daki bu konuya ilişkin düzenlemeye koşut kurallar, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun ‘Kararların sonuçları’ başlık 28. maddesinin 1. fıkrasında yer almıştır. Buna göre: ‘Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre, hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez’. Aynı maddenin 3. ve 4. fıkraları uyarınca, mahkeme kararlarına göre işlem tesis edilmeyen veya eylemde bulunulmayan hallerde idare aleyhine Danıştay veya ilgili mahkemede maddi ve manevi tazminat davası; mahkeme kararlarının otuz gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ise ilgili idare aleyhine ve kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilmektedir.

“Bu bağlamda, hukuk düzenimizde Danıştay, bölge idare, idare ve vergi mahkemelerinin kararlarının gereğinin idarece geciktirilmeksizin yerine getirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.

“Bu durumda, yargı kararının gereğine göre işlem tesis edilmesi gerekirken, yargı kararının uygulanamaz hale getirilmesine yönelik olarak İzmir Doğal Gaz Kombine Çevrim Santralı‘nın üretim faaliyetinin devamı yolunda karar alınmasında hukuka uyarlık görülmemiştir”. 

“Yürütmenin durdurulması”, bu kararın verildiği tarihteki durumun korunması değil, davaya konu işlemler tesis edilmeden önceki duruma dönülmesi ve dava sonucunun bu durumda beklenmesi demektir.

Hal böyle iken, Hükümet yargı kararlarına uymama tutumunu ısrarla sürdürmektedir. Son olarak, yine Danıştay 13. Dairesi’nce verilen, 29.05.2006 tarih ve E.2005/ 7873, E.2005/7977 sayılı kararlarla kamuya ait Seydişehir Alüminyum Fabrikası ile bu kuruluşun işletme hakkına sahip bulunduğu Oymapınar Hidroelektrik Santralı’nın özelleştirme kapsamında CE-KA Holding’e satılmasına ilişkin karar ve işlemin yürütülmesinin durdurulması kararlarına da uyulmamaktadır.

Oysa, yukarıda aktarmaya çalıştığımız Danıştay kararında da açıkça belirtildiği gibi; 

- Anayasa’nın 138. maddesine göre, mahkeme kararlarına uymak anayasal bir görevdir. 

- Bu görevin ihmali suçtur. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesine göre “görevi kötüye kullanmak” suçunu oluşturur.

- Söz konusu kamu kuruluşları bugün işgal altındadır ve bu işgal sürdükçe kamu, zarara uğratılmaktadır. 

Hükümet, diğer yargı kararları gibi bu Danıştay kararlarına da uymak, yürütmesinin durdurulmasına karar verilen idari işlemlerle özel kuruluşlara devredilmiş bulunan kamu kuruluşlarındaki işgale son vererek bu kuruluşların kamuya iadesini, kamu zararının önlenmesini, bugüne değin uğranılmış kamu zararlarının geri alınmasını sağlamakla yükümlüdür.

Bu Danıştay kararlarına uymamak, geçtiğimiz aylarda Danıştay’a yapılan silahlı saldırıdan daha ağır ve daha yaralayıcı olup, her geçen gün kamu zararının büyümesine yol açmaktadır.

16) AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile AKP Hükümetinde görevli bakanların tarikatlarla ilişkileri

3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra kurulan 58. AKP Hükümetinin bakanlarına Aydınlık Dergisi tarafından şu sorular yöneltildi:

- Nakşibendî–Nur tarikatına ne zaman girdiniz?
- Bu tarikat içindeki sorumluluklarınız ve yükümlülükleriniz nelerdir?
- Mensubu bulunduğunuz tarikatın topluma yararları nelerdir?

Başbakan ve bakanlardan hiçbiri bu soruları yanıtlamadılar. Bunun üzerine Aydınlık Dergisi, yaptığı araştırma sonuçlarını 24 Kasım 2002 tarihli sayısında yayımladı. Bu araştırmada:

O tarihte fiili Başbakan konumunda bulunan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Nakşibendî tarikatının İskenderpaşa dergahından olduğu belirtildi ve AKP Hükümeti bakanlarının tarikatlarla ilişkileri tek tek açıklandı.

Daha sonra bunlardan yalnızca, halen Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül, Milli Savunma Bakını Vecdi Gönül ile İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu itirazda bulunarak tarikat ilişkilerini reddettiler. Diğerlerinin açıklanan belge ve bilgiler ışığında ortaya çıkan tarikat ilişkilerine bir itirazları olmadı.

Ekte sunulan bu araştırmada AKP ileri gelenlerinin bu tarikat ilişkileri ile ilgili bilgiler detaylarıyla açıklanmaktadır. Bugüne değin bu açıklamaların hiçbiri yalanlanmadığı gibi, ortaya çıkan diğer olgular da bu tarikat ilişkilerini doğrulayıcı yönde olmuştur.

Nitekim 15 Mart 2004 günü Nevşehir’de Rufai Şeyhinin cenazesi Cumhuriyet yıkıcısı bir gösteriye dönüştürülürken, bu eylemde de yine başrolü AKP oynadı. AKP, Nevşehir milletvekilleri Rıdvan Köybaşı ve Osman Seyfi’nin de katıldığı kavuklu – sarıklı tarikat töreninin ön safındaydı.

29 Aralık 2003 günü Fatih Camisi avlusunda Nakşibendi Şeyhi’nin cenazesinde de benzer manzaraları görmüştük.

Bilindiği gibi tekkeler, zaviyeler, tarikatlar Cumhuriyetin Devrim Kanunlarıyla tasfiye edilmiştir. Tekke ve zaviyeler, 2 Eylül 1925 tarih ve 2413 sayılı “Takâya ve Zekaya Hakkındaki Kararname” başlığını taşıyan Hükümet Kararnamesiyle kapatılmışlardır. Hükümetin bu kararnameyi kabul ettiği toplantıya Mustafa Kemal Atatürk başkanlık etmiştir. Kararnamenin 4. maddesinde, kapatılan tarikatların binalarından “okul olarak kullanılmaya elverişli olanların okul yapılması” öngörülüyordu.

Hükümet Kararnamesinden üç ay sonra, 13 Aralık 1925 günü Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Hakkındaki Kanun yürürlüğe girdi. Kanun, Kararnameyle hemen hemen aynı hükümleri içeriyordu. Kanunun gerekçesinde, tekke ve zaviyelerin “Ortaçağa ait hadise ve kurumlar” olduğu saptanarak, “asri ve medeni muhitlerin hiçbirinde bu kurumlara tahammül edilemediği” belirtilmekteydi.

Adliye Encümeni’nin bu kanuna ilişkin 26 Temmuz 1341 (1925) tarihli mazbatasında ise şöyle denilmektedir: “Medeni hayatın bütün icaplarına emeğini vermeyi hayat şiarı kabul etmiş olan Türk milletinin emek adımları ve sürekli çalışması önünde, bu köhne kurumların ne büyük engeller, ne kadar korkunç uçurumlar oluşturduğu tarihten birçok emsaliyle ve son isyan vakasıyla (Şeyh Sait İsyanı kastediliyor) doğrulanmış olduğunda, teklife saik olan sebepler encümenimizce de uygun görülmüştür”.

İşte bugün Türkiye, tekrar aynı yere getirilmek istenmektedir. Cumhuriyet’in tasfiye ettiği bu tarikatlar, şimdi dışarıdan güdümlü bir operasyonla oluşturulan AKP iktidarı eliyle Cumhuriyet’in tepesine oturtulmuş bulunuyor.

17) AKP Niğde-Ulukışla örgütünün propaganda minibüsü üzerine “İktidarla El Ele, 84 Yıllık Karanlığa Son” yazılarak sürdürülen Cumhuriyet karşıtı propaganda ve Samandağ’da AKP seçim otobüsünden Atatürk posterinin yere atılıp parçalanması olayı 

12 Mart 2003 tarihli gazete haberlerine göre, AKP’nin Niğde – Ulukışla örgütünün propaganda minibüsünün üzerine “İktidarla El Ele, 84 Yıllık Karanlığa Son” yazılmıştır. AKP örgütü, bu minibüsle propaganda çalışması yapmıştır. Bu konuda -ekteki iddianameden de anlaşılacağı gibi- AKP’nin yerel yöneticilerinin cezalandırılması istemiyle kamu davası acılmış bulunmaktadır

Büyük önder Atatürk’ün de vurguladığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti fiilen 23 Nisan 1920 günü yani bundan tam 84 yıl önce kurulmuştur. AKP, bu propagandası ile Cumhuriyet dönemini “karanlık” bir dönem olarak nitelendirmekte ve 84 yıllık Cumhuriyeti yıkma programını açıklamaktadır. 

Söz konusu eylem münferit bir olay değildir. Nitekim aynı gün, yani 12 Mart 2003 tarihinde Hatay’ın Samandağ ilçesinde AKP seçim otobüsünden camlı-çerçeveli Atatürk posteri fırlatılıp yere atılarak parçalanmıştır. Ekte belgelerini sunduğumuz bu olay hakkında Samandağ C. Başsavcılığı’nca Hz.2004/396 sayı ile soruşturma açılmış bulunmaktadır.

18) AKP Isparta Milletvekili Recep Özel’in, Isparta’da AKP İl Genel Meclisi üyeleri ile birlikte köy ziyaretinde yaptığı “80 yıllık pisliği temizliyoruz” şeklindeki açıklama

Basında yer alan haberlere göre, AKP Isparta Milletvekili Recep Özel, yaptığı konuşmada “80 yıllık pisliği temizliyoruz” diyerek doğrudan Cumhuriyeti hedef aldıklarını açıklamıştır.

Anayasa’nın “Başlangıç” bölümünde; “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” belirtilmiştir. Anayasa’nın 1. maddesinde “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” denilmiş ve 2. maddesiyle “Türkiye Cumhuriyeti(nin)...Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu vurgulanmıştır. 4. maddeye göre de, yönetim şekli ve Cumhuriyetin nitelikleri ile ilgili hükümler değiştirilemez ve bunların değiştirilmesi teklif dahi edilemez.

İşte AKP, bu temel ilkelere dayalı 80 yıllık Cumhuriyeti, “karanlık” dönem, Cumhuriyet’in temel değerlerini “pislik” olarak kabul edip, bu Cumhuriyeti “iktidarla el ele” yıkacağını, buna “son” vereceğini pervasızca ilan etmektedir. 

Tek başına bu olgu dahi göstermektedir ki, AKP, Cumhuriyet yıkıcısı faaliyetlerin mihrakı haline gelmiştir. 

Bu amaçla bir siyasal parti kurulması, bu yolda propaganda yapılması Anayasal açıdan mümkün değildir. Bir siyasi partinin böyle bir programı olamaz. Bu durum kapatma nedenidir.

19) Tayip Erdoğan desteğinde Saidi Nursi Sempozyumu

2004 yılı Ekim ayı başında İstanbul'da üç gün boyunca Cumhuriyet karşıtı gövde gösterisi yapılmıştır. ABD’nin “Dinlerarası Diyalog” programıyla uyumlu olarak düzenlenen, Vatikan’ın İstanbul Temsilcisinin de katıldığı Nurcuların "7. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu", Başbakan koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Devlet Bakanı Ali Babacan, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Enerji Bakanı Hilmi Güler ve Tarım Bakanı Sami Güçlü'nün destek mesajlarıyla başlamıştır. Toplantının başında, "Parlamento adına" kürsüye çağırılan AKP Çorum Milletvekili Yüksel Kavuşçu da bir konuşma yapmıştır. Böylece TBMM de, kurum olarak tarikat toplantısını destekler konuma sokulmuştur. 

25 Aralık 1925 tarihli Tekke ve Zaviyeleri Kaldıran Kanun; Ağa, Bey, Paşa gibi Unvanları toplumsal temelleriyle ortadan kaldıran kanun; Halifeliği Kaldıran Kanun ve Tevhidi Tedrisat Kanunu, Ortaçağ ilişki ve kurumlarına son veren bu kanunlar, bugün hukuken yürürlüktedir. 

Recep Tayip Erdoğan’ın desteğinde gerçekleştirilen bu Cumhuriyet karşıtı eylem, anılan yasalara açıkça ters düşmektedir.

20) Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” konulu sempozyumda yaptığı konuşma

Belirtilen bu “Gizli Mutabakat”ın 10 ve 11. maddelerinde yer alan, “belediyelere özerklik” ve “aşamalı olarak federasyona geçiş” taahhütleri, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer tarafından hazırlandığı açıklanan “Kamu Yönetimi Temel Kanunu” ve “Yerel Yönetimler Kanunu” girişimleri ile yerine getirilmeye çalışılmaktadır.

Bugün de aynı görüşleri savunduğunu açıkça ifade eden Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in, 19-21 Mayıs 1995 tarihinde Sivas’ta düzenlenen “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” konulu sempozyumda yaptığı konuşma, “Bilgi ve Hikmet Dergisi”nin Güz-1995 tarihli 12. sayısında yayımlanmıştır. 

Bu yazıda/konuşmada; İslam’ın bir “hayat tarzı” ve hayatın (siyasi, sosyal, kültürel, iktisadi...) tüm yönlerini kapsayan bir “sistem” olduğu vurgulandıktan sonra, “bürokratik devlet” ve “modern devlet” olarak nitelenen Cumhuriyet’in, çağdaşlaşma çabaları eleştirilmiş ve şöyle denilmiştir:

“O dönemden bugüne kadar geçen süreç içerisinde gerçekte İslam’a yönelik olarak modern devletin bizlere birtakım dayatmaları da olmuştur. Şeriata karşı olmak ama Müslüman kalmak bunun en önemli boyutlarından bir tanesidir. Bu arada ifade edilen şey, gerçekte İslam’ın kültürel bir hareket olduğunun vurgulanması ve ondan ibaret kalması şeklindedir. Eğer siz karar verme hakkını talep etmeyecekseniz yaşama hakkına sahipsiniz”.

“Modern devlet”in (Cumhuriyet’in) “İslam’a tercüme edilerek” kullanılamayacağını vurgulayan Dinçer, konuşmasına şöyle devam ediyor:

“Modern devletin İslam’a tercüme edilerek kullanılması bizim açımızdan önemli mahzurlar doğuracaktır. Çünkü bugünkü bürokratik mekanizma, doğrudan doğruya dayatmacı bir mekanizmadır... Öyleyse Türkiye’deki siyasi harekete öncelik veren İslami grupların nasıl bir devlet ve toplum yapısını ortaya koyabileceklerini bir an önce ve iktidara gelmeden önce tanımlamaları gerekmektedir. Bunun ötesinde, şayet bu toplum içerisinde devleti yapısal olarak yeniden tanımlamadan iktidara gelinecek olursa önemli sıkıntıların yaşanacağından endişe duyuyorum”.

“Günümüzde inananların kararlara katılma ihtiyacı daha çok artmıştır” diyerek İslami temelde bir siyasal iktidar hedefi açıklayan Dinçer, “1900’lü yılların başlarında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri”nin zayıfladığı ve etkisinin kaybolduğu tespitini yaparak “devletin fonksiyonlarının yeniden tanımlandığı adem-i merkezi bir yapı” önermektedir.

Ömer Dinçer, konuşmasında/yazısında bununla da yetinmemiş; “Yine başlangıçta kurulurken ortaya atılan Cumhuriyet ilkesinin de zayıfladığı ve işlevini kaybettiğini görüyorum. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen Cumhuriyet kavramının aslında bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür” demiştir.

Ülkemizde “mahalli kültür”ün İslam olduğunu belirten Dinçer, “globalleşme ne kadar artarsa İslamlaşma da o kadar artacaktır” dedikten sonra, Cumhuriyet’in temel ilkelerine açıkça karşı çıkarak şunları söylemektedir:

“Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerine İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu inancını taşıyorum. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin; laiklik, Cumhuriyet ve milliyetçilik gibi bir çok temel ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha adem-i merkezi, daha çok Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum”.

Dinçer, Türkiye ve dünyadaki İslami hareketleri de ele aldığı konuşmasında, “Tebliğ Cemaati” ve “Cemaat-i İslami” hareketlerinin faaliyetlerini değerlendirip “(bunlar) bizim için ders alınması gerekli bir gelişmedir” demiş, konuşmasını “İran’ın, Malezya’nın ve Sudan’ın ise umutla beklediğimiz ama belirsizlik ifade eden bir yapısı vardır” şeklinde sürdürerek amaçladıkları devlet modelini belirtmiştir.

Konuşmasının sonunda iktidarı ele geçirmek için izleyecekleri programlarını açıklanmaktadır. Buna göre;

-Önce kafalarındaki devlet ve toplum tanımını açıklayacaklardır (Dinçer, bunu konuşmasında şöyle ifade ediyor: “Bugün nasıl bir devlet ve toplum istediğimizin çok net ve açık bir tanımını yapmak zorundayız. Bu tanımlamanın aslında kafamızda çok net ve açık olduğunu ve bunun için az çok hazırlıklı olduğumuzu biliyorum, ama topluma yansıtma konusunda eksikliklerimiz olduğu kanaatini taşıyorum. Öyleyse bunu topluma duyuracak mekanizma oluşturulmalıdır”).

-İkinci olarak, Türkiye’deki İslami hareketler birleştirilecektir (Dinçer, eğer kültürel öncelikli İslami hareketler, siyasi öncelikli İslami hareketlerle birleştirilebilirse “Türkiye’de İslam’ın hiçbir ülkede görülmemiş bir şekilde sağlam bir temel üzerinde gelecek vaat ettiğini ifade edebiliriz” diyor).

-Üçüncü olarak da, diğer bölge ülkelerindeki İslami hareketlerle işbirliği yapılacaktır.

Bu yolla iktidara geleceklerini açıklayan Başbakanlık Müsteşarı, daha sonra şöyle diyor:

“Ancak, iktidara gelmek yolun sonu değildir. Yeni bir başlangıçtır...İktidara gelince de, tüm dünya Müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da, müslümanın kavgası münküre (inkar edene), harama ve kötüye karşı devam eder”.

Görüldüğü gibi, bugün Başbakanlık Müsteşarı olarak görev yapan Ömer Dinçer, Anayasa’nın 1. maddesinde yer alan ve Devletin şeklini tanımlayan “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” ilkesini ve 2. maddesinde belirtilen -başta laiklik olmak üzere- Cumhuriyet’in temel niteliklerini değiştirmek üzere bir kalkışma içinde olduklarını açıkça ifade etmiştir. Keza, “âdem-i merkeziyet” adı altında üniter devleti açıkça hedef aldığı konuşmasında, Anayasa’nın 3. maddesiyle güvence altına alınan “Devletin bütünlüğü”nü parçalamak iradelerini açıklamıştır.

Oysa bilindiği gibi Anayasa’nın 4. maddesinde Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu, Cumhuriyet’in temel nitelikleri ve Devletin bütünlüğüne ilişkin bu hükümlerin değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği öngörülmüştür.

Üstelik konuşmanın son bölümünde; “İktidara gelince de, tüm dünya Müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da, Müslümanın kavgası münküre, harama ve kötüye karşı devam eder” denilmesi, bu tehlikeyi daha da artırmaktadır.

Başbakanlık Müsteşarlığı, en üst düzeyde kamu görevlisidir. Bu makam, kilit bir mevkidir. Bu bir makama, tüm uyarılara ve eleştirilere rağmen bu kişinin atanması ve görevinin ısrarla sürdürülmesi, AKP Genel Başkanı ve merkez yöneticilerinin icraatıdır ve AKP’nin gerçekleştirmek istediği hedefi ortaya koymaktadır.


21) Adalet Bakanlığı’nın Anayasa’yı ihlal suçu oluşturan eylemleri 
a) Ceza Kanunu gerekçesinde tahrifat
1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe girecek olan yeni Türk Ceza Kanunu’nun basımını yapan Adalet Bakanlığı, kanunun gerekçesinde tahrifat yapmıştır.
Komisyondan 306. madde olarak sevk edilen “Temel Milli Yararlara Karşı Hareket” suçu, Genel Kurul’da madde numarası değiştirilerek 305. madde olarak kabul edilmişti.
Madde aynen şöyledir:
“(1) Temel milli yararlara karşı fiillerde bulunmak maksadıyla veya bu nedenle, yabancı kişi veya kuruluşlardan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kendisi veya başkası için maddi yarar sağlayan vatandaşa, üç yıldan on yıla kadar hapis ve onbin güne kadar adli para cezası verilir. Yarar sağlayan veya vaat eden kişi hakkında da aynı cezaya hükmolunur.
“(2) Fiilin savaş sırasında işlenmiş ya da yararın basın ve yayın yoluyla propaganda yapmak için verilmiş veya vaat edilmiş olması halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.
“(3) Suç savaş hali dışında işlendiği takdirde, bu nedenle kovuşturma yapılması Adalet Bakanının iznine bağlıdır.
“(4) Temel milli yararlar deyiminden; bağımsızlık, toprak bütünlüğü, milli güvenlik ve Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel nitelikleri anlaşılır”.
Maddenin gerekçesinde ikinci fıkra ile ilgili olarak şöyle deniliyor:
“Keza, bu fıkraya göre, basın ve yayın yoluyla propaganda yapmak üzere para veya yarar veya vaat kabul edilmiş ise ceza artırılacaktır. Para, yarar veya vaat kabul edilmek suretiyle bugün Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesi veya bu konuda Türkiye aleyhine bir çözüm yolunun kabulü için veya sırf Türkiye’ye zarar vermek maksadıyla, tarihsel gerçeklere aykırı olarak, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ermenilerin soykırıma uğradıklarının basın ve yayın yoluyla propagandasının yapılması gibi”.
Görüldüğü gibi, bu madde gerekçesine göre, bir yarar karşılığında Kıbrıs’tan Türk askerinin çekilmesini istemek ya da Türklerin Ermenileri soykırıma uğrattıklarını öne sürmek suçtur. 
Bu madde ve özellikle gerekçesi, Batı merkezlerinin tepkisini çekmişti. Bu tepkinin Adalet Bakanlığı üzerinde oldukça etkili olduğu anlaşılıyor. Nitekim, Adalet Bakanlığı, Yayın İşleri Dairesi Başkanlığı’nca basılan gerekçeli “Türk Ceza Kanunu”nda, gerekçenin bu bölümü çıkarılmıştır (s. 352).
Böylece, Meclis iradesine de aykırı olarak, Kıbrıs’ta Türkiye aleyhine bir çözümün ya da sözde Ermeni soykırımının propagandasını yapmak, suç olmaktan çıkarılmak istenmiştir. 
Cumhuriyet tarihinde örneğine rastlanmayan ve dış baskılar karşısında boyun eğişin somut ifadesi olan bu tahrifat, Türkiye’nin sürüklendiği durumun vahametini göstermektedir.
Adalet Bakanlığı’nın, gerekçesiyle bir bütün olan yasada değişiklik yapma yetkisi bulunmadığına kuşku yoktur. 
Gerekçeden özellikle bu bölümün çıkarılmış olması, siyasal iktidarın Kıbrıs ve Ermeni sorunlarında da temel milli yararları savunmak niyetinde olmadığını, Batı’ya karşı teslimiyet içinde bulunduğunu göstermektedir. 
Kitabı basan Türkiye Cumhuriyeti’nin Adalet Bakanlığı’dır. Bu kitap, başta yargıçlar ve savcılar olmak üzere uygulayıcılar tarafından kullanılacaktır. Gerekçesi sansür edilmiş bu hüküm nasıl uygulanacaktır?
Gerekçesi Adalet Bakanlığı’nca sansür edilmiş bir hükmün “Cumhuriyetin müeyyidesi” olarak kullanılması mümkün müdür?
Bu suç savaş hali dışında işlendiği takdirde, “kovuşturma yapılması Adalet Bakanının iznine bağlı” olduğuna göre, yasanın gerekçesini sansür etme ihtiyacı duyan Adalet Bakanı bu yetkisini yasanın amacı doğrultusunda nasıl kullanacaktır? 
b) Temel yasalar için AB onayı
Adalet Bakanlığı ile Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi arasında imzalanan ve toplam bütçesinin 1.465.000 Euro olduğu açıklanan ortak projeye göre, belirlenen 225 yargıç ve savcımız Avrupalı uzmanlarca insan hakları alanında eğitici olarak eğitilmiştir.
Aynı projede, Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan kanun tasarılarının öncelikle görüş alınmak üzere Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’ne sunulması şartı vardır. 
Bakanlıkça yapılan açıklamada;
Türk Ceza Kanunu,
Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemeleri Kanunu,
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu,
Ceza Muhakemeleri Kanunu,
Ceza İnfaz Kanunu, 
Aile Mahkemeleri Kanunu
gibi temel yasaların daha tasarı safhasında iken TBMM’den önce Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’nin onayına sunulduğu, görüşlerinin alındığı ve bu görüşlerin “söz konusu kanun tasarılarının yasalaşma çalışmalarında değerlendirildiği” belirtilmiştir. 
Anayasa’nın 7. maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına TBMM’nindir. Bu yetki devredilemez” denilmektedir.
Adalet Bakanlığı’nın, hazırlayacağı yasa tasarıları konusunda öncelikle AB’den onay alma taahhüdünde bulunması, yasama yetkisinin AB ile paylaşılması anlamına gelir.
c) Ulusal egemenliğin AB’ne devri
Adalet Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Müdürlüğü’nce, AB Anayasası gereği Anayasa’da yapılması düşünülen değişikliklerle ilgili bir paket hazırlandığı açıklandı. Basına da yansıyan bu pakete göre, öncelikle Anayasa’nın on maddesinde değişiklik öngörülüyor.
Egemenliğin kullanımı, yasama, yürütme ve yargının AB’ye uyumu, AB hukukunun üstünlüğü, yabancıların hakları gibi temel hükümlerde yapılması düşünülen değişiklikler şunlar:

Egemenlik
Anayasa’nın “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” denilen 6. maddesinde, bu egemenliğin nasıl kullanılacağına ilişkin hüküm, “Egemenliğin kullanılması AB üyeliğinin gerektirdiği haller dışında hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz...” şeklinde değiştiriliyor.
Yasama yetkisi
Anayasa’nın 7. maddesinde yer alan “Yasama yetkisi Türk Milleti adına TBMM’nindir. Bu yetki devredilemez” hükmünün; “Yasama yetkisi Türk Milleti adına TBMM’nindir. AB üyeliğinin gerektirdiği haller dışında bu yetkinin kullanılması devredilemez” biçiminde değiştirilmesi öneriliyor.
Yürütme yetkisi ve görevi
Anayasa’nın 9. maddesi; “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya, kanunlara ve AB hukukuna uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” şeklinde değiştiriliyor.
Yargı yetkisi
Anayasa’nın, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağına ilişkin 9. maddesi için geliştirilen öneri ise şöyle: “Yargı yetkisi, Türkiye’nin taraf olduğu anlaşma gerekleri saklı kalmak kaydıyla Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır”.
Yabancıların durumu
“Temel hak ve hürriyetler, yabancılar için, milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir” denilen Anayasa’nın 16. maddesi; “Temel hak ve hürriyetler, AB vatandaşları dışındaki yabancılar için milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir” şeklinde değiştiriliyor.
Suç ve cezalara ilişkin esaslar
Vatandaş, suç sebebiyle yabancı bir ülkeye geri verilemez” denilen ve AB’ye uyum anlayışıyla 7 Mayıs 2004 tarihinde “Uluslararası Ceza Divanına taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak üzere vatandaş, suç sebebiyle yabancı bir ülkeye verilemez” şeklinde değiştirilmiş bulunan Anayasa’nın 38. maddesinin son fıkrasının, bu kez de; “Vatandaş, usulünce onaylanmış uluslararası anlaşmalar ve AB müktesebatının gerektirdiği haller dışında, suç sebebiyle yabancı bir ülkeye iade edilemez” biçiminde değiştirilmesi öneriliyor.
Seçme, Seçilme ve Siyasi Faaliyette Bulunma Hakları
Anayasa’nın 67. maddesine şu fıkranın eklenmesi isteniyor: “Türkiye’de yaşayan AB vatandaşları yerel seçimlerde; seçme seçilme, bu amaçla bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunma hakkına sahiptir”.
Dilekçe hakkı
Anayasa’nın, dilekçe hakkına ilişkin 74. maddesinin 1. fıkrasındaki “vatandaşlar” sözcüğünün “AB ve Türk vatandaşları” şeklinde değiştirilmesi öneriliyor. Bu fıkranın önerilen yeni şekli şöyle; “AB ve Türk vatandaşları, kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikayetleri hakkında, yetkili makamlara ve TBMM’ne yazı ile başvurma hakkına sahiptir”.
Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma
Anayasa’nın 90. maddesi, 7 Mayıs 2004 tarihinde değiştirilerek, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz” biçimindeki son fıkrasına, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş bulunan temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” cümlesi eklenmişti. Düzenleme bu biçimiyle dahi AB’yi tatmin etmemiş olacak ki bu kez 7-8 ay önce eklenen bu cümle, “AB müktesebatı ulusal mevzuatın üzerindedir” şeklinde değiştirilmek isteniyor.
Mahkemelerin bağımsızlığı
Anayasa’nın 138. maddesinin 1. fıkrasının şu şekilde değiştirilmesi öneriliyor: “Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve AB müktesebatı dahil hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler”.
Sonuç
Bu değişiklikler gerçekleşecek olursa; 
- Ulusal egemenlik AB ile paylaşılacak, hatta ona devredilecektir. 
- Yasama yetkisi de AB ile paylaşılacak, temel yasalarda bu yetki AB’ne devredilecektir.
- Cumhurbaşkanı ve Hükümet, yürütme yetkisini kullanırlarken AB hukukuna uymak zorunda olacaklardır.
- Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri, yargı yetkisini, uluslararası mahkemeler ve diğer yargı organlarıyla birlikte kullanacaklardır.
- AB vatandaşları yabancı sayılmayacaklar, tüm temel hak ve hürriyetlerden aynen Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları gibi yararlanacaklardır. Bu hakları hiçbir şekilde kısıtlanamayacaktır. Bunun için karşılıklılık ilkesi dahi aranmayacaktır.
- AB hukuku gerektiriyorsa, herhangi bir suç işlediği ileri sürülen vatandaşlarımız, yargılanıp cezalandırılabilmesi için isteyen yabancı ülkeye teslim edilecektir.
- AB vatandaşları Türkiye’de Belediye Başkanı seçilebilecek, diğer yerel organlarda görev alabilecek, bu amaçla siyasi partilere de girip faaliyette bulunabileceklerdir.
- AB vatandaşları, dilekçe hakkından da karşılıklılık koşulu aranmaksızın aynen Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları gibi yararlanacaklardır. Kamu ile ilgili konularda başvuru hakkını kullanabileceklerdir. 
- AB mevzuatı, tümüyle ulusal kanunlarımızın üstünde olacak, AB mevzuatına uymayan kanunlarımızın yerine AB hukuku uygulanacaktır. Yani, TBMM’nin yasama yetkisi bundan böyle AB mevzuatına uygun “tüzük” ve “yönetmelik”ler yapmakla sınırlı olacaktır.
- Türkiye Cumhuriyeti’nde yargıçlar, bundan böyle AB hukukuna göre karar vereceklerdir.
Anayasa’yı ihlâl suçu
AB’nin bu girişimleri sonucunda Adalet Bakanlığı’nca hazırlanan Anayasa değişiklik projelerinin gerekçeleri dahi, AB sürecinde yürütülen çalışmaların ve yapılan anlaşmaların “Anayasayı ihlâl” girişimi olduğunu göstermektedir.
Özellikle, Anayasa’nın “Egemenlik” hakkının düzenlendiği 6. maddesinde öngörülen değişikliğin gerekçesinde, Anayasa’nın bu hükmü var olduğu sürece AB üyeliğinin mümkün olmadığı, bu nedenle söz konusu hükmün değiştirilmesi gerektiği ifade edilmektedir.
Tek başına bu gerekçe, Anayasa değiştirilmeksizin, Türkiye Cumhuriyeti adına AB yetkilileriyle bu tür anlaşmalar yapılmasının, taahhütlerde bulunulmasının, çıkarılacak yasaların AB makamlarının ön denetimine sunulmasının, “Katılım Ortaklığı” gibi sözleşmeler bağıtlanmasının, üstelik bu sözleşmelerin TBMM’nin denetim ve onayından geçirilmeksizin uygulanmasının yürürlükteki Anayasa’ya aykırı düştüğünü, “Anayasayı ihlâl” suçunu oluşturduğunu göstermektedir.
Türkiye yakın tarihinde de bu tür girişimler yaşadı. Bu girişimlerde bulunanlar “hain-i vatan” addolundular.
d) Yabancı parasıyla yargıç-savcı eğitimi
Türkiye’de, başka alanlar gibi adalet teşkilatının da AB denetimine geçmek üzere olduğunu görüyoruz.
Uluslararası sözleşmeleri ulusal yasalarının üstüne çıkaran Türkiye’nin yargıç ve savcıları, Avrupalı “uzmanlar”ca eğitilmiş, Avrupa parasıyla ağırlanmış, yedirilip içirilmişlerdir. Hem de resmi yazışmalara dayalı olarak!...
Türkiye ile Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği Ortak Projeleri çerçevesinde “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine Dair Türkiye Ulusal Programı”nın uygulanma kapasitesinin güçlendirilmesi amacıyla, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nce yurt çapında “eğitim programları” uygulanmıştır. Adalet Bakanlığı’nca saptanan yargıç ve savcılar, bu “eğitim” süresince “görevli” sayılmışlardır. 
7’şer, 8’er kişilik gruplara ayrılan yargıç ve savcılarımız, Avrupa’dan gelen “uzmanlar” ile Avrupa devletlerinin Büyükelçilikleri ve özellikle İngiltere Büyükelçiliği’nce görevlendirilen yabancı “uzmanlar”ca belli merkezlerde toplanıp 3-4 günlük “eğitim”e tabi tutulmuşlardır.
9 bölge ve 30 merkezde toplam 206 eğitim semineri şeklinde sürdürülen bu faaliyetlerle ilgili olarak Adalet Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı’nca yayımlanan genelgeye göre; 
Bu yolla 9 270 yargıç ve savcı eğitimden geçirilmiştir. 
Bu eğitim, bir “seferberlik zihniyeti içinde” yürütülmüştür. 
Eğitimlerin, yargıç ve savcıların atanmalarına ilişkin kararnameler çıkmadan tamamlanması, atamaların buna göre yapılması öngörülmüştür. 
Belirlenen hakim ve savcılar, bu eğitime katılmakla zorunlu tutulmuşlardır. Çok özel durumlar ve sağlık sebepleri dışında mazeret öne sürmeleri yasaklanmıştır. 
30 ayrı merkezin Cumhuriyet Başsavcılıkları, bu işler için görevlendirilmiştir. Diğer il ve ilçe Cumhuriyet Başsavcılıkları da bu çalışmaya lojistik destek sağlamakla yükümlü kılınmıştır. 
Eğitim çalışmalarında Avrupa Konseyi’nce hazırlanıp Türkçe’ye çevrilerek 10 000 adet basılan 7 adet el kitapçığı kullanılmıştır. 
Gene bu genelgeye göre; 
İaşe ve ibate giderleri ile yemek ve sair harcamalar, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi ve bu kuruluşların yönlendirmesiyle Avrupa ülkelerince karşılanmıştır. 
Eğitime alınacak 3 440 yargıç ve savcının belirtilen masraflarının 275 milyar lirası İngiltere Büyükelçiliği’nce verilmiştir. 
Nitekim 6 Ekim 2004 tarihli “AB İlerleme Raporu”nda da 1995-2003 yılları arasında Türkiye’deki çeşitli programlara 1098 milyon Euro, 2004 yılında uygulanan “Ulusal Program”a da 256,6 milyon Euro tahsis edildiği açıklanmıştır.
2004 yılı içinde fiilen uygulanan bu plan, Cumhuriyet Türkiyesine yakışmamaktadır. Türkiye eğer gerekiyorsa kendi yargıcını, kendi savcısını eğitebilecek bir ülkedir. Ne bunun için Batı’nın üç-beş yüz milyarına, ne de uzmanına gereksinimi vardır. Unutulmasın ki; para veren, emir verir. Para alan da emir almak durumunda kalır.
Üstelik Türkiye, “savcı” unvanının başına “Cumhuriyet” ibaresini ekleyen tek ülkedir. Çünkü onların görevi, Cumhuriyet’i korumaktır. Onların görevi, “Cumhuriyet’in kılıcı”nı sallamaktır.
Atalarımız, “gavurun ekmeğini yiyen kılıcını sallar” demişler. Yol, barınma ve yemek giderleri Avrupa ülkelerince karşılanan, onlar tarafından eğitilen yargıç ve savcılar, dileriz ki ellerindeki kılıcı değiştirmezler.
Adalet Bakanlığı’nın yabancı parasıyla yürüttüğü faaliyetler bunlardan ibaret değil. Örneğin, “Fikri Sınai Haklar Projesi” adı altında 2.289.450 Euro; “Yargının Modernizasyonu ve Cezaevleri Reformu Projesi” adı altında da 11.000.000 Euro alınmıştır.
Cumhuriyet’i kuranlar, Türk adliyesini kendi öz imkanlarıyla kurmuşlar, Cumhuriyet’in yargıç ve savcılarını, yabancılardan aldıkları paralarla ve yabancı uzmanlarla değil, devrimin kendi olanakları ve felsefesiyle eğitmişler ve şöyle seslenmişlerdir:
“Bir memlekette adli kuvvetin her kuvvete tefevvuku, o memlekette adaletin hakimiyetini ifade eder. Beşeriyeti...saadete ve hürriyete götüren inkılâpların, en son inkılâpların gayesi de budur. Adaletin ilk istikameti, milli kudretin bir tecellisi olan inkılâbın, bütün eserleriyle, netayiç ve zaruretleriyle, her ne pahasına olursa olsun siyaneti olmalıdır. İnkılâbın büyük menfaatleri, gayeleri, idealleri mevzubahis olunca şahsi hürriyetlerin, ferdi hakların ve endişelerin susması ve durması lazım gelir...” (Mahmut Esat Bozkurt, Adalet Bakanı)

Açıklamalar :

Anayasa’nın 68/4. maddesine göre; “Siyasi partilerin...eylemleri, Devletin bağımsızlığına...Millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz”

2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 4. maddesine göre de siyasi partiler, “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olarak çalışırlar”, “faaliyetleri ve kararları Anayasa’da nitelikleri belirtilen demokrasi esaslarına aykırı olamaz”

Siyasi Partiler Yasası’nın 101. maddesinde de bunun yaptırımı düzenlenmektedir. Anılan maddenin (b) bendine göre; “Bir siyasi partinin, Anayasa’nın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı eylemlerin işlendiği odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tespiti” halinde temelli kapatılmasına karar verilir.

AKP’nin Meclis çoğunluğunu ele geçirmiş olması, Hükümette bulunması ona bir imtiyaz bahşetmez. Aksine Cumhuriyet’e yönelik tehlikenin büyüklüğünü gösterir. 

Konunun kovuşturulması ve takibi Anayasa’nın 98. maddesi gereği, Cumhuriyet adına Başsavcılığınızın görev ve yetkisi dahilindedir.

Recep Tayip Erdoğan, sözü edilen eylemlerin asli faali konumundadır. Eylemleri Anayasa’nın 14. maddesinde tanımlanan suçları oluşturmaktadır. Kendisi, “Başbakanlık” koltuğunda oturmakta olduğundan, “maddi olgular”la da ortaya çıkan bu suçların işlenmesi için “elverişli vasıtalar”a da sahiptir.





İstem :

Bu nedenle anılan olgular ve eylemler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Anayasa’nın 68/4. maddesine aykırı eylemlerin odağı haline gelen AKP hakkında gerekli kovuşturma yapılarak, temelli kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmasını; belirtilen ve suç oluşturan eylemlerin asli faili durumunda bulunan Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın cezalandırılması için Anayasa’nın 83 ve 100. maddeleri uyarınca işlem yapılmasını talep ediyoruz.

Saygılarımızla.



































EK 

AKP Hükümeti’nin özelleştirmeler yoluyla kamuyu zarara uğratan eylemleri

1) AKP Hükümeti’nin kamu kaynaklarını kullanma konusundaki icraatlarını ve kamu yararı konusundaki uygulamalarını en iyi şekilde Milliyet gazetesinde 26 Eylül 2005 tarihinde çıkan “TMSF’nin 440 milyara sattığını Karayolları 2 trilyona geri aldı” başlıklı, Nedim Şener imzalı örnek haber ortaya koyuyor. Haber şöyle: 

“El konulan Pamukbank’tan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) geçen Giresun'daki 5 dönümlük arsa, geçen yıl haziran ayında ekspertiz raporuyla 440 milyar lira değer ile satılırken, aynı yer Karadeniz Otoyolu'nun güzergâhında kaldığı gerekçesiyle Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından bu yıl temmuz ayında 2 trilyon 249 milyar liraya kamulaştırıldı.

“TMSF’nin satış öncesi mahallinde yapılan incelemeyle hazırlanan ekspertiz raporuyla 440 milyar liraya Sema Turizm A.Ş’ye sattığı 5 bin 640 metrekare arsa Karadeniz Otoyolu inşaat ve emniyet sahası olarak Karayolları 10. Bölge Müdürlüğü tarafından kamulaştırıldı. 

“Karayolları Genel Müdürlüğü’nün 641 milyar lira bedel takdir ettiği aynı yer için Giresun 1. Asliye Hukuk Mahkemesi bilirkişi raporuna dayanarak 2 trilyon 249 milyar liraya kamulaştırılmasına kararı verdi. 

“Kamulaştırılma işlemi altı kişilik bilirkişi raporu esas alınarak yapıldı. Bilirkişiler 4 Temmuz 2005 tarihinde konuyla ilgili olarak açılan davaya sundukları raporda arsa için 2 trilyon 249 milyar lira değer biçti. 

“Davanın açılmasından 10 gün sonra para mahkeme kararıyla Ziraat Bankası’nın Giresun şubesine yatırıldı. Mahkeme de biçilen değeri onayladı. 27 Haziran 2005 tarihinde açılan kamulaştırma davası 14 gün sonra 11 Temmuz 2005 tarihinde karara bağlanırken, para tüm taksitleri ödemesine rağmen tapuyu henüz üzerine almayan Sema Turizm üzerine değil TMSF hesabına yatırıldı.

“Sema Turizm, tapu işlemlerinin tamamlanmasından sonra TMSF hesabındaki parayı almayı beklerken, TMSF ile Karayolları Genel Müdürlüğü arasında yazışma yapılarak aradaki fiyat farkının nedeni araştırılmaya başlandı...” 

2) 12 Nisan 2003 tarihinde, özelleştirmeden sorumlu Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, yaptığı bir konuşmada özelleştirme politikalarını anlattı. Unakıtan’ın “babalar gibi satarım” sözü son yılların siyaset sahnesine damgasını vurdu. O günün Hürriyet gazetesi Unakıtan’ın konuşmasını şöyle duyuruyordu: 

“Yerli ve yabancı pek çok kuruluşun Tekel'e ilgisini olduğunu vurgulayan Unakıtan, ’Kim bizimle konuşmak isterse herkesi memnuniyetle kabul ediyoruz. İlk gözlemlerimiz de bizi oldukça sevindiriyor’ dedi. Özellikle sigarada yabancı kuruluşların ilgisinin daha fazla olduğunu söyleyen Unakıtan, bunların hangi kuruluşlar olduğu sorusuna ise ’İngilizi var, Japon’u var, İspanyolu var’ demekle yetindi.

“Tekel'in özelleştirilmesinden beklenen gelir konusunda pazarlama stratejisi gereği bir rakam söylemekten kaçınan Unakıtan, rekabet konusunda ise bir problem çıkmayacağını, Rekabet Kurulu ile bir sorun yaşamadıklarını söylerken ’babalar gibi satarız’ dedi... Unakıtan, Özelleştirme İdaresi olarak yakın gelecekte kapsamlı bir pazarlamanın içerisine gireceklerini de kaydetti.” 

3) Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, 22 Eylül 2005 tarihinde, TÜPRAŞ’ın borsa hisseleriyle ilgili işadamı Ofer ile görüşmesinin sorulması üzerine ise şu yanıtı verdi: 

“Bana ‘falancayla nasıl konuşursun’ diyorlar. Konuşurum tabi. Ben bir sürü ülkeye gittim, özelleştirmeyi anlattım. Burada aktif pazarlama yapıyoruz. Potansiyel alıcılara malı pazarlamak zorundayız. Sami Ofer’le de görüştüm. Hong Kong’a gittim, orada görüştüm. Bayram günü gittim diye gizli yapıyor havasına sokuyorlar işi. Davos’a gittim orada görüştüm. Otel odasında görüştü diye haber çıkıyor. Dışarısı kar, buz tabii ki otel odasında görüşeceğim. Ben kayak yapmaya gitmedim ki kardeşim. Yatırımcılarla konuşmaya gittim. Yanımda Mehmet Kutman da vardı. Adamın Türkiye temsilcisi tabii ki olacak. Öküz altında buzağı aramanın manası yok.

“Kimse fabrikaları sırtlanmış götürmüyor. Böyle birisini gördünüz mü? Ahmaklık yapmayın. Türkiye artık geri dönülemez bir yola girdi. Hem işsizlikten bahsedeceksin hem sermaye gelmesin diyeceksin, bu akılla bağdaşır birşey değil. Yabancı sermaye Yeni Cami önündeki kuşlara benzer. Kuşlar neden toplanıyor. Çünkü orası güvenli. Bütün yatırımcıların başımızın üzerinde yeri var. Türkiye’ye gelen herkese hoş geldiniz, sefa getirdiniz diyorum. AKP hükümetinin en temel politikalarının başında özelleştirme geliyor. 

“Devam edeceğiz, kârlı, zararlı ne varsa hepsini satacağız. Siyasilerin çiftliği olan yerleri satıyoruz, milletin yükünü azaltıyoruz. Bunlar kamburdur. Bazı özelleştirmeler için ‘milli menfaatimize aykırıdır’ diyorlar. Asıl bunları satmazsak milli menfaate aykırı olur. Biz popülizm yapmıyoruz, kimse palavra atmasın.” 

4) Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Sami Ofer ile özel görüşmelerin kendi iktidarını sarsmaya başması üzerine bu konularda çelişkili açıklamalar yapmaya başladı. Erdoğan, 22 Eylül 2005 tarihinde, gündüz saat 13.30’da kendisine sorulan Galataport ihalesini kazanan Sami Ofer ile görüşme sorusuna, Vergi rekortmenleri ödül töreninden ayrılırken şu yanıtı verdi: 

“Benim kimseyle, mesela ifade edildiği gibi Sayın Ofer ile Başbakanlık’ta veya bir başka yerde görüşmem olmadı. Kaldı ki her müteşebbisle görüşürüm.” 

Saat 13.30’da bu açıklamayı yapan Erdoğan, gece saat 23.30’da katıldığı ATV televizyon kanalındaki “TekeTek” programında, ilgili soruya “Ofer ile Davos’ta bir kez görüştüm” yanıtını verdi. Başbakan Erdoğan, Ankara Bilkent Otel’de yaptığı görüşme sorusunu ise “hatırlamıyorum” şeklinde yanıtladı. 

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye Petrol Rafinerileri AŞ’nin (TÜPRAŞ) hisselerinin yüzde 14.76’sının İMKB’de satışına ilişkin iddialar gündemi kasıp kavuruyor. Söz konusu TPRAŞ hisselerinin (toplam 36 milyon 969 bin 698 YTL nominal değerli) satış süreci 28 Şubat 2005 tarihinde başladı. Satış işlemi, 4 Mart 2005 tarihinde gerçekleşti. Takas işlemi de, 8 Mart 2005 tarihinde borsadaki Takasbank A.Ş. bünyesinde tamamlandı. ÖİB, bu satıştan toplam tutar olan 569 milyon 333 bin 349 YTL yani 569 trilyon lira elde etti.

TÜPRAŞ’ın bu yüzde 14.76 oranındaki borsa hisseleri 6 ayda büyük değer kazandı. Borsadaki bu büyük çaptaki alımın arkasından İsrail kökenli Ofer Grubu çıktı. Borsadaki aracı kurum ise Mehmet Kutman’ın sahibi olduğu Global Menkul Değerler idi. Başbakan Erdoğan ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın Ofer-Kutman ikilisi ile 2002 yılından beri sık sık görüştüğü ortaya çıktı. Bu bilgiler bugüne kadar yalanlanmadı. 

Bu borsa operasyonu, 1 Mart 2005’te gece sabaha karşı saat 02.00’de, Unakıtan’ın Ofer ailesinin büyük oğlu Eyal Ofer ile yaptığı gizli görüşmede planlandı.

Eyal Ofer ile Global’in sahibi Mehmet Kutman, 28 Şubat’ı 1 Mart’a bağlayan gece yarısı İstanbul’dan özel bir uçakla Ankara Esenboğa Havalimanı’na indi. Ofer ve Kutman ikilisi, kendilerini karşılayan araçla saat 02.00’de Unakıtan’ın yanına gitti. Unakıtan, görüşmeden sonra ÖİB’ye talimat verdi. Aynı gün, İş Yatırım, Global Menkul Değerler ve ÖİB, hisselerin satış duyurusunu yaptılar. 3 Mart Perşembe günü, İMKB Başkanlığı, satış işlemine izin verdi. 4 Mart Cuma günü, TÜPRAŞ hisselerinin satış işlemi tamamlandı. Hisseler, Global aracılığıyla 6 fona satıldı. Söz konusu fonlardan birinin Templaton adlı bir şirkete ait bulunduğu, 5’inin de Ofer’in Global’e kurdurttuğu fonlar olduğu kaydediliyor. 

Erdoğan’ın sadece bir tanesini kabul ettiği ve Sami-Eyal Ofer ile Erdoğan-Unakıtan ikilisinin görüşmeleri şu şekilde oldu: 

- Erdoğan ile Eyal Ofer arasındaki birinci görüşme, 2002 yılı başındaki Davos’ta düzenlenen zirvede oldu. Eyal Ofer, o sırada Zodiac Maritime Agencies Ltd. Yönetim Kurulu Başkanı sıfatını taşıyordu. Erdoğan ise henüz seçimi kazanmadığı için sadece AKP Genel Başkanı idi. 
- 2003 yılındaki ikinci görüşme de, Eyal Ofer ile Erdoğan arasında ve yine Davos toplantılarında oldu. Ofer bu defa İngiltere menşeli ve lojistik/taşıma sektöründe faaliyet gösteren Associated Bulk Carriers şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı idi. Erdoğan ise AKP iktidara gelmesine rağmen henüz Başbakan değildi. 
- Erdoğan, Davos’tan 6 ay sonra Ofer alesi ile üçüncü görüşmesini yaptı. Baba Sami ve oğul Eyal Ofer, özel bir uçakla 14 Ağustos 2003 tarihinde Ankara’ya geldiler. Unakıtan ile görüşen Oferler, öğleden sonra da AKP’nin 2. kuruluş yıldönümü toplantılarının yapıldığı Bilkent Otel’e gittiler. Otele arka kapıdan girdiler ve Erdoğan’ın görüşme için hazırlattığı özel suite çıktılar. Oferler, görüşme sonrasında yine gizlice otelden ayrıldılar. İki hafta sonra, Sami Ofer, Erdoğan’a bir teşekkür mektubu gönderdi. Ofer’in teşekkür mektubunu 23 Eylül 2005 tarihli Milliyet gazetesi ele geçirerek yayımladı. Yine yalanlanmayan mektubun bazı bölümleri şöyle: “Bana ayırdığınız zaman, verdiğiniz cesaret ve konukseverliğiniz için teşekkür ederim... Biz inanıyoruz ki, hükümetiniz tarafından gerçekleştirilen bugünkü yasal düzenlemelerin gelecekteki olumlu etkisi ile, yabancı gemi şirketlerinin Türkiye'de kendi ofislerini kuracak olması sayesinde, buralarda Türk çalışanların istihdam oranı artırılacaktır... Bizim Türkiye ile sadece gemi taşımacılığı alanında ilişkimiz yok. Biz Türkiye’de diğer gelişmekte olan fırsatlarla da ilgiliyiz... Biz sizin liderliğinizde, Türk sanayisi ve ticaretinin gelişmesine yönelik olarak, yatırım yapmaya hazırız. - Sammy Ofer”.
- Eyal Ofer’in, Unakıtan ve Erdoğan ile dördüncü buluşması Ocak 2004’te yine Davos’ta oldu. Bu görüşmede, Vakıf Han ve Galataport Projesi’nin ele alındığı belirtiliyor. Ofer Şirketler Grubu Başkanı Eyal Ofer’in yanındaki heyette, Royal Carribbean Cruises Ltd. CEO’su Richard Fain ve Hyatt Şirketler Grubu Başkanı Thomas J. Pritzker’in de hazır bulunduğu aktarılıyor. 
- Bu yoğun temas ve görüşme trafiğinin ardından Ofer ailesi İstanbul Galataport ihalesini, 49 yıllığına yayılan bir ödeme planıyla 3.5 milyar Avroya aldı. Tartışmaların ana konusunu ise ihale tutarı ödemesinin 49 yıla yayılması oluşturuyor. Galataport, 100 bin metrekare alanı kapsayan bir proje. Projede 4-5 yıldızlı otellerin yanı sıra free shop, fast-food yerleri ile 600 metre uzunluğunda bir kruvaziyer limanı, gümrük ve yolcu salonları bulunuyor. Proje, İstanbul Karaköy İskelesi’nden başlayarak yaklaşık 1200 metrelik sahil şeridinde gerçekleştirilecek. Projenin süresi, 3 yılı yatırım, 46 yılı da işletme süresi olmak üzere toplam 49 yıl... Ofer’in başını çektiği Galataport konsorsiyumunda, Royal Caribbean Cruises yüzde 21, Global Yatırım Holding yüzde 21, Çeçen Holding (IC Antbel Antalya Belek Turizm Yatırımları A.Ş.) yüzde 20, Limak İnşaat yüzde 3 ve geriye kalan küçük paylar ise Sasso Holding ve Triparty Miscellaneous LLC firmasına ait bulunuyor. Galataport ihalesi öncesinde Kıyı Kanunu AKP Hükümeti tarafından değiştirilerek, limanlarda yapılanmaya izin verildi. Bu kanun değişikliği TBMM tatile girmeden hemen önce, 3 Temmuz 2005 tarihinde yapıldı. 21 Temmuz 2005 tarihli Resmi Gazete’de de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yasa ile Ofer Grubu’nun aldığı Galata Limanı’ndaki yapılaşmanın önü açılmış oldu. 

5) R. Tayyip Erdoğan’ın S. Berlusconi ile ilişkisi ve Avea, Astaldı, Fintecna firmaları ile temaslar şöyle:

12 Mayıs 2003: İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi Ankara’ya geldi. Berlusconi, Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın daveti ile Türkiye’ye resmi bir ziyaret için gelmişti. Erdoğan tarafından törenle karşılanan Berlusconi, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından da kabul edildi. 

Kendisi işadamı ve medya patronu olan Berlusconi, devletlerarası ilişkiden çok, Türkiye’ye özellikle İtalyan şirketlerinin çıkarlarını korumak ve işlerini takip etmeye geldiği, medyada çıkan haberlerden dolayı kamuoyunun da bilgisi dahilindeydi.

Bu çerçevede, Aria, Astaldi ve Fintecna şirketleri Berlusconi’nin temaslarında öncelikle gündeme geldi. 

- İtalyan devlet kuruluşu olan Fintecna firması, Türkiye’de Karakaya ve Berke barajlarının inşaatını üstlenmişti. Karakaya Barajı’nı tamamlayan şirket, Berke Barajı inşası sırasında, bu barajnı yaptıran Uzan Grubu’yla yaptırdığı mahkemelik olmuştu. Fintecna şirketinin Çukurova Elektrik Şirketi aleyhine açtığı tazminat davasında, bilirkişi konusunda bazı yolsuzluklar yapması şirketi zor duruma sokmuştu. Konuyla ilgili dava, Adana Mahkemelerinde görülmekteydi. 

- Astaldi firması ise Ankara-İstanbul arasındaki mesafeyi kısaltacak Bolu Tüneli’ni inşa ediyordu. Ancak tünelin deprem sırasında çökmesi, Bayındırlık Bakanlığı, Astaldi firması ve sigorta şirketi arasında uyuşmazlık çıkmasına neden olmuştu. Türkiye, bu sorunlardan dolayı ihaleyi iptal etme noktasına gelmişti. Ama bu sorunlar kapalı kapılar arkasında birer birer halledildi ve Başbakan R. Tayyip Erdoğan, tünelin son kazmasını 4 Eylül 2005 tarihinde törenle vurdu. 

- Türk-İtalyan iş ilişkilerinde en güncel konuyu ise Aria’nın Türkiye’yi uluslararası tahkime şikayet etmesi ve Türkiye’den çıkma kararını alması oluşturuyordu. İtalyan-İş Bankası ortaklığıyla kurulan Aria cep telefonu şirketi, daha sonra Türk Telekom’a ait olan Aycell ile birleşmeleri halinde Türkiye’den çekilmekten vazgeçebilecekleri sinyalini vermişti. İki Başbakan, öğle yemeğinden sonra da ortak basın toplantı düzenlediler. Aria şirketi konusundaki soruya, Erdoğan, akşam İstanbul’da yapılacak olan Türk-İtalyan İş Konseyi toplantısına kadar görüşmeleri bitirip açıklamayı yapacakları yanıtını verdi. Erdoğan, “akşama işi bitirmeye kararlıyız” diye konuştu. Akşam saatlerindeki Türk-İtalyan İş Konseyi toplantısında ise Başbakan R. Tayyip Erdoğan şunları söylüyordu: “Böyle güzel, anlamlı bir toplantıda, bugün noktalanmış olan bir müjdeyi özellikle vermek istiyorum. Bildiğiniz gibi, Türkiye’de Aria’nın ciddi bir yatırımı vardı ve Aycell, Aria ile İş Bankası üçlü olarak birleşmek suretiyle yeni bir dönemi başlatmış olacaklar. Her iki ülke için de bu adımın hayırlı olmasını diliyorum.” İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi de, bu konuşmanın ardından “Arkadaşım” diye seslendiği Erdoğan’a teşekkür ederek, “Ben Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin bir üyesi olarak düşündüğümde hiç zorlanmıyorum” diye karşılık verdi. Nitekim öyle de oldu; tüm rekabet mevzuatı aşılarak, iki cep telefonu şirketi büyük bir maharetle birleştirildi. Cep telefonu sektöründeki tek kamu kuruluşu olan ve Türk Telekom’un değerini kat-kat artıran Aycell, Aria’nın lehine İtalyan TIM firması ile birleştirildi. Bu yeni ortaklık; Aria ve Aycell’in yüzde 40’ar, İş Bankası’nın yüzde 20 oranında hisseyle oluşturuldu. Aycell, bu ortaklığa kadar, alt yapı yatırımlarını süratlendirmiş, Turkcell ve Telsim’le rekabet edebilmek için 2002-2003 arasında tüm Türkiye’yi kapsama alanı içine almış ve abone sayısını “kamu personel tarifesiyle” arttırmaya başlamıştı. İtalyan TIM’in Aria firması ise Erdoğan ve Berlusconi’nin özel görüşmeleri sayesinde yeni bir yatırım dahi yapmadan bu alt yapının üzerine oturdu. 

- İtalyan TIM ve İş Bankası’nın ortaklığı olan Aria, GSM 1800 cep telefonu şirketi kurma ihalesini kazanınca, yine ihale şartları gereği tekel oluşmaması için devlet de Aycell şirketini kurmuştu. İki şirketin birleşmesinin ardından, AKP Hükümeti eliyle bir GSM 1800 tekeli oluşturuldu. Diğer GSM şirketleri olan Turkcell ve Telsim ile yapılan lisans sözleşmelerindeki bir maddesinde, “Türkiye’de GSM operatörlüğü yapan şirketlerin ortaklık yapamayacağı” şeklinde çok net ifadeler yer alıyor. Ama bu kural, Aria ve Aycell birleşmesine uygulanmadı. 

- Aycell’in lisans bedeli olan 3 milyar dolar Türk Telekom tarafından Hazine’ye ödenmişti. Hazine’nin bu parayı Türk Telekom’a iade edip etmediği ya da oluşan kamu zararının ne olduğu bilinmiyor. O sırada özelleştirme aşamasında olan Türk Telekom’un değeri de, değeri 4 milyar dolar olarak tahmin edilen Aycell ile birlikte azaldı. 

- AKP Hükümeti, Türk Telekom aracılığıyla Aycell’i Aria ile birleştirmek için sadece niyetin yetmediğini görünce bir de “şirkete özel” kanun çıkardı. Turkcell ve Telsim’in birleşmesinin kanunen yasak olduğu bir ortamda, 1 Ağustos 2003 tarihinde, tatile girmeyi bir ay geciktiren TBMM’de sabaha karşı geçirilen bir yasayla, Aria-Aycell birleşmesine yasal koruma kazandırıldı. 4971 Sayılı Kanun ile Aria-Aycell birleşmesi sağlama alınmaya çalışıldı. Kanun’un 17. maddesi 406 Sayılı Posta Telgraf ve Telefon Kanunu’na şu geçici maddeyi ekledi: “Türk Telekom tarafından, GSM 1800 mobil telefon hizmeti sunmak üzere kurulmuş bulunan Aycell Haberleşme ve Pazarlama Hizmetleri Anonim Şirketi; GSM 1800 mhz. imtiyaz sözleşmesi imzalayarak faaliyet yürüten başka bir işletmeci şirket ile Türk Ticaret Kanunu hükümleri çerçevesinde kurulacak yeni bir şirket aracılığı ile birleşebilir. Bu birleşme sonucu gerekli tüm lisans düzenlemelerini ve işlemlerini yapmaya Kurum yetkilidir”. Kanun metninde, “Türk Telekom” ve “Aycell” isimleri geçiyor, nedense kanunun çıkarılma nedeni olan bir tek “Aria”nın adı zikredilmiyor. 

- Ayrıca mali portresi de pek bilinmeyen Aria-Aycell birleşmesi, hep şeffaflıktan uzak gerçekleştirildi. Maliyet ya da ortak şirketin sermayesi kuruluş aşamasında hiç açıklanmadı. Şirketin kuruluşu için hazırlanan iş planına göre de; ortada sermaye olarak sadece Türk Telekom’un, yani kamunun Aycell’e aktaracağı 300 milyon dolar görünüyordu. Aria’nın sermayeye katkısına ise hiçbir belgede rastlanmıyordu. Ayrıca, kamu hisseli bir şirketin denetimi de kamudan kaçırılarak, yeni kurulacak Avea şirketinin denetiminin, uluslararası mali denetleme kuruluşlarına devredilmesi ana sözleşmede hüküm altına alındı. 

6) R. Tayyip Erdğan’ın Çargill Firması ile ilişkisine gelince;

16 Eylül 2005 tarihinde, Halka ve Olaylara Tercüman gazetesi köşe yazarı Şamil Tayyar, “Telsim’e Cargill Modeli” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazının bir bölümünde, Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile ABD’nin yeni Büyükelçilik Maslahatgüzarı Nancy McEldowney arasında 8 Ağustos 2005 tarihinde gerçekleştirilen görüşmesinin “gizli” damgalı notları yayımlandı. Yazı bugüne kadar yalanlanmadı.

Şamil Tayyar yazısında, tutanaklardaki diyalogların terör konusunun ardından yatırımlara kaydığını kaydediyor ve Erdoğan’ın McEldowney’e yönelik şu sözünü akatrıyor: “Biliyorsunuz, Cargill sorununu çok risk alarak çözdük...”

Başbakan R. Tayyip Erdoğan, Cargill sorununun çözümü için büyük risk aldığını belirterek, bir anlamda ABD’nin kendisine güven duymasını istiyor. Cargill’in problem oluşturan fabrikası ise Bursa Orhangazi’de bulunuyor. Problem “1. derece tarım arazisi” üzerine kurulmuş olması...

Amerikan menşeli bir firma olan Cargill, aslında 1960 yılından bu yana Türkiye’de faaliyet gösteriyor. 50 milyar doların üzerindeki yıllık cirosuyla dünya gıda sektörünün en büyük 10 firmasından biri konumunda bulunuyor. Orhangazi’deki tesisler, Cargill’in Türkiye’deki üç yatırımından biri. ABD merkezli Cargill şirketinin İstanbul Pendik’te nişasta, Orhangazi’de mısır şurubu, Hendek’te de fındık işleme fabrikası bulunuyor. 

Cargill’in Bursa Orhangazi’deki tesislerinin yapımına 1998 yılında başlandı. Tesis için inşaat ve imar ruhsatlarını Bursa Valiliği İl İdare Kurulu verdi. Yüksek Planlama Kurulu (YPK) da 195 bin metrekarelik tesis arazisini tarım dışı alan ilan etti. 

Ancak Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin de aralarında bulunduğu 19 kitle örgütünün yaptığı başvuruyu kabul eden Bursa 2. İdare Mahkemesi, yürütmeyi durdurdu. Bu arada, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu da Cargill’e verilen deşarj ve emisyon izinlerinin iptalini kararlaştırdı. 

Danıştay’ın bu kararına karşın, 57. Koalisyon Hükümeti, Cargill’in faaliyetlerini sürdürmesine göz yumdu. AKP’nin kurduğu 58. ve 59. Hükümetler de benzer kakarlar alarak bu hukuk dışı uygulamaları sürdürdüler. 

AKP Hükümeti, bir yasa hazırlayarak, tarım arazileri üzerine kurulu tesislere, metrekaresine 5 YTL ödemek kaydıyla para karşılığı af getirdi. Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Yasası, 3 Temmuz 2005’te TBMM’de kabul edildi ve Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. 

5 Temmuz 2005 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan bir Bakanlar Kurulu Kararı ile de Cargill’in Orhangazi’deki tesisleri “Özel Endüstri Bölgesi” ilan edildi. AKP Hükümeti, bu kararı, Cargill için çıkarttığı yasadan ayrı olarak aynı dönemde aldı. Bu Bakanlar Kurulu Kararı ile Cargill aleyhine açılan 4 davayı boşa çıkartmak amaçlandı. Böylece Cargill’in Orhangazi’de üzerine fabrika kurduğu “1. derece tarım arazisi“nin statüsü değiştirilerek, firma bir anda tüm davalardan kurtuldu. 

Cargill ile AKP Hükümeti arasında “sorunun çözümlenebilmesi” için ilk görüşme Başbakanlık’ta gerçekleştirildi. Cargill’in dünya başkanı Warren Stanley, Eylül 2003’te Türkiye’ye gelerek Başbakan Erdoğan’la görüştü. Cargill ilk girişimini işte bu şekilde başlattı. Daha sonraki özel görüşme ise Amerika’da yapıldı. 2003 yılının Aralık ayında Erdoğan’ın ABD gezisi sırasında Cargill yetkilileri, firmanın Türkiye’de yaşadığı sıkıntıların çözülmesini yolundaki somut önerilerini özel bir toplantıda dile getirdiler. 

Ayrıca ABD Başkanı George W. Bush’un da, Cargill konusunda devreye girdiği ve Erdoğan ile başbaşa görüşmelerde bu konunun gündeme geldiği, sektörde yoğun olarak konuşuluyor. 

7) 15 Mart 2005’te satışa çıkarılan Seydişehir Alüminyum Tesisleri’nin ihalesi, 10 Haziran 2005’te sona erdi. İhaleyi 305 milyon dolar karşılığında Cengiz İnşaat aldı.

Seydişehir ETİ Alüminyum Tesisleri’nin özelleştirilmesi kararı, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 20 Mayıs 2003 tarinli ve 4247 sayılı yazısına istinaden, Başbakan R. Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin ekonomi ile ilgili bakanlarından oluşan Özelleştirme Yüksek Kurulu’nca 18 Ağustos 2003 tarihinde alındı. 

Ancak, Başbakan Erdoğan’ın başkanlığındaki Özelleştirme Yüksek Kurulu, 8 Eylül 2003’te aldığı bir kararla, tesislere enerji sağlayan Oymapınar Barajı’nın da ETİ Alüminyum A.Ş.’ye bağlanarak özelleştirilmesine karar verdi. Karar, 12 Eylül 2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Temmuz 2003’te, yabancı bir ekibin Türkiye’deki barajlar üzerine yaptığı incelemenin ardından yayınlanan rapor büyük önem taşıyor. Raporda, ETİ Alüminyum A.Ş.’nin Oymapınar Hidroelektrik Santralini ve Yeniköy Termik Santralini satın alması durumunda, enerji üretim maliyetlerinin 5.9 c/kWs’den, 1.7 c/kWs’ye düşeceği belirtiliyordu. İşte bu raporun yayınlanmasından sonra R. Tayyip Erdoğan’ın başkanlığındaki Özelleştirme Yüksek Kurulu, Oymapınar Barajı’nın ETİ Alüminyum A.Ş. ile birleştirilerek özelleştirilmesine karar verdi.

AKP Hükümeti, bu satışı gerçekleştirmek için Seydişehir halkı üzerinde de baskı uyguladı. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, 25 Mayıs 2005 tarihinde fabrikayı göstermek istediği alıcıları bile 2 bin polis ve jandarma eşliğinde Seydişehir’e götürmüştü. Bu kadar polis ve jandarmaya rağmen fabrikadaki işçilerin direnişi daha da artmıştı. 

Sanayicilerin, madencilerin, uzmanların, çalışanların ve Seydişehir halkının büyük tepkisine rağmen 305 milyon dolara satılan ETİ Alüminyum Tesisleri, Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın Rize’den hemşehrisi olan Mehmet Cengiz’in şirketine 10 Haziran 2005 tarihinde devredildi.

Cengiz İnşaat, Rize kökenli bir firma olarak tanındığı gibi aynı zamanda, hem eski Başbakanlardan olan ve halen Yüce Divan’da yargılanmmakta bulunan Mesut Yılmaz’a, hem de Tayyip Erdoğan’a yakınlığıyla tanınıyor.

Seydişehir Alimünyum Tesislerini alan CE-KA Cengiz İnşaat, Türkiye’nin üçüncü büyük bakır madeni olan Küre Etibakır A.Ş.’yi de 2004’ün Şubat ayında özelleştirme sonucu almıştı. Cengiz İnşaat, bir süre sonra kapalı ve açık madenleri taşeron şirket STFA’ya devretmişti. Ardından da Küre’de 19 madencinin ölümüyle sonuçlanan büyük maden faciası Türkiye kamuoyunu derinden yaralamıştı.

Cengiz İnşaat’ın adı, Meclis Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu Raporlarında da geçmektedir.. Şirket, 55 trilyon liraya aldığı Hopa-Kemalpaşa-Sarp yolu ihalesini 406 trilyona mal etmişti. Projedeki bu artış, AKP Hükümeti’nin “duble yol” ihalelerinin veriliş biçiminden kaynaklanıyordu. 

Seydişehir Eti Alüminyum Tesisleri’nin özelleştirilmesi, 25 Mayıs 2005 tarihindeki TBMM’nin KİT Komisyonu’nda da tartışıldı. Eti Alüminyum’un 2003 yılı hesaplarının denetlendiği Meclis KİT Komisyonu’ndaki toplantı tutanaklarının özel olarak incelenmesi gerekiyor.

Toplantıda, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Seydişehir alıcıları için koyduğu, “110 milyon dolarlık yatırım, maden ihracat yasağı, 49 yıl üretimin devamı, Oymapınar Hidroelektrik Santralı’nın kullanımının sınırlanması” şartları da gündeme geldi. KİT Komisyonu’nun hem AKP’li hem de CHP’li üyeleri, bu şartların uygulanamayaçağını belirttiler.

AKP Amasya Milletvekili Hamza Albayrak, üretim şartı getirilen bir çok fabrikanın şimdi çalışmadığını hatırlatarak eleştirilerine başladı. Albayrak, “Daha önceki özelleştirmelerde konulan şartların ne kadarı uygulanıyor onu araştırmak lazım” diye konuştu. 

CHP Konya Milletvekili Atilla Kart da, Eti Alüminyum’un özelleştirme kapsamına alınmasında Başbakan, Maliye Bakanı, Enerji Bakanı’ndan başlayan hukuk dışı ilişkiler bulunduğu yolunda iddiaların olduğunu kaydetti. Kart, 20 yıldır yüksek maliyetle enerji kullandığı için zarar ettirilen tesise, özelleştirme kapsamına alındıktan bir ay sonra Oymapınar Santralı’nın bağlandığını söyledi. Kart, tesisin Oymapınar’dan sonra ilk kez 26 milyon dolar kar ettiğini, 60 milyon dolarlık bir yatırımla da 136 milyon dolar kar etmesinin mümkün olduğunu vurguladı.

KİT Komisyonu’nda soruları yanıtlayan Eti Alüminyum Genel Müdürü Ahmet Arkan, dünyanın sayılı entegre alüminyum tesislerinden biri olan, 30 yıl önce Rusya tarafından kurulan Eti Alüminyum’da çok ciddi bir modernizasyon yatırımı yapılması gerektiğini belirtti. Arkan, önceliğin kapasite artırımından önce modernizasyona verilmesi gerektiğini, fabrikanın tam anlamıyla modernizasyonu için 110 milyon dolarlık yatırımın yeterli olacağını söyledi. Arkan, bununla tonu bin 710 dolar olan külçe alüminyum yerine, tonu 12 bin dolar olan uçak alüminyumları üretebileceklerini ve 1 milyar dolarlık ciroya ulaşabileceklerini kaydetti. Arkan, uçak alüminyumları konusunda TAI, Boeing, Airbus’tan talep geldiğini ve Eti Alimünyum’un Türkiye’deki uçak sanayiinin tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek tek tesis olduğunu belirtti. 

8) Türk Telekom A.Ş.’nin ihalesinin öncesinde ve sonrasında, kamuoyundan gizlenen birçok gelişme yaşandı. İhaleye girenlerle özel görüşmeler ve sağlanan özel kolaylıklara, Türk Telekom’un özelleştirme sürecinde de bol bol rastlandı. 

- Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın 15-16 Haziran 2005 tarihinde yaptığı Lübnan ziyaretinin hemen ardından, 17 Haziran 2005 tarihinde, Lübnanlı Saudi Oger firması ile Telecom İtalia (TIM), konsorsiyum kurduklarını Özelleştirme İdaresi’ne bildirdiler. Sonradan bu konsorsiyum içinde British Telekom’un da olduğu ortaya çıktı. 13 gün sonra da 1 Temmuz 2005 tarihinde, ihaleyi bu konsorsiyum kazandı. Üstelik Başbakan’ın bu ziyareti öncesinde ortak bildirme süresi de Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) tarafından uzatılmıştı. Bu rastlantıların aslında tesadüf olmadığı, AKP Hükümeti’nin birkaç üst düzey yetkilisinin Hariri ailesiyle birkaç kez görüştüğü biliniyor. Bu bilgilerin ayrıntıları ise şöyle: 

Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile Lübnan Başbakanı ve Oger şirketlerinin sahibi Refik Hariri, ilk kez 17-19 Ocak 2004 tarihleri arasında yapılan 5. Cidde Ekonomik Forumu’nda biraraya geldiler. Erdoğan, Cidde Ekonomik Forumu’na Türkiye’den 270 işadamının yer aldığı bir heyetle katılmıştı. Erdoğan’ın heyetinde yer alan bakanlar arasında, özelleştirmeden sorumlu Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da bulunuyordu.

Cidde Ekonomik Forumu’nda başlayan bu sıcak ilişki, 2004 Mayıs’ında Erdoğan’ın Hariri’yi Türkiye’de ağırlamasıyla daha da gelişti. Ancak, AKP Hükümeti’nin Lübnan’la ilişkileri sadece Erdoğan üzerinden yürümedi. Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül de, Hariri’nin Türkiye ziyareti üzerinden iki ay bile geçmeden Lübnan’a gitti. 2-4 Temmuz 2004 tarihleri arasında Lübnan’da bulunan Gül’ün girişimiyle, 3 Temmuz’da iki ülke heyetleri ekonomik ilişkileri ele aldılar. Başkanlık Sarayı’ndaki toplantıya Başbakan Refik Hariri de katıldı. Bakan Gül, bu toplantıda Lübnanlı işadamlarını Türkiye’ye davet etti ve Lübnanlı yatırımcılara her türlü kolaylığı sağlama sözü verdi. 

Beş dönem Lübnan’da Başbakanlık yapan Hariri, siyasi rakibi olan Cumhurmaşkanı Emil Lahud’un görev süresini Lübnan Parlamentosunun uzatması üzerine, 2004 yılının sonlarına doğru görevinden istifa ederek şirketlerinin başına geçmişti. Hariri, 14 Şubat 2005 tarihinde Beyrut’ta düzenlenen bombalı bir saldırı sonucu hayatını kaybedince, tüm serveti ve şirketlerini de çocukları yönetmeye başladı. Aralarında Oger Telekom’un bağlı bulunduğu Saudi Oger’in yanı sıra 4 banka, medya kuruluşları ve birçok şirketi şimdi ailenin geriye kalan üyeleri yönetiyor. 

Dışişleri Bakanı Gül, suikastten üç gün sonra, yine Lübnan’a gitti ve Refik Hariri’nin eşi Nazek, oğlu Bahaeddin ve kız kardeşi Bahia’ya Türkiye’nin taziyelerini bildirdi. Erdoğan da, 16-17 Haziran 2005 tarihleri arasına Lübnan’a gitti ve Hariri’nin anısına toplanan ve daha önce hiç duyulmayan Arap Ekonomik Forumu’na “onur konuşmacısı” olarak katıldı. Erdoğan’ın Beyrut temasları, 50 yıl aradan sonra Başbakan düzeyinde Lübnan’a gerçekleştirilen hem de gayrı resmi ilk ziyaret oldu. Bu gezide, Tayyip Erdoğan eşi Emine Erdoğan ile birlikte Hariri ailesinin evine de giderek bir taziye ziyareti gerçekleştirdi. Bu ziyarette, özelleştirmeden sorumu Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve eşi Ahsen hanım da Erdoğan’ın yanında yer aldılar.

Hariri’nin evindeki bu taziye ziyaretinde bir başka dikkat çekici isim daha hazır bulundu: eski Lübnanlı Bakan Fouad Siniora... Hariri’nin kurduğu hükümetlerde yıllarca Maliye Bakanlığı görevini yürüten ve Hariri öldürüldükten sonra yapılan seçimlerden sonra da Başbakanlık görevine getirilen Fouad Siniora, Lübnan’ı 35 milyar dolarlık borç batağına sürükleyen ekonomi politikalarının mimarı sayılılıyor. Hakkında yolsuzluk suçlamaları yapılan ancak 2003 yılında aklanan Siniora, Refik Hariri’nin kadim dostu ve özel kasası olarak da nitelendiriliyor.

Bu görüşmeden iki hafta sonra, 1 Temmuz 2005 tarihinde Türk Telekom’un özelleştirme ihalesi yapıldı ve ihaleyi Hariri ailesinin sahibi olduğu Oger Grubu kazandı. 

Hürriyet gazetesi yazarı Yalçın Bayer, 7 Temmuz 2005 tarihli köşe yazısında, Oger’in ihalesiz iş almayı sevdiğini yazdı. Suudi Arabistan’da 10 yıl çalışan Makine Yüksek Mühendisi Aslan Özmen’in anlatımlarına yer veren Bayer’in yazısının bazı bölümleri şöyleydi: 

“Arap ve Suudi karakteri icabı büyük adamlar! İhaleye girmezler. Kral ve cumhurbaşkanlarıyla doğrudan temas edip işi bitirirler. ‘İhale’ onların uygulamalarında yoktur... Bizim pro-Suudi işadamlarımız hep bu özlemle tutuşur ve komisyoncu olarak bu işlerden komisyon almayı beklerlerdi. Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet buna yanaşmamıştı. Eskiden de tevessül edilmiş, onlara, kibarca ihaleye katılın denilmişti... Lübnan, dış yardımlara muhtaç iken ve Arap ülkelerinin sermayesi ve yardımlarıyla yaşarken, Türkiye’ye nasıl sermaye aktaracaktı? Belki Saudi Telecom veya Dubai’nin Etisalat’ı Türk Telekom’u satın alabilirlerdi. Çünkü bunlar devlet şirketi olup çok zengindirler. Petrol gelirini harcayacak yer aramaktadırlar. Nitekim Etisalat-Çalık grubunun 6.5 milyar dolarlık peşin teklifi buna örnek sayılmalıdır”. 

Telekomünikasyon sektörün önemli yayınlarından biri olan “Telekom Dünyası” dergisi Genel Yayın Yönetmeni Erdoğan Tanrıöven, Mayıs 2005 sayısında, daha Telekom ihalesi sonuçlanmadan şu yazıyı kaleme aldı: 

“Türk Telekom’un özelleştirme çalışmaları sürüyor. 24 Haziran 2005’te teklif verenler açıklandı. 1 Temmuz 2005’te fiyatlar belli olacak. Medyada estirilen rüzgarı doğru bulmuyoruz. Türk Telekom’un yüzde 100’üne 8 milyar dolar biçenler, Pakistan’da yüzde 26’lık paya yaklaşık 2.6 milyar dolar verildiğini görmezden geliyor olmalılar. Doğru düzgün alt yapısı, şebekesi, aktif abonesi olmayan, sınırlı bir teknolojiye sahip olan Pakistan Telekom’un yüzde 26’sı 2.6 milyar dolar değerden satılıyorsa, Türk Telekom gibi dev bir operatöre kim, nasıl 8 milyar dolar değer biçebilir? Üstelik dünyanın sayılı operatörlerinden biri. Güçlü bir alt yapı teknolojisi yeniliğe açık, 20 milyon abonesi, lütfen dostlar, kendi malımızı ’elde kalmış, atılacaktı’ anlayışıyla değerlendirmeyelim”. 

- Türk Telekom ihalesini 6 milyar 550 milyon dolar teklif vererek alan Oger ortak girişim grubunun kurduğu uluslararası ortaklığın da incelenmesi gerekiyor. Başbakan Erdoğan’ın, 15-16 Haziran’daki Lübnan gezisinde Hariri’nin evine yaptığı ziyaret sırasında, Oger’in diğer ortağı Telecom İtalia Mobile’nin (TIM) yetkililerinin de hazır bulunduğu belirtiliyor. Lübnanlı Oger firması ile İtalyan TIM’in daha önce hiçbir işte birllikte çalışmadıkları da biliniyor. Erdoğan’ın Lübnan ziyaretinden Türkiye’ye döndüğü 17 Haziran 2005 tarihinde Oger ve TIM’in ortak olarak ihaleye gireceklerini açıklamaları, “bu ortaklığı Başbakan Erdoğan mı sağladı” sorusunu gündeme getiriyor. 

Erdoğan’ın Lübnan ziyareti öncesinde konsorsiyum bildirme tarihinin uzatılması, tüm bunlara rağmen İtalyan TIM’in ÖİB’nin resmi konsorsiyum listelerinde yer almaması, Erdoğan’ın oğlunun düğününde İtalya Başbakanı Berlusconi’nin şahitlik yapması, Berlusconi’nin ricası Erdoğan’ın talimatıyla Aycell ve Aria’nın Avea adı altında birleştirilmesi gibi net bilgiler alt alta konulduğunda “ilginç bir tesadüfler zinciri” ortaya çıkıyor.

Bu konsorsiyuma sonradan, British Telecom’un BT Consult şirketiyle katıldığı da sektörde yoğun olarak konuşuluyor. Yani, AKP Hükümeti’nin resmi olarak Lübnanlı Oger’e sattığı Türk Telekom’u aslında kimin aldığı meçhuldür. Milli güvenlikle de yakından ilgili olan bu konunun iyi araştırılması gerekir. 

Türk Telekom A.Ş.’nin özelleştirme ihalesi sürecinde AKP Hükümeti’nin imzası bulunan bazı kolaylaştırmalar ve özel imtiyazlar da şöyle sıralanıyor: 

- Türk Telekom’un yabancılara satılabilmesinin önü, AKP Hükümeti tarafından çoğunluk hissesinin özelleştirilmesine olanak tanıyan 5189 sayılı yasa ile açıldı. 16 Haziran 2004 tarihinde kabul edilen bu yasayla, TMSF’nin elinde bulunan TELSİM isimli GSM operatörünün de yabancılara satışına olanak sağlandı. 

- İhalenin yapılacağı 1 Temmuz 2005’ten bir önceki gün 30 Haziran’da, geceyarısı operasyonu ile üçüncü nesil mobil telefon sistemine (CDMA) ait frekans bandının bir kısım imtiyazı, bedelsiz olarak Türk Telekom’a tahsis edildi. Oysa, bu frekans bandının, 2006 yılında yapılacak bir başka ihale ile satılması planlanıyordu. Böylece bu imtiyaz, o sırada özelleştirilecek olan Türk Telekom’un yeni alıcısına, yani Hariri ailesinin sahibi olduğu Saudi Oger’e, bedelsiz olarak verilmiş oldu. Söz konusu CDMA lisansının, Almanya ve İngiltere’de 10 milyarlarca dolara ihale edildiği biliniyor. Yaklaşık 3 ay geçtikten sonra Türk Telekom ihalesinin iptali istemli başvuru Danıştay’da görüşülürken bunun iptale yol açabileceği görülerek, hatadan geri adım atıldı ve Telekomünikasyon Kurumu (TK), CDMA lisansının tahsisi işlemini iptal etti.

Oysa, 1 Temmuz 2005 tarihinde yapılan Türk Telekom ihalesinden birkaç gün sonra, ÖİB Başkanı Metin Kilci, bu konudaki eleştirileri reddederek; “Söz konusu olan işlem, Türk Telekom’a üçüncü nesil telekomünikasyon imtiyazının verilmesi değil, kırsal ve uzak yerleşim yerlerine telekomünikasyon hizmetinin götürülmesi için frekans değişikliği ile bir görev verilmesinden başka bir şey değildir” demişti. TK Başkanı Tayfun Acarer de yaptığı açıklamada CDMA lisansının tahsisi ile ilgili bu eleştirileri reddetmişti.

- Türk Telekom A.Ş., görev sözleşmesi gereğince, asgari hizmet (evrensel hizmet) yükümlüsü olarak, telekom hizmeti alamayan en küçük köylere kadar bu hizmeti götürmekle yükümlüydü. Türk Telekom’un bu sosyal yanı ya da özel şirketlerin diliyle “bu külfeti”, AKP Hükümeti tarafından kaldırıldı. 1 Temmuz 2005’teki özelleştirme ihalesinden 6 gün önce 25 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren “Evrensel Hizmetin Sağlanması” ile ilgili kanunla Türk Telekom’un bu yükümlülüğü sona erdirildi.

- 21 yıllığına imzalanan İmtiyaz Sözleşmesi’nin ilk haline göre, 21 yıl sonunda Türk Telekomu’un telekomünikasyon alt yapısı Telekomünikasyon Kurumu’na bedelsiz olarak bırakılacak iken Telekomünikasyon Kurumu’nun sorumluluğunda bulunan bu iradeye AKP Hükümeti müdahale etti. Bu şart, imtiyaz sözleşmesi taslağından çıkarıldı. Oysa, kamunun imtiyaz sözleşmesi imzaladığı diğer şirketler olan Turkcell ve Telsim bile kendi öz kaynaklarıyla kurdukları cep telefonu alt yapısını 25 yılın sonunda bedelsiz olarak kamuya devredecekler. Ama kamu kaynaklarıyla kurulan TT’nin alt yapısının, 21 yılın sonunda kamuya geri dönmek yerine yine satılan firmada kalması sağlanmaya çalışılıyordu. Bu durum, ancak aylar sonra yargının müdahalesiyle önlenebildi.

- Kamu haklarını korumakla görevli Hazine Müsteşarlığı’nın altın hisse uyarınca Türk Telekom’da bir Yönetim Kurulu üyesi bulundumasını sağlayan uygulama da, AKP Hükümeti tarafından sulandırıldı. Bu konudaki yasa değiştirilerek altın hissenin hakları, kamu haklarını korumak ve milli güvenliği ilgilendiren konularla ilgilenmek yerine, sadece “ana sözleşmeyi takip etmekle” sınırlandırıldı. 

9) 1 Temmuz 2005 tarihindeki Türk Telekom A.Ş.’nin özelleştirme ihalesi sonrasında telekomünikasyon sektörü, en çok Etisalat Ortak Girişim Grubu’nun ihaleyi alamamasını merak ettti. Hatta bu grubun ihaleyi alacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu iddiaların oluşmasında, hem petrol zengini Ortadoğulu bir grup olmalarının hem de korsorsiyum içinde yer alan Çalık Enerji Telekomünikasyon A.Ş.’nin sahibi işadamı Ahmet Çalık’ın Başbakan R. Tayyip Erdoğan’a çok yakın olmasının etkisi büyüktü.

Ahmet Çalık ile Erdoğan arasındaki ilişki araştırılacak olursa, geçmişinin eskiye dayandığı ve birçok kökünün olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin, 30 Mayıs 2004 tarihinde, Erdoğan’ın dünürü Sadık Albayrak’ın oğlu Serhat Albayrak’ın düğününde Başbakan Erdoğan, Ahmet Çalık ile birlikte nikah şahitliği yaptı. Sadık Albayrak’ın diğer oğlu ve Erdoğan’ın da damadı olan Berat Albayrak ise Çalık Holding’in ABD’deki ofisinde “ekonomi danışmanı” olarak çalışıyor.

Malatyalı olan Ahmet Çalık, cemaat olarak da Nakşibendi tarikatına bağlılığıyla tanınıyor. Erdoğan’ın Malatya’ya her gidişinde Çalık ailesinin büyüklerinin ellerini öptüğü dile getiriliyor. Erdoğan, son olarak 13 Mart 2004 tarihinde Malatya’ya gitti. Gidiş nedeni de, Çalık Holding tarafından yaptırılan tekstil fabrikasının açılışıydı. Tüm sektör bu kadar yakın bir işadamının bu ihalede nasıl devre dışı kaldığını işte bu bilgilerden dolayı merak ediyor! Üstelik de, Türk Telekom ihalesinde Etisalat-Çalık grubu, Oger grubunun sadece 50 milyon dolar altında kalarak ikinci oldu.

Ancak Türk Telekom ihalesinden birkaç hafta sonra ilginç gelişmeler yaşandı. Çalık grubu, Başbakan Erdoğan ile olan sıcak dostluklarından dolayı bir başka ihale aldı. Türk Telekom ihalesine giren Etisalat ortak girişim grubu içinde de yer alan “Dubai İslam Bankası ve Çalık Holding”e, Atatürk’ün 1937’de Hazine’ye bağışladığı Yalova Çiftliği diye bilinen TİGEM arazisi verildi. 

Erdoğan’la yakın dost olan Ahmet Çalık, Dubai’li sermaye grubuyla girdiği Türk Telekom ihalesini alamadı ama yine aynı sermaye grubuyla Yalova Çiftliği’ni aldı. Atatürk’ün arazisinde turistik tesis kuracak olan Dubai İslam Bankası ve Çalık Holding’le Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, ön protokol da imzaladılar.

Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü -TİGEM’e ait olan Yalova Çiftliği’nin 2 bin 980 dekarlık arazisiyle ilgili süreç şöyle gelişti: 

- Uzun yıllardır pek çok kuruluş ve kişi tarafından istenmesine rağmen Atatürk’ün vasiyetiyle korunan çiftliğin, gayri resmi görüşmelerle önce belediyeye devredilmesinin önü açıldı. AKP’li Yalova Belediye Başkanı Barbaros Binicioğlu, birçok kurumdan ret yanıtı alınca, bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’a başvurarak bu işi çözdü.

- Erdoğan’ın başkanlığındaki Yüksek Planlama Kurulu, 14 Mart 2005’te, “Atatürk Tarım İşletmesi’nin tasfiye edilmesine” ve Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne devredilmesine karar verdi. Erdoğan imzalı kararın ardından da, arazinin AKP’li Yalova Belediyesi’ne devredilmesi çalışmaları başlatıldı.

- Devir işleminin yaplmasından sonra AKP’li Yalova Belediyesi, Dubai İslam Bankası ve Çalık Holding’e Atatürk’ün arazisine deniz ve termal turizmine yönelik tesisler yaptıracak. 

10) TMSF’nin en yüksek muhammen bedelle satışa çıkardığı Telsim için 16 Eylül itibariyle 10 yerli ve yabancı şirket ihale şartnamesi satın almıştı. 

Aynı gün, Halka ve Olaylara Tercüman gazetesi köşe yazarı Şamil Tayyar, “Telsim’e Cargill modeli” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazının bir bölümünde, Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile ABD’nin Büyükelçilik Maslahatgüzarı Nancy McEldowney arasındaki 8 Ağustos 2005 tarihindeki görüşmesinin “gizli” damgalı notlarını yayımladı. Yazı bugüne kadar yalanlanmadı. Şamil Tayyar’ın yazısının bazı bölümleri şöyle:

“Görüşmenin sonuna doğru konu, yatırımlara kayıyor. McEldowney, ABD'li yatırımcıların Türkiye'ye gelmesi için önemli adımlar attıklarını uzun uzun anlattıktan sonra lâfı Motorola sorununa getiriyor: ’Ancak bu alanda bizi engelleyen tek şey Motorola-Telsim anlaşmazlığı gibi ihtilâflardır’. 

“Başbakan, şu yanıtı veriyor: ’Motorola yetkilileri bizim bu konuda verdiğimiz mücadeleyi iyi bilirler. Bizimle yaptıkları görüşmeler sonrasında aynı doğrultuda hareket etselerdi sorun belki de şimdiye kadar çözülmüş olacaktı. Ancak olay yargıya intikal edince TMSF dışarıda kaldı. Şimdi yargının kararı bekleniyor. Biliyorsunuz, Cargill sorununu çok risk alarak çözdük’.

“’Motorola tahkime gitmek yolunda ilerliyor’ şeklinde devreye giren maslahatgüzara bu kez Erdoğan şöyle diyor: ’Telsim’in satışıyla birlikte sorun çözülebilir. Esasen müşterisi de hazır“. 

“McEldowney ise Telsim-Motorola sorununun çözümünü ABD yatırımları için ’ön şart’ olarak gördüklerini ifade ediyor: ’Sorunun bir an önce çözülmesi, Türkiye’deki ABD yatırımlarının artmasına yönelik amaçlarımızı gerçekleştirmemiz açısından yararlı olacaktır’. 

“Erdoğan söz veriyor: ’Temennimiz sorunun tamamen ortadan kalkmasıdır..’ ”. 

Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın Telsim’in müşterisinin hazır olduğunu söylemesinin anlamı şu: ’Ben yaptığım özel görüşmelerle Telsim’in satış ihalesinin kime kalacağını belirledim...’ 

Bu konuyu doğrulayacak bazı bilgilere yer vermek gerekirse, Türk Telekom ihalesini alan Hariri grubu hakkındaki bir not büyük önem taşıyor: 

Oger grubu Türk Telekom ihalesini 1 Temmuz 2005 tarihinde aldıktan sonra Temmuz ayı boyunca Türkiye’de lobi faaliyetlerinde bulundu. Grup, İstanbul’da basının ekonomi servis şefleriyle bir de toplantı yaptı. Bu toplantıya, Oger Telecom Genel Müdürü Paul Doany, Telecom İtalia Mobile Başkan Yardımcısı Giampaolo Zambeletti ve girişimin diğer üyesi British Telecom’a bağlı BT Consult yetkilileri katıldılar. Oger ve ortakları, bu toplantıda ilginç bazı bilgiler aktardılar. Bu bilgilerden bazıları, Türk Telekom’un ihale süreci ve Oger’in AKP Hükümeti ile ilişkileri hakkında da ipuçları içeriyordu.

Oger Telecom Genel Müdürü Doany, Türk Telekom’a nasıl talip olduklarını gazetecilere şöyle anlattı: “Aslında Türkiye’ye Telsim’i incelemek için geldik. Ancak Telekom’un satış süreci daha önce başladı. Detayları görünce cazip geldi ve talip olduk”. 

Uluslararası şirketlerdeki büyüme ya da satın alma stratejilerine hiç benzemeyen bu sözler ve yaklaşım, Türk Telekom’un satış sürecinde bazı soruları da gündeme getiriyor. Örneğin, Türk Telekom gibi bir devi satın almaya bir anda mı karar verildi? Bu bir anlık kararın alınmasına AKP Hükümeti mi neden oldu? Yoksa Telsim bir başka uluslararası şirkete mi söz verildi? Telsim’i başkasına söz verdik, İtalyan TIM’le birlikte Türk Telekom’u alın mı denildi? Birileri telkinde mi bulundu? Oger grubu ihaleye hazırlıksız mı katıldı?

Bu tür uluslararası ihalelere hazırlığın bile yıllarca sürdüğü dikkate alındığında, bu sözler büyük bir şirkete talip olan bir başka şirketin yetkilisine amatör bir ruh katıyor.