Nihat Atsız'ın romanları, Türk edebiyatındaki Yumuşak G vitaminidir

Genel Başkanımız Dr. Doğu Perinçek'in Teori Dergisi Eylül sayısında yayımlanan yazısı

Sanıyorum altı yaşımdaydım, 1948 yılı olabilir. O zaman İstanbul Küçükyalı Altıntepe’nin Tepe mahallesi bir köy gibiydi. Tarlayla, bostanla ve hayvancılıkla uğraşan birçok aile vardı. Dedem İbrahim Olcaytu emekli öğretmen, Vatan gazetesi okurdu. Sabah ilk işim koşa koşa Altıntepe’deki gazeteciye gider, Vatan’ı soluk soluğa getirirdim. Bu heyecanımın nedeni, o zaman dizi olarak yayımlanan Feridun Fazıl Tülbentçi’nin “Osmanoğulları” romanını bir an önce okumaktı. Ben okurdum, dedem dinlerdi. Arkasından yorumlar gelirdi. Osmanlı Devleti’nin kurucu kahramanları isim isim bugün bile belleğimdedir: Gündüz Alpler, Dündar Beyler, Akçakocalar... 

 

 

1950’lerdeki tarih romanı merakı 

 

Okula o zaman Ankara’nın en iyi eğitim veren ilkokullarından biri sayılan Sarar’da başladım. Öğretmenim Zehra Suner’di. Sınıfımızın zengince bir kitaplığı vardı. Feridun Fazıl Tülbentçi’nin, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun bütün tarih romanları, hele Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” adlı iki romanı beni çok etkilemişti. Hâlâ hepsini ezbere eksiksiz sayabilirim. Yalnız 

 

ben değil, 1950’li yıllarda büyük kentlerde ilköğrenim gören kuşak, roman dediniz mi, bu kitapları bilirdi. Dergi ise, Yapı Kredi’nin yayımladığı “Doğan Kardeş”ti. 

 

Dedemin dizinde başlayan tarih tutkusu, ilkokul sıralarında iyice ateşli bir hâl aldı. İlkokul üçüncü sınıfta zamanın en ciddî ve bilimsel tarih dergisi olan, İskit Yayınevi’nin çıkardığı “Resimli Tarih Dergisi”ni almaya başladım. Hâlâ kitaplığımda duruyor. Tarih romanlarını da sınıf kitaplığından alarak okumakla yetinmedim. Babamın verdiği 2.5 lira aylıkla hepsini edindim ve meyva sandığından yapılmış kitaplığıma sıraladığım zaman, dünyanın en mutlu çocuğuydum. 

 

Benim için ilkokul, matematik ve tarihti. O kadar ki, sayılarla ve geçmiş zamanların serüvenleriyle yaşıyordum. Öğretmenim Zehra Sunar, tarih derslerinde beni tahtaya çağırır, meydan savaşlarını anlatmamı isterdi. İlk strateji ve taktik derslerini o savaşları öğrenirken almıştım. 

 

 

Pekos Bill’in yükselişi 

 

İlkokul çağımda Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtların Dirilişi” romanlarının ayrı bir yeri vardı. Bu, yalnız benim için değil, çevremdeki birçok arkadaşım için de geçerliydi. O iki roman beni o kadar etkilemişti ki, Türkiye’ye yeni girmekte olan Amerikan modasıyla bizim kuşakları sarmaya başlayan kovboyculuk oyununa karşı, Türkçülük oynamayı savunurdum. 

 

Mahalle çocukları ikiye bölünürdü. Kovboyculuk oynamak isteyenler, o zaman yeni yeni türeyen Pekos Bill’den isimler seçerlerdi. Bizim Türkçü hizip ise, İşbora Alp, Gökbörü, Pars, Sancar, Yamtar gibi isimleri paylaşırdı. Ne var ki, yükselen akım artık Pekos Bill’di. 

 

Türk kağanı, bu kez Çin imparatorunun değil, ABD’nin eline düşmüş ve İşbora Alp de NATO komutasına girmişti. Bu, bana büyük bir acı veriyordu. İlerde 12 çocuğumun olmasını düşlerdim. İsimleri hazırdı, Yüzbaşı İşbora Alp ile onbaşılarının adlarını verecektim. 12. çocuk ise kızdı. Adını yine “Bozkurtların Ölümü” romanından seçmiştim: Almıla. 

 

Büyüdükten ve Bilimsel Sosyalizmi bir dünya görüşü olarak benimsedikten sonra, Nihal Atsız’ın beni ve bizim çağın çocuklarını niçin o denli sardığını düşündüm. “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtların Dirilişi”ni bir kez daha okumaya karar verdim, yeni basımlarını buldum ve bir kez daha okudum. 

 

 

Kabile kültürü ile meta kültürü çarpışıyor 

 

“Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtların Dirilişi”, Göktürk Kağanlığı döneminde geçer. “Bozkurtların Ölümü”, daha etkilidir. Kahramanlar, Yüzbaşı İşbora Alp ve onbaşılarıdır. 

 

Roman, Türk-Çin çelişmesi ekseninde kurulmuştur. Ancak bu, aslında görünüştedir. Romanın temelinde, eşitlikçi kabile toplumu ile para ekonomisine geçmiş uygar toplum arasındaki çelişme vardır. 

 

Nihat Atsız’a göre, kabile toplumu aşamasındaki Türkler, henüz malın malla değiştirildiği bir dönemi yaşamaktadırlar. Çin ise, gelişmiş bir ticaret uygarlığıdır. Roman, baştan sona kabile toplumunun eşitlikçi kandaşlık 

 

kültürü ile derin sınıf ayrılıkları içindeki ticaret uygarlığı arasındaki çarpışmayı işler. Bu çarpışma, bir yönüyle silahlıdır; kargıyla, kılıçla, okla yürütülür; ama asıl insanı etkileyen iki toplumun değerleri arasındaki çatışmadır. 

 

Nihal Atsız’ın romanındaki Türk, göçebe savaşçıdır; Çinli ise tüccardır. Türk, Bozkırın dürüst kahramanıdır, Çinli ise hilebazdır. Türk, kandaşlardan ve eşitlerden oluşan demokratik kabile toplumunun üyesidir, hatta üye bile denemez, o toplumun bir parçasıdır. Toplum, birlikte üretmekte ve ürettiğini paylaşmaktadır. Yine birlikte yağmalamakta ve yağmaladığını da eşit olarak bölüşmektedir. Kağanlığın kurulduğu devlet yönetimi altındaki toplumda bir hiyerarşi oluşmuştur. Silahlı güç, örgütlüdür. Ancak anlatılan toplum, devletli toplum değildir; başka deyişle özel mülkiyetin sınıflara ayırdığı bir toplum değildir. Beyler, özel mülk sahiplerinin, hayvan sürülerinin sahibi olan beylerden çok, kabile şeflerini andırmaktadır. Devlet vardır ama sınıflar yoktur. Bütün kabile, yani herkes silahlıdır. Toplumdan ayrı, toplumu baskı altına alan bir silahlı güç oluşmamıştır. Dolayısıyla toplum içindeki ilişkilere damgasını vuran, kabile demokrasisidir. Oysa Orhon Yazıtları’nda Kültigin’in 10 bin koyunu olduğu belirtilir. Bodun, bağımlı olduğu Kağana ve beylere “işi gücü verir”. Nihal Atsız, romanını Orhun Yazıtları’nın anlattığı 8. yüzyıl Göktürklerinin sınıflı toplum gerçeği üzerine kurmamıştır. 

 

 

Kabile kandaşı Türk ile tüccar Çinli tiplemeleri 

 

Kabile toplumunun belirlediği insan, saf, dürüst ve saydamdır. Ticareti ve parayı bilmediği için, hileyi ve yalanı da bilmez. Bencil değil el güzelidir. Toplumu uğruna can vermeye hazırdır. Nihat Atsız, kabile kahramanlığı için bir destan yazmıştır. 

 

Çinli karakteri ise, kabile toplumunun ticaret uygarlığına baktığı yerden, yani Çin Seddi’nin eteklerinden çizilmiştir. Kabile kandaşlarına göre ticaret, hileden ve kandırmadan başka bir şey değildir. Tüccar, hilebaz ve sahtekârdır. Onun en çok sevdiği paradır. Meta toplumunda para (altın) değerler silsilesinin tepesine kurulmuştur. Orada kandaşlık-kardeşlik yoktur; insan ilişkilerini alım-satım belirlemektedir. Bireysel çıkar ve kâr her şeyin üstündedir. İşbora Alp’ın onbaşılarının bir türlü anlayamadıkları da budur. Onların akınlarına karşı örülmüş olan o uçsuz bucaksız Çin Seddi bile hilebazlık değil midir; kahramanlığın önüne çekilen bir duvar olmaktan başka hangi anlamı taşımaktadır? 

 

Tücccar olan Çinli, ne kadar hilebaz ise, o kadar da korkaktır; duvarın arkasına gizlenmektedir. Parayı sevdiği kadar kendisini de sevmektedir. Bozkurtlar için ise ben yoktur, biz vardır, yani kandaşı olduğu toplum vardır. Çinlinin hayata birinci tekil şahıs olarak bakması kabile kandaşı Türk’e çok garip ve yabancı gelmektedir. Kabile savaşçısının kendisini kandaşları için kahramanca feda etmesinin temelinde yatan kültür Nihal Atsız’ın romanına damgasını vurmuştur. 

 

 

Kızılderili’den yana Kızılderili hikâyesi 

 

Kabile kandaşı Türk için en büyük tehlike, meta uygarlığına geçmektir; parayla tanışmaktır; toplumsal ilişkilere paranın girmesi ve toplumu parçalamasıdır. 

 

Nihal Atsız, Bilge Kağan’ın Orhun Yazıtları’na yazdırdığı, “Çin’e gidersen, aslını yitirirsin, orada erir kaybolursun” içerikli sözlerini romanlaştırmıştır. O zaman Çinlileşen, yani Çinliler gibi sınıflara ayrılan, para ekonomisine geçen kabile kandaşlığı paramparça olacak, artık oğul atayı, kardeş kardeşini bilmeyecek, eski eşitler zenginlere ve kullara bölünecek, arkadaşlık, andalık, kan kardeşliği, yoldaşlık kalmayacaktır. 

 

“Bozkurtların Ölümü”, bir bakıma Kızılderili filmlerindeki temayı işler. Yalnız onlardan farklı olarak, beyaz adamdan değil, Kızılderili’den yanadır; onların değerlerini savunur. Ancak bu değerleri toplumsal-sınıfsal temelleriyle açıklamaz, fakat Türklükle simgeleştirir ve açıklar. Roman, bu nedenle savunduğu değerleri, sınıfsız kabile toplumunun evrensel karakterinden koparır ve Türkleştirir. 

 

Nihal Atsız, tarihin akışına umutsuz ve kahramanca bir meydan okumada bulunduğunu, en azından bilinçaltında kabul etmektedir. Bozkurtların ölmesi, bu yenilgiye yazılan ağıt gibidir. Romancı, eşitlikçi kabile toplumunun ticaretin hile ve desiselerine yenik düşmesi karşısında isyan etmekte ve kaçınılmaz olan kahramanca ölümü destanlaştırmaktadır. Aslında bu ağıt, önünde sonunda sınıflara bölünecek olan kabile toplumuna yazılmıştır. 

 

 

İlkel komünizme methiye 

 

“Bozkurtların Ölümü”, eşitliğe, kardeşliğe, toplum sevgisine, fedakârlığa, dürüstlüğe, saflığa ve saydamlığa yakılan bir ağıttır ama aynı zamanda bizim çocuk yüreklerimizdeki özlemi de depreştirmiştir. Kimilerimizin babası mandolin alabiliyor, kimilerinki ise alamıyor. Kimilerimizin bir tek pantolonu var, kimileri ise çeşit çeşit giyiniyor. 

 

Eşitsizliklerin boy verdiği ve sınıfsal farklılaşmaların büyüdüğü 1950’lerin toplumunda, biz çocuklar, ilkel eşitlikçi toplumun Türk’ünü sevmiş ve Çinli tüccardan nefret etmiştik. Bizim için, kardeşlik ve para tartılamazdı. Toplumculuğu yüceltir ve para düşkünlüğünü aşağılardık. 

 

“Bozkurtların Ölümü” özünde ilkel komünizme methiye ve özlemin romanıdır. Düşlerimizde yaşayan, özlemlerimizde tüten, umutlarımızı ateşleyen, insanlığın bir zamanlar yaşadığı o kardeşlik çağıdır; özel mülkiyetin, kişisel çıkarın, özel kârın, altının ve paranın olmadığı kandaşlar toplumudur. Nihal Atsız, o toplumun değerlerini bugünlere taşırken, bizleri yüreğimizden ve vicdanımızdan yakalar, bizleri sarmalar, bizleri afsunlar. 

 

 

Eşitsizlik ve otorite Çinlidir 

 

O eşitlikçi kardeşlik toplumu özlemi, beni ilkokul arkadaşlarımdan daha çok etkilemişti. 

 

Hangi koşullar, hangi küçücük deneyimler kişiliğimi belirledi, bunun üzerinde pek düşünmüş değilim, ayrıca okuyucu için de ilgi çekici değildir; ancak burada Nihal Atsız’ın elinden tuttuğu kişiliği açmaya çalışıyorum. 

 

Üçüncü sınıfta öğretmenim Zehra Suner babamı çağırarak benim asi olduğumdan, kendisine isyan ettiğimden yakınmıştı. Mezun olduktan 35 yıl sonra bir araya geldiğimizde, sınıf arkadaşlarımın önünde, “25 yıllık öğretmen hayatımın en isyancı ve düz duvara tırmanan öğrencisi Doğu’ydu” dediğini unutamıyorum. Bana gurur veren bir övgü olduğu için herhalde. Burada amacım, “Bozkurtların Ölümü” romanından olağanüstü tat alan çocuk kişiliğini ortaya çıkarmaya çalışmaktır. O kişiliğin bir unsuru, eşitsizliklere, otoriteye isyan oluyor. Tıpkı bir avuç bozkır kahramanının Çin sarayında isyana kalkışmaları ve kahramanca can vermeleri gibi. Yamtar karakteri hâlâ belleğimdedir. 

 

Eşitsizlikler, duvarlar ve saray o romanda Çinlidir; Çin imparatorları ve zadegânlarıdır. Bozkırın sarayı yoktur, kıl çadırları vardır. O çadırların zenginlikleri koruyan duvarları yoktur. Para toplumunun ikiyüzyülüğüne, hilelerine, entrikalarına isyan edenler ve düz duvara tırmananlar, kıl çadırlarda oturan ve kımız içen dürüstlükten başka bir töre bilmeyen kabile fedaileridir. Düz duvara tırmanan Sarar İlkokulu öğrencisi, isyancı Doğu, kendisini o kabile fedaileri ile özdeşleştirmiştir. 

 

 

Kahramanca direnen Türk 

 

İlkokul beşinci sınıfta öğretmenimiz bize cumhurbaşkanı seçimi yaptırmıştı. Sınıfta iki aday gösterildi. Biri, sınıfımızın en çalışkanı Bedri Uzunalimoğlu idi. Daha sonra Hacettepe Üniversitesi’nde Patoloji Profesörü oldu. Gerçek bilim adamıydı. Son yıllarında sık sık görüşüyorduk. Vatan Partisi’ne üye olmuştu. Hayatının son aylarında yoğun bakımdaydı. Ziyaret ettim, çok mutlu oldu.

 

Bedri arkadaşımı öğretmenimiz aday göstermişti. Sınıfımızda, şimdi “apartman görevlisi” deniyor, kapıcı ve hademe çocuğu olan dört arkadaşımız vardı. Şimdi neredeler bilemem, Haşime Keleş, Samanpazarı’ndan yürüyerek gelirdi. Malatyalı Mehmet, kapıcı olan ablasının yanında kalırdı. Çok uzun boylu ve bizlerden üç-dört yaş büyük Ethem ve bir arkadaş daha. Onlar, benim cumhurbaşkanı seçilmemi çok istiyorlardı ve öğretmenimizin Bedri’ye oy verilmesini teşvik eden konuşmasına rağmen oylarını bana vermişlerdi. 

 

“Bozkurtların Ölümü”nde Türkler, ticaret uygarlığına kahramanca direnen eşitlikçileri temsil ediyordu. Yıllar sonra anladım ki, “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtların Dirilişi” romanlarından rüyalarıma girecek kadar etkilenmemin nedeni, çocuk bilincimdeki eşitlik özlemi ve o sırada Türkiye’ye hızla girmekte olan yabancı kültüre duyduğum tepkilerdi. 

 

 

İşbora Alp’in Pekos Bill’e at uşağı yapılması 

 

Bugün de bir araştırma yapılsa, Ülkücü Milliyetçiliğin Anadolu’nun ezilen kesimlerini etkilediği görülecektir. 

 

Herkesin bildiği gibi, Türkçülük 19. yüzyılda ve Kemalist Devrim döneminde halkçı, laik, memleketçi ve devrimciydi. Demokratik Devrimimize yol gösteren akım olarak filizlendi ve gelişti. Savaşlarda millet fedailiğinin destanlarını yazdı, Türk Devrimine önderlik etti, Cumhuriyeti kurdu. Ancak Atatürk’ten sonra, İkinci Dünya Savaşı sürecinde ikiye ayrıldı: Devrimci Milliyetçilik ve Irkçı Milliyetçilik. Dünyada Naziliğin ve Faşizmin yükseldiği yılların da etkisiyle. 

 

Nihal Atsız, romanlarında halkçı geleneğin eşitlikçi temalarını işlemeye devam etti. Ancak ırkçılık ve başka milletlere yukardan bakışlar, hatta kimi zaman düşmanlık, kimi Türkçüleri ister istemez İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi emperyalistlerinin, daha sonra da ABD’nin denetimi altına sürüklemişti. Atatürk’e de düşmanlık söylemleri tutturmuşlardı. 

 

Eşitlik ve kardeşlik özlemlerinden yakalanan Anadolu genci, eşitsizlik ve bencilliğin dünyaölçeğindeki merkezi olan ABD emperyalizmine bağlanıyordu. Böylece ideolojik biçimlendirmeyle İşbora Alp, Pekos Bill’in “at uşağı” haline getiriliyordu. 

 

Köklerinden kopan Milliyetçilik isim değiştirme ihtiyacı da duydu. Kendisini Milliyetçilikten ayıran bir isim buldu, “Ülkücü” adı alındı. Devrim yapan, tarihe damga vuran Türk Milliyetçiliği isimlendirmesinin terk edilerek Ülkücü isminin yeğlenmesinin üzerinde durulmamıştır. Oysa çok anlamlıdır. 

 

 

İdeolojinin rolü:
Eşit olmayanları Türklükte eşitlemek 

 

Eşitlik ve eşitsizlik, çıplak gözle fark edilen nesnel olgulardır. Onları görmek için herhangi bir ideolojinin yardımına ihtiyaç yoktur. Ancak görmemek için ideolojik yardım gerekir. Sınıflı toplumun eşitsizliklerini meşrulaştıran ideolojiler, eşitsizliğin doğallığını işlerler. Eşitsizliğe isyan edenler ise sınıfların ortadan kalkmak zorunda olduğu tezleriyle tarih sahnesine çıkmışlardır. 

 

Biz 1950’li yılların yaramazları, eşitliği ve eşitsizliği kendi toplumlarımızdan biliyorduk. “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” romanları, bizim bilincimizdeki gerçekle ve eşitlik özlemleriyle örtüşmüştü. Milliyetçiliği ise, kendi kendimize bilemezdik; kendiliğinden keşfedemezdik; keşfettirilmemiz gerekiyordu. 

 

Yusuf Akçuraların, Atatürklerin de saptadığı gibi, insanın ideolojik hamurunun Milliyetçilikle yoğrulması kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştı. Kendisini mensubu olduğu boyun eşit kandaşı olarak bilen Onbaşı Sancar ile kullara hükmeden sultanlar ve beyler, Milliyetçi ideolojide Türk milletinin ferdi olarak eşitlendi. Beyler ve at uşakları Türklükte eşitlenmişti. 

 

 

Atsız’ın Orhun Yazıtları’ndan öğrenemediği 

 

Nihal Atsız, romanlarında Türkçülük ile eşitlikçilik arasına bir eşit işareti koyuyordu. Atsız, bunu Batı’dan aldığımız Milliyetçilik ideolojisiyle yapıyordu. Orhun Yazıtları’ndan öğrense, orada Bilge Kağan, Karabodun’un Akbodun’a yani beylere “işi gücü verdiklerini” belirtiyor. Ama Burjuva Milliyetçiliği, Karabodun ile Akbodun’u eşitliyor. Burada dürüst olan Orhun Yazıtları ile kapitalizmin getirdiği Milliyetçilik arasındaki çelişmeyi görüyoruz. 

 

Burjuvazinin Milliyetçiliği, eşit olmayan bir toplumu millet kavramında eşitlemektedir. Bu hayali bir eşitlenme, bir aldanmadır, daha doğrusu aldatılma. 

 

Nihal Atsız, kabile toplumundaki dürüstlüğe ve saydam ilişkilere ağıt yakmış, insan etkileniyor. İdeoloji işleyicileri genellikle yaptıkları işe inanırlar. Ama işin kendisi, onların inançlarından bağımsız olarak nesnel bir işlev görüyor. 

 

Azınlığın çoğunluk üzerinde tahakküm kurmasına hizmet eden bütün ideolojiler, Çinli tüccar gibi hilebaz olmaya mecburdur. Çünkü hiçbir topluma eşitsizlik ve tahakkümü, “bu eşitsizliktir” ve “bu tahakkümdür” diyerek kabul ettiremezsiniz.

 

 

Ters bilinç 

 

Bağnaz Milliyetçilik, bütün toplumlara has serüvenlerin iyi olanlarını kendi milletine, kötü olanlarını da başka milletlere paylaştırma hüneridir. Ekonomide üretilenlerin dağıtımında gösterilen adaletsizlik, bol kepçe millî üstünlük dağıtımıyla giderilmiş olur. Böylece sıcak para komisyoncularından, dolar ve borsa vurguncularından hiçbir eksiğimiz kalmaz. Buna ters bilinç diyorlar. 

 

Tarih öncesine ve tarihe bakıyoruz: Her toplum, Çin toplumu da, Türk toplumu da, diğerleri de, farklı zamanlarda, eşitlikçi ve kandaş kabile hayatını yaşadılar ve yine farklı zamanlarda sınıflara bölünerek uygarlığa geçtiler. 

 

Günümüz toplumuna bakıyoruz: Artık biz de “Bozkurtların Ölümü”ndeki Çinli tüccara benzemişiz. Bunca zamandır özel mülkiyet, özel çıkar, sınıflaşma deneyiminden sonra ne Gökbörü kalmış ne de Nihal Atsız’ın son fedaisi Onbaşısı Yamtar. “Türk büyükleri”, şimdilerde “Çinli tüccarları” andırıyor. İlkokul çağlarında belleğimize yerleşmiş olan Nihal Atsız’ın Çinli tüccarına o kadar benziyorlar ki. 

 

Bu durumda sınıflara bölünme ve sınıfsal tahakküm olayını, Türk ve Çinli olmakla açıklayamıyoruz. Oysa feodal dönemin halk ozanları, tıpkı Orhun Yazıtları gibi sınıflı toplumu bütün çıplaklığıyla anlatıyorlardı. Örneğin Yunus Emre 13. yüzyılın toplumunu şöyle betimliyordu:

 

“Geçti beyler mürüvveti/Binmişler birer atı/ Yediği yoksul eti/İçtiği kan olmuştur.” 

 

Yine halk ozanlarının Osmanlı’ya bakışı şöyleydi: 

 

“Şalvarı şaltağ Osmanlı/Eğeri kaltağ Osmanlı/Ekende yok biçende yok/Yiyende ortak Osmanlı” 

 

 

Çağımıza taşınan bir zamanların eşitliği 

 

Nihat Atsız, bizim sınıfsız, eşit bir toplumda yaşama özlemlerimizi, Bağnaz Milliyetçiliğin içine yerleştirmiştir. Yine de O’na teşekkür borçluyuz. Hiç olmazsa geçmişte kalan değerlerimizi çağımıza taşımış oluyor. 

 

Eşitlik özlemi, bizim çocuk bilinçlerimizde vardı. Çünkü eşit olmayan bir toplumda yaşıyorduk. 

 

Eşit olmayanları Türklükte eşitlediğiniz zaman, özlemleriniz ateşleniyor ama Türk toplumuyla ilgili bilinciniz tersine çevrilmiş oluyor. 

 

 

Bu kadar hüner, feodal çağın Çinli tüccarında bile yoktu. Bu işi kapitalizm çağının Avrupalı tüccarı becerdi. Elbette aydın takımının, ideoloji sihirbazlarının marifetiyle. 

 

İnsan, Cemal Süreya’yı nasıl hatırlamaz. Milliyetçiliğimiz, Yumuşak G vitaminidir. Yumuşak G (Ğ), bir tek Türk alfabesinde var, başka hiçbir alfabede yoktur. Hele Çin yazısı, onlarda hiçbir harf bulunmuyor. 

 

Yumuşak G bizimdir ve bizim artılarımızdan biridir. Başka dillerde yoktur ve başka dillerce esir alınamaz. Ve o kadar bize aittir ki, Yumuşak G, çok alçakgönüllüdür, hiçbir zaman bir sözcüğün başına gelmez, hep başka harflere buyur eder. 

 

Şimdi onu da elimizden almak istiyorlar. Türk abecesini değiştirmek peşinde olanlar, Yumuşak G harfine de gözlerini dikmişlerdir. Yalnız Yumuşak G’ye mi, bizden olan hiçbir şeye tahammülleri yok. Fedakârlığımızı, kardeşliğimizi, fedailiğimizi, yiğitliğimizi, dayanışmacılığımızı, elseverliğimizi kırıp geçirmek istiyorlar. 

 

Nihal Atsız’ın romanları, Türk edebiyatındaki Yumuşak G vitaminidir.