Doğu Perinçek: Devlet Tiyatrosu perde açıyor

1950’li yılların Ankarası. Annem Lebibe Perinçek, bir başöğretmen kızıydı. Sivas Halkevi’nden yetişmişti. Biz üç kardeşi elimizden tutar, Devlet Tiyatroları’na götürürdü. Elbette babam Sadık Perinçek de birlikte.

 

Evimizin en özenli eylemi
Büyük Tiyatro, Küçük Tiyatro, sonra hizmete giren Üçüncü Tiyatro (Türk Ocağı Salonu) ve Oda Tiyatrosu, 1950’li yıllarda neredeyse görmediğim tek bir oyun yoktur. Devlet Tiyatrosu’na gitmek, bizim evin en özenli eylemi, en sevinçli işiydi. En güzel elbiselerimizi giyerdik.
Sinema merakımız da vardı kuşkusuz. Ona mahalle arkadaşlarıyla giderdik. Annem, tiyatronun sinemaya göre daha nitelikli bir sanat olduğunu söylerdi. “Bakın” derdi, “filmde beğenmediğiniz sahneyi yeniden çekebilirsiniz. Tiyatroda böyle bir şansınız yoktur. Her şey canlıdır.”

 

O salonlarda kişilik kazandık
Tiyatro, o zaman bizim hayatımızda mabet gibi bir yerdi. Zil çalınca son öksürükler de kesilir ve ondan sonra tiyatro, bale, opera şöleni başlardı.
Uğur Mumcu kardeşimle de bir keresinde Devlet Tiyatroları’nı konuşmuştuk. Ankara’nın bütün çağdaş kuşakları bir bakıma tiyatro salonlarında yetişti. O salonlarda biz karakterli olmayı, insan sevgisini, zerafeti ve inceliği, yurt ve halk sevgisini öğrendik. O salonlarda Cumhuriyetimizi sevdik.

 

Bizi adam edenler
Bütün oyunlar ve o unutulmaz sanatçılarımız şimdi gözlerimin önünden geçiyor. Ağaçlar Ayakta Ölür’deki Macide Tanır, her oyunun yıldızı olan Yıldız Kenter (o zaman Akçan), aynı zamanda emekçilerin şairi olan Suat Taşer, 12. Gece’de ve Kral Lear’de Cüneyt Gökçer, Gergedan’daki Ahmet Evintan, Midas’ın Kulakları’nda Bozkurt Kuruç, Haluk Kurdoğlu, Müveddet ve Altan Günbay, Müşfik Kenter, Esin Afşar, sınıf arkadaşım Meriç Sümen, Şahap Akalın, Nihat Akçan, Tekin Akmansoy, Çetin Tekindor, Gülşen ve Raik Alnıaçık, Kerim Afşar, Levent Kırca, Rahmi Dilligil, Işık Yenersu, Ahmet Leventoğlu, Hepşen Ünal, Tijen Par ve sonraki kuşaklar, hepsi sanatçı ve aydın güzellikleriyle bizleri adam eden kişiliklerdir. Yazarları da yazmalıydım, unuttuklarım olursa diye çekindim.
Bir gün Ada vapurunda ailece Haluk Kurdoğlu’na rastladık. Kenarda oturduk, o günleri konuştuk. Kiraz ve Mehmet’i tanıştırdım. Çocuklar, “baba” dediler, “bugüne kadar bize hiç kimseyi bu kadar özen ve saygıyla tanıştırmamıştın”.

 

Devletin tiyatrosu olmaz mı
Bu yazıyı bana Haber Türk yazarı Rahşan Gülşan yazdırdı. 16 Nisan 2011 günlü yazısını bugün için kestim sakladım. Sayın Gülşan, o yazısında “Devletin tiyatrosu olmaz, ulusal tiyatro olur!” diyordu. Sanatçıların “üçlü kararnameyle atanamayacağını” söylüyordu. Bu görüş, bizim Devlet Tiyatrosu pratiğimizi açıklayamıyor. Bugün Alman sanat dünyası, hala Brechtlerin, Helena Weigellerin, Hans Eislerlerin o muhteşem eserlerini konuşur. Almanya’da Berliner Ensemble ile karşılaştırılabilecek bir tiyatro olmamıştır.
Ya Çin’deki Pekin Operaları, Rusya ve diğer sosyalist ülkelerdeki devlet tiyatroları. Hayati Asılyazıcı çok iyi biliyor ve tanıtıyor.

 

Devlet Tiyatroları olmasaydı
Devlet Tiyatroları olmasaydı, Cumhuriyetin çağdaş, ahlaklı, kişilikli kuşakları olmazdı.
Ulusallığa gelince, eğer devleti yoksa o topluluğa ulus denmez.
Gidişatı görüyoruz, yakında Devlet Tiyatroları da satılırsa şaşırmayacağız.
Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül dönemine kadar Devlet Tiyatrosu salonunda sakız çiğneyen kızlara rastlanmazdı. Sümeyye Hanım tiyatroyu sakız çiğneyerek özelleştirmeye başladı. Onurlu sanatçı hemen cezalandırdı.

 

Annem biletleri almıştır
Artık devletin kendisi bir tiyatro oldu, yani sanallaştı.
Tiyatro, sanaldır ama bizi adam eder. Onun sanal olduğunu biliyoruz, bizi aldatmaz. Devlet sanallaşınca, orada devlet var sanıp aldanırız, dahası her alanda ayak altında kalırız.
Bugün Devlet Tiyatroları perdelerini açıyor. Biliyorum annem biletleri bir ay önce almıştır.