Bugün Türkiyemizde yaşanan gelişmelerin açıklanmasında büyük sermaye saflarındaki mülksüzleşme etkeni gözardı ediliyor.
Küreselleşme denen olayda, Gelişen ve Mazlum Ülkeler Dünyasındaki büyük sermaye mülksüzleşme tehdidi altındadır. Türkiye örneğinde de görüldüğü üzere olay, tehdidin de ötesindedir. İflaslar ve konkordato ilanları günümüzün gerçeği.
BİR ZAMANLAR KÜÇÜK SERMAYENİN BAŞINA GELENLER
Kapitalizmin yükseliş dönemlerinde küçük mülk sahiplerinin yoksullaşma ve proleterleşme süreçlerini hatırlayalım. Dükkânını, tezgâhını, tarlasını kaybedenler, işçi sınıfı ya da işsizler safına yuvarlandı. O zaman büyük sermaye, bir bakıma önündeki çakılları temizleyerek daha da büyümenin yollarını açtı. Dönemin birçok romanının başlıca konularından biri de buydu. Yoksullaşma tehdidi, bir küçük burjuva karakteri yaratmıştır. Bir süre sonra onlar artık küçük burjuva da değildir, yoksulların arasındadır.
GELİŞEN VE MAZLUM ÜLKELER DÜNYASINDA BÜYÜK SERMAYENİN KARŞILAŞTIĞI TEHDİT
Küreselleşme denen son süreçte küçük sermayenin başına gelenler, bir kısım büyük sermaye sahibinin de trajedisi olmuştur. Küreselleşme, yalnız emekçi yığınlarını ve küçük üreticileri tehdit etmedi, Gelişen ve Mazlum Ülkelerin bazı büyük sermaye sahipleri de küreselleşmenin kurbanları arasındadır.
Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal gelişmelerin açıklanmak için, büyük sermayenin karşılaştığı mülksüzleşme tehdidinin iyi anlaşılması gerekiyor. Bir kısım büyük şirketlerin kârlarının artması bir gerçek. Bir de iflas edenler, konkordato isteyenler ya da iflas tehdidi altında olanlar var. Onlarla ilgili araştırmalar yapılması, önümüzü aydınlatacak verilere ulaşmamızı sağlayacaktır. Türkiye’de Küreselleşmenin ayakları altında kalan veya ayakları altında kalma korkusuyla yaşayan büyük mülk sahiplerinin sayısı küçümsenecek gibi değil.
SİYASETTEKİ YANSIMALAR
Eskiden büyük sermayeyi temsil eden kuruluşların ve siyasal partilerin bugün emperyalizme karşı yönelişler içine girmesi, dikkat çekicidir. Küresel baskılarla gümrüklerin, paranın giriş çıkışı üzerindeki denetimin, kamu iktisadi teşekküllerinin, tarıma destek akçelerinin ve millî sanayi ile ticareti destekleyen bir takım uygulamaların tasfiyesi, yalnız emekçilere ve küçük üreticilere değil, büyük sermaye sahiplerine de darbeler indirmiştir. Bu darbelerin altında mülkünü kaybedenlerin veya kaybetme tehdidiyle uğraşanların sayısı az değildir.
Türkiye’de Dünya Ekonomisiyle Bütünleşme Programının uygulanmaya başladığı 1980’li yılları hatırlayalım. O tarihlerde köylüler ve Kitler yanında, büyük sermaye sahipleri de, “Türkiye’nin sırtındaki kambur” olarak görülüyordu. Küreselleşmenin köşe yazarları, büyük sanayicileri, “Türkiye pazarını kapalı av haline getirdiler” diye isim isim suçluyorlardı. “Kapalı av alanı”, küresel avcılara açılınca, bizim yerli avcılarımız kenarlara sürüldü veya yeni efendilerin “at uşağı” konumuna düştüler.
Bugün TÜSİAD, MÜSİAD gibi sermaye kuruluşlarına bakıyoruz, Türkiye’nin “Yeniden Asya Açılımı”nda meslek kuruluşları ve işçi sendikalarından daha hararetli konumdalar. Bu eğilimin sınıfsal nedenlerini anlatmaya çalışıyoruz.
KÜRESEL TEHDİDİN ORTAKLARI VE MAĞDURLARI
Atlantik emperyalizminin Türkiye’deki sınıfsal ayağında sıcak para komisyoncuları, dolar ve borsa vurguncuları, büyük faizciler ve tarikat rantçıları var. Onlara Dört Sülük diyoruz. Çünkü küresel sermaye ile birlikte Türkiye’nin kanını emiyorlar, üretime gidecek kaynakları yağmalıyorlar. Bunlar kapitalizmi de değil, mafyanın yağma ekonomisini temsil ediyorlar. Büyük sanayiciler ve tüccarlar ise farklı konumdalar, üretim cephesindeler, emekçilerle birlikte onlar da küresel tehdit altındalar.
Ekonomide yaşanan bu olay, siyasete de yansıdı. Atlantikçi siyasal partilerin yönetimlerindeki mafyalaşmanın ekonomik temeli budur. Örneğin CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Deva Partisi, Gelecek Partisi’nin sanayici ve tüccardan yana siyaset önerdiklerine rastlayan var mı?
Bakınız çok önemlidir, bugün küresel efendiler, etnik ve mezhepsel bölücülüğe, PKK’ya, FETÖ’ye, LGBT-İ’ye ve Sahte Solcu terör örgütlerine sahip çıkıyor ama sanayici ve tüccarı sistemin kenarlarına sürdü.
Hayatın, dolayısıyla bilimin en temel kanunudur: Bütün organizmalar için geçerlidir, ölüme razı olmazlar, yaşamı seçerler. Sanayici ve tüccar sınıfları da öyledir. Onların ayakta kalma çabası, bütün üretici ve emekçi sınıfların yaşam mücadelesi açısından önemli bir etkendir.
KENDİLİĞİNDENCİ SİYASET VE BİLİMSEL SİYASET
İşte emeği savunmak, emperyalizme karşı mücadele, Üretim Devrimi, vatanseverlik, bu gerçekleri saptayarak ve siyasete yansıtarak oluyor.
Haklı olarak sık sık vurguluyoruz: “Hayatta en hakiki yol gösterici bilimdir. Çıkarı bilimle yüzde yüz örtüşen sınıf ise, işçi sınıfıdır. Emekçilerin sınıf siyasetini bilime dayandırmak dışında bir çözüm bulunmuyor. Bilim ise bize, Türkiye’deki büyük mülk sahiplerinin bir kesiminin de küreselleşme tehdidi altında olduğunu söylüyor.
Yüzyılların tecrübesiyle kanıtlanmıştır: Emekçi siyaseti bilimin ışığında başarıya ulaşır. Türk, Rus, Çin devrimleri ve bütün devrimler bunu kanıtlar.
İşçi sınıfının bilimsel siyasetinin adı, Marx’ın deyişiyle “kendisi için sınıf” siyasetidir.
İşçi sınıfının bilimsel olmayan siyasetinin adı ise, “kendiliğindencilik”tir.
Kendiliğindenci hareketleri tarihten beri tanıyoruz, makineyi kırar, fabrikayı ateşe verir, ekmek teknesini devirir, suikast yapar, ama kazandığı hiçbir başarı yoktur, her şeyini kaybedebilir.
Başarı, kendiliğindenciliğin pohpohlanmasında ve halk dalkavukluğunda değil, bilimsel siyasettedir.
Küresel efendilere karşı millî olan bütün güçleri ve eğilimleri birleştirmek, işçi sınıfı önderliğinin abecesidir. Bu önderliğin günümüzde iki temel sloganı var:
Birincisi: Üretici Baştacı!
İkincisi, Ekmek Teknesini Korumak ve Geliştirmek.
İşçi sınıfı, kendisiyle birlikte diğer millî sınıfları da küresel tehditlerden kurtaracağı için önder sınıftır.