Teori Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ulusoy'un, Tayyip Erdoğan'ın, "Geçmişte azınlıklara sürgün siyaseti faşizanlıktı" açıklamasına yanıt niteliğindeki Teori dergisinin Nisan 2009 sayısında yayımlanan "Türk Devrimine Karşı Neoliberal Tarihçilik. Türkleştirme, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül" başlıklı yazısını aşağıda sunuyoruz. Yazı iyi bir kaynak ve malzeme oluşturuyor. Yazıda, AB güdümlü neoliberal tarihçiliğin, Kurtuluş Savaşı ve Türk Devriminin uluslaşma yönündeki bütün hamleleri ırkçılık ve şövenizm anlamında "Türkleştirme" adı altında suçlamalarını ele alıp eleştiriyor.
Bilinç ameliyatı ve hedefi
Bir ulusu teslim alabilmek, köleleştirebilmek için, ne kadar şiddetli olursa olsun, ekonomik, siyasi ve askeri planda yürütülen saldırılar yetmez. Öncelikle, o ulusun dilinin kirletilip yok edilmesi gerekir. Bu da yetmez. Sonra, bağımsızlık ruhunun, ulusal kimliğe anlam veren tarihinin, tarih bilincinin de çökertilmesi gerekir. Bir ulusu kimliksiz ve tarihsiz bırakmak onu tarihten silmenin en etkili yoludur. Bu nedenle, ABD ve AB’nin dayatmalarına bilinçlerde ve moralde teslimiyeti sağlayacak ve meşrulaştıracak bir “bilimsel” gerekçe üretmek gerekiyor. Düşünülen en uygun çözüm, kuşkusuz, öncelikle, ulusal tarihin yerine, ulusu (ve onunla bağlantılı bütün tarihi, kurum ve değerleri) reddeden, Batı’nın küreselleşme hedeflerine uygun bir tarih ikame etmektir. Tarih yazımı temelindeki ideolojik ve siyasi egemenlik kurma mücadelenin ne kadar etkili olduğunu, ABD ve AB denetimindeki birçok ülkede aydın, sanatçı ve tarihçilerin geniş bir kesiminin Ermeni soykırımı yalanını “demokrat”, “aydın” olma ölçütü olarak savunuyor olmasından çıkarabiliriz. Hiç kuşkusuz bunun, özellikle son kırk yıldır sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgasının geri çekilmesinin etkisiyle doğrudan ilişkisi vardır. Daha da önemlisi, halklar cephesindeki geri çekilmenin, “bileşik kapların” diğer kolundaki karşıtını oluşturan yükselmeyle; atağa geçen neoliberalizmin, sosyalizm, ezilen uluslar ve halklar cephesinin bütün 20. yüzyıl kazanımlarını yok etmeyi hedefleyen yeni bir tarih yazmaya girişmesiyle de doğrudan ilişkisi vardır.
Bu küreselleşmeci liberal tarih nasıl kotarılacaktı? Onlara göre, ulusal devlet, çağı geçmiş, gerici bir yapıydı; küreselleşmenin, “barışçı bir dünyanın” ve “dünya vatandaşlığının” önünde engeldi!.. Küresel efendilerce, daha kolay güdülebilen, daha kolay yutulabilen ve piyon olarak kullanılabilen etnik milliyetler, tarikat ve cemaatler için özgürlük esas ölçüt olmalıydı! İnsanlığı ilerletmenin ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın temel dinamiği olan sınıf mücadelesi, sınıfsal eksendeki saflaşma ve mücadele ortadan kalkmıştı!.. Özgürlük ve demokrasinin bu ölçütlere göre değerlendirilmesi ise, sosyalizmle (ve ulusal devletle) birlikte gününü doldurmuş, tarihe gömülmüştü! Dolayısıyla iki yüz yıldır, insanlık tarihinin egemen ve belirleyici özneleri olan ulusal devletlerin / ulusların oluşumuna göre yazılan tarih reddedilmeli; etnik ve dinsel, cemaatsel kültür ve kimliklere göre yeniden yazılmalıydı!
ABD (ve AB) güdümlü vakıfların
finanse ettiği tarih çalışmaları
Türkiye’de kimler görevlendirildi bu iş için? AB, ABD, Soros Vakfı fonlarıyla beslenen ideoloji üretim merkezleri. En başta Tarih Vakfı, Bilgi Üniversitesi, Açık Toplum Enstitüsü’ne bağlı çeşitli NGO’lar ve İletişim Yayınları vb. Bunlar, Türkiye ulusal tarihini tasfiye ederek, Sevr’ci yeni liberal bir tarih yazma işine giriştiler. Kuşkusuz, bu yeniden yazılan tarih, en başta Cumhuriyet’in dayandığı temellerin yıkılmasını hedeflemeliydi. Ki böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru olmayıp, “yapay bir devlet” olduğu bilinçlere yerleşebilsin. Neoiberal tarihçiliğe göre, Kurtuluş Savaşı antiemperyalist bir savaş değil, anti-Rum, anti-Ermeni savaşıydı. Ermeni ve Rum “soykırımına” dayanmaktaydı; yani Türk devleti “soykırım üzerine kurulan bir devlet”ti; “Türkler Cumhuriyeti, Anadolu’yu yeniden işgal ederek kurmuşlardı”; “85 yıldır Türkiye’nin başına gelmiş en büyük felaket ulus devlet olmasıydı”; meşru değildi ve tasfiye edilmeliydi!.. Bunlar, emperyalizmin bilinen sömürgeci, ırkçı tarih anlayışından ithal ettikleri “toplumsal tarih”, “mikro tarih” (etniklerin tarihi), “çoğulcu tarih” gibi bilim dışı kavramlarla tarihsel gerçekleri ters yüz etmektedirler.
Türk Devrimi tarihine karşı işbirlikçi neoliberal ve neosolun emperyalizm cephesinden yürüttüğü bu yıkıcı faaliyet, özellikle uluslaşmayla her aşamada hesaplaşmaktadır. Bütün bu hesaplaşmada, hesaplaşmanın araçları romanların, “araştırma”ların, tarih kitaplarının, filmlerin vb konusu, hala Batı’nın bir alet olarak kullanmaya çalıştığı Hıristiyan ve Yahudi azınlıkların özgürlükleri, hakları ve tarihleri olmaktadır. Yani emperyalizmin yüz yıldır devrimci Türk milliyetçiliğine, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’na karşı kullandığı azınlıkların tarihi ve özgürlüğü (!?)... Mahkûm edilen nedir? Uluslaşmak, diğer bir deyişle Türkleşmek… Ulusun ve ulusal devletin yaratılmasının en doğal ve meşru evreleri olan, kuşkusuz azınlıkların Batı’nın zoruyla elde ettikleri imtiyazları ortadan kaldıran, bütün uygulamalar; 1912–1918 “Milli İktisat” uygulamaları, 1924–25 Yunanistan’la nüfus mübadelesi, 1942–43 Varlık Vergisi ve 6–7 Eylül 1955 olayları, ırkçılık biçiminde yorumlanarak çarpıtılan bir “Türkleştirme” suçlamasıyla mahkûm ediliyor.
Tarih Vakfı’nın aylık olarak yayımladığı derginin başlığındaki “Toplumsal Tarih” ifadesi okuyucuyu hiç yanıltmasın. Bu da günümüzde, tıpkı “insan hakları” vb gibi anlamı çarpıtılmış, Batı güdümlü misyon yüklenmiş bir kavramdır. İnsanlığın ve ulusların tarihinde belirleyici olan siyasal süreci, yani devlet olmayı, resmileşmeyi dışlayan, tamamen toplumların (toplulukların, etnik kültürlerin, küçük cemaatlerin, “tekil bireylerin”) günlük, sıradan yaşamlarını esas alan bir tarih...
Modern çağın en temel öznesi olan ulusu dışlayan bir tarih bilimsel olabilir mi? Tarihi yapan insan iradesini dışlayan öznesiz bir tarih yazımı ile karşı karşıyayız. Böyle bir tarihçilik de elbette bilimin alanındadır; ancak tarih, en tekilinden en çoğuluna, en özelinden en kamusalına bir bütündür. O bütünün esas belirleyenleri görmezden gelinip yok sayılırsa, bütün değil parça esas alınırsa, ormanın değil ağacın tarihi esas alınırsa, ortada ne tarihsel gerçeklik ne de bilim kalır. Buradan emperyalizmin siyasi amaçları için kullanılan sahte bir tarihçilik çıkar. Nitekim, pratiğe bakıldığında, “toplumsal” ya da “mikro” tarihçilik yapanların, siyasi ve ekonomik tarihin tamamlayıcısı, ya da karşılıklı birbirini tamamlayan bir tarihçilikten bilinçli olarak kaçındıkları görülmektedir. Bunun da nedeni, ulusal devletin ve ulusun tarihsel siyasi koşullarının, bugün olduğu gibi dün de, olmadığını ya da tartışmalı olduğunu kanıtlama çabasıdır. Tarih Vakfı’nın bu yöndeki bütün “tarih çalışmaları”nın Rokefeller Vakfı (ABD), Körber Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Georg Eckert Enstitüsü ve Goethe Enstitüsü (Alman), Soros Vakfı ve çoğu Alman diğer AB vakıflarının para desteğiyle gerçekleştirildiğini düşünürsek, asıl amacın tamamen siyasal olduğu, Avrupa’nın 1920’lerde uygulamayı başaramadığı Sevr’i yeniden uygulayarak Türkiye Cumhuriyetini tasfiye etmekten başka bir şey olmadığı açıkça görülür.
Tarih yazımının ideolojik niteliği
Tarih yazımı, ideolojik niteliği en belirgin bilim alanıdır. Hatta denebilir ki, ideolojik olmayan bir tarih yoktur ve olamaz. Bütün ideolojiler, toplumsal öğretiler, ancak tarihin içinde kendini temellendirerek inşa edilir. Her sınıf kendi egemenliğini haklı ve meşru kılmak için bir tarih yaratır, yaratmak zorundadır. Yani tarihi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yeniden yazar. Nesnelliğe ne kadar yaklaşılırsa yaklaşılsın, ne kadar bütünsel ele alırsa alsın, geçmişin sonsuz çeşitlilikteki ve zenginlikteki olayları, süreçleri belli bir ideolojik bakışla bir öncelikler esasına göre düzenlenir. Çağdaş tarih yazımının birincil öznesi olan ulusal devletler, egemen sınıf burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kendi tarihlerini yazarak, gerek kendi halkının, gerekse diğer ulusların gözünde meşruluklarını temellendirmişlerdir. Kuşkusuz bu temellendirme, insanlığın o gün ulaştığı temel uygarlık değerleri açışından ne kadar haklı ve meşru ise, yazılan tarih de o ölçüde nesnelliğe, gerçeklere yakındır. Batı kapitalizminin, İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan burjuvazisinin kendi ideologlarına yazdırdığı ulusal tarihler, ortaçağ feodallerinin, köklerini mitolojilere, efsanelere, kutsallaştırılmış dinsel geçmişlere dayandırılan temellerini yıktıkları ölçüde gerçeğe, nesnelliğe yaklaşmışlardır. Kendi varoluş nedenleri olan sömürgeci atalarının, Asya, Afrika, Latin Amerika halklarına uyguladıkları katliamlarla dolu geçmişlerini gizledikleri ölçüde yazdıkları tarih, gerçeklerden ve bilimsellikten uzaktır. ABD ve Avrupa tarihinde acımasız katliamların, kırımların adının “uygarlaştırma” olduğunu unutmayalım.
Diğer bir açıdan tarih, geçmişin anılarından oluşan bir bilgi yığını değil, esasen bugüne ve geleceğe yön vermeyi ve bu sürece egemen olmayı, toplumu biçimlendirmeyi amaçlayan ve bu nedenle ideolojik yanı ağır basan bir toplumbilim dalıdır. Söz konusu resmi tarihler de, çağdaş ulusal devletlerin tarihidir. Avrupa devletlerinin son iki yüz yıllık tarihine baktığımızda, ulusal tarihler; ulusların doğduğu 19. yüzyılda, her ulusun bağımsız ve egemen devlet olma ihtiyacına uygun olarak etnik-kültürel kökenleri, başka uluslarla savaşları ve bu savaşlardaki ulusal kahramanlıkları ile işlenmiştir. Emperyalist dönemde ise, devletlerin tarihine, Avrupa uluslarının, diğer ırklardan üstün beyaz (Ari) ırktan olduğu, onlara egemenlik götürme hakkına sahip olduğu ideolojisi egemen oldu. Elbette, emperyalist burjuvazinin bu seçkin ırk ideolojisi, dünya egemenliği hakkını antik Yunan kültürü ve Roma imparatorluğuna dayandırdı. Atillaları, Cengiz Hanları, Osmanlıyı, yani Avrupa’nın doğuştan üstün olduğu tezini yıkan Türkleri, Arapları, Rusları vb aşağı ve barbar ırklar olarak tanımladı. Böylece farklı Avrupa devletlerinin tarihinin de üstünde, ama hepsinin ortak tarihini oluşturan Batılı beyaz ırkın ortak bir Avrupa resmi tarihi oluşturuldu.
AB’nin resmi tarihi: Emperyalist-ırkçı tarihçiliğin yeni biçimi
Özellikle 1990’lardan sonra bir Avrupa Birliği devleti ve ulusu yaratma ihtiyacıyla birlikte bu yeni tarih yazımı gündeme geldi. Kuşkusuz bu tarih, en son Birinci ve İkinci emperyalist paylaşım savaşlarıyla birbirlerini yok etme noktasına varan, geçmişteki savaş, çatışma ve düşmanlıkları anılardan ve kitaplardan silen, ortak bir devlette birleşmenin unsurlarını öne çıkaran bir tarih olacaktı. Ancak, “çoğulcu, çok kültürlü, piyasacı, özgürlük, demokrasi ve insan haklarına dayanan” yeni tarih yazımının değişmeyen bir temeli vardı: Avrupa uluslarına eşitlik, ama ezilen uluslar üzerinde egemenlik. Aslında bu yeni tarih, Avrupa tekellerinin geçmişteki dünya pazarlarına hâkimiyet kavgasına dayanan, birbirlerine yönelik saldırgan, bağnaz / şoven milliyetçi, ırkçı tarihlerinin, yeni dönemde birleşerek tek bir emperyalist blok olma ihtiyacına göre yeniden düzenlenerek yazılmasıdır. Böylece Alman, Fransız, İngiliz ırkçılığının yerini Avrupa ırkçılığı almaktadır.
Bu nedenle, Avrupa Birlikçi tarihçiliğin en ayırdedici özelliklerinden birisi de, her türlü ulusalcı düşünce ve siyaseti görünüşte reddeden, ilerici, sol akımların gözünü boyayan “ulusları aşan” ya da ulus ötesi görünümü ve “enternasyonal”lik yalanıdır. Avrupa Birliği’nin yeni bir ulus olmadığı, uluslar üstü bir birlik olduğu biçimindeki bu ideolojik aldatma, kuşkusuz küreselleşmeyi ilerici bir olgu olarak görme aldatmacasının da kaynağıdır.
Tarih Vakfı’nın AB talimatlı tarih yayınları
AB’nin bu doğrultuda ısmarladığı ve ulusal tarih bilincimizi çökertme görevini üslenen Tarih Vakfı’nın yayımladığı, Tarih Öğretiminde Çoğulcu ve Hoşgörülü Bir Yaklaşıma Doğru (2003), Tarihin Kötüye Kullanımı (2003), Tarih Evi: Ders Kitaplarında 20. Yüzyıl Avrupası (2003), Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine (Etienne Copeaux, 2000), Tarih Eğitimine Eleştirel Yaklaşımlar (2003), Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması, Tarih Bilinci ve Gençlik: Karşılaştırmalı Avrupa ve Türkiye Araştırması (İlhan Tekeli, 1998) ve en son (2005’te) yayımladığı 20. Yüzyılda Dünya ve Türkiye Tarihi başlıklı kitaplar, bu resmi Avrupa ve “sivil” / gayriresmi (devletsiz ya da vasal devlet) Türkiye tarihini oluşturmak için hazırlanmışlardır.
Neoliberal tarih yazımının tamamlayıcı diğer ayağı ise, Cumhuriyetin tarihsel meşruiyetini ortadan kaldırmayı amaçlayan, “yerel tarih” ya da “mikro tarih” adı altında, Osmanlı’dan kalmış etnik, dinsel yapıların, Rum, Ermeni, Kürt, Yahudi, Çerkez, Laz vb etnik toplulukların, özellikle “ötekiliklerini” öne çıkaran, ayrılıkların meşruluğunu (!) vurgulayan kitaplardır.
20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi kitabının
ABD ve 12 Eylül övücülüğü
Tarih Vakfı’nın 90’lardan bu yana yürüttüğü çalışmanın en son ürünü, biri öğrenciler, diğeri de öğretmenler için önerilen iki ciltlik ders kitabıdır. 20. Yüzyılda Dünya ve Türkiye Tarihi adlı kitap, hem ders kitabı olarak önerilmesi, hem de önceki kitaplardaki tezlerin somut tarihe uygulanması açısından önemlidir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, kitapta, sanayi toplumu ve ulusal devletler çağının başlangıcı ve sonu olarak tanımlanan 19. yüzyıl başından 21. yüzyıl başına kadarki dönemin kritik bütün tarihi dönemeçler ve olayları, küreselci bir ideolojik bakışla çarpıtılarak yeniden yazılıyor. Tarih Vakfı Başkanı İlhan Tekeli, Öğretmen Kitabı’nda (2. Cilt) küreselci tarihin felsefesini ve temel amacını şöyle açıklıyor: “Ulus devletlerden oluşan bir dünyada tarih kitaplarının konularını ve yazım biçimlerini büyük ölçüde ulusçu ideolojiler belirliyordu. Oysa ulus devletlerin aşılarak küreselleşmenin gerçekleşmeye başladığı ve barışçı bir dünya düzeni arayışlarının yaygınlaştığı bir dünyada böyle bir tarih yazımı çağdışı hale gelmiştir. Uluslar arasında ayrılıklar inşa etmeye, ‘ötekiler’ oluşturarak çatışmalara gerekçeler bulmaya dönük bir tarih yazımı yerine uluslar arasında köprüler oluşturmaya, dostluk ve yardımlaşmaya kaynaklık edecek bir tarih yazımına olan gereksinme her geçen gün daha çok duyulmaktadır.”1
Bu yaklaşıma göre, “barışçı bir dünya düzeni”nin kurulamamasının, “uluslar arasında ayrılıklar inşa etme”nin, çatışmaların, savaşların nedeni, emperyalist tekeller ve devletlerarası rekabet ve savaşlar değil de, ulusların egemen ve bağımsız devlet olma hakkıdır. Yani, geçtiğimiz yüzyılın kurtuluş savaşları, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı, ayrılıklar inşa ettiği, bağımsız, egemen devletler kurduğu için barışçı bir dünyanın kurulmasına engel olmuştur! Demek ki, Tarih Vakfı’nın dünya ve Türkiye tarihini yeniden yazmaktaki birincil amacı ve görevi, “dünya barışının koruyucusu” emperyalist Batı’nın saldırgan yüzünü gizlemektir.
Dünya barışı nasıl ve hangi güç tarafından korunacaktır? Bunun için “...uluslarüstü ve dünya ölçeğinde bir şiddet tekelinin yaratılmış olması gerekecektir. Ulusal devlet açısından böyle bir tekel yaratılamaz.”2 Yani bu mantığa göre, dünyanın en büyük silah ve şiddet tekeline sahip ABD, çıkarları için dünya halklarına zulmeden, terör estiren, katliam yapan emperyalist bir devlet değil, Bush çetesinin ideologlarının teorisini yaptığı gibi, tanrının görevlendirdiği, ilahi adaletin, dünya barışının koruyucusu!.. Prof. Tekeli’nin, ne kadar tarihin dışına kaçarsa kaçsın, somut dünyanın “ötesinde” postmodern “öngörü”lerle çağın en büyük yalanını yutturmak için “bilimsel” söylemlere ne kadar sarılırsa sarılsın, bu kadar açık bir gerçeği bilmemesi mümkün mü? Tekeli, postmodern bir söylemi tekrarlayarak, aslında, kapitalist Atlantik uygarlığının hem kültürel çöküşünün hem de saldırganlığının çarpıcı bir ifadesi olan “Günümüzde öznenin ölümü çoktan ilan edildi”3 ezberini tekrarlarken, uluslararası özne ulusal devleti aklınca tarihe gömüyor. Ama, dünyanın en saldırgan öznesi ABD ulusal devleti karşısında süklüm püklüm, ezik. Daha da kötüsü, onu kutsuyor.
Tarih Vakfı, AB fonlarıyla ısmarlanan görevini hakkıyla yerine getiriyor. İşte, çizilen yeni dünya ve Türkiye tarihinin çerçevesi: Ulusal devlet olma hakkı, sahip olduğu şiddet tekeliyle istediği coğrafyayı, ülkeyi “özgürlük” ve “dünya barışı” adına işgal etme hakkı ABD’ye ve emperyalist müttefiklerine aittir. Boyun eğme, vasal olma, köle olma hakkı ise ezilen uluslara!..
Ulusal kimlik yerine kulağa çok hoş gelen “dünya vatandaşlığı kimliği” yutturmacasıyla gençliğe “kazandırılmak” istenen kimlik ise, özgür bireylerin kimliği değildir. Çünkü özgür bireyler, yani özgür yurttaşlar, ancak özgür ve bağımsız uluslarda var olabilir. Buradaki, yaratmayı hedefledikleri “dünya vatandaşı” “özgür bireyler” ise, küresel efendinin istediği gibi güdülen, düşünen, konuşan, budalalaştırılmış, kuklalaştırılmış sürüler olabilir ancak.
Tarih Vakfı, 1980 sonrasında Evrenlerin, Özalların, Kemalist Devrimle kurulan ulusal tarihi tasfiye edip, yerine koydukları emperyalizme bağımlılığın Türk-İslam sentezci tarihini Kemalizm’in üstüne yıkarak yürüttükleri “resmi tarih” eleştirisiyle gerçekte bilimi ve nesnelliği reddediyorlar. Bunların, “Türk-İslam Sentezcilik” adı altında asıl eleştirdikleri de, Devrimci Cumhuriyetin ve daha sonra bir damar olarak varlığını sürdüren ulusal devletin, ulusal kimliğin tarihidir. Türk-İslam Sentezci tarihçilik de Türkiye’ye 1940’larda başlayan ve özellikle 1950’den itibaren inşa edilen, 12 Eylül’den sonra doruğa çıkan küçük Amerika süreci, yani Batı’yla bütünleşme tarafından sokuşturuldu. Günümüz liberal tarihçiliği ile Türk-İslam Sentezci tarihin ikisinin de “babası” emperyalist Batı’dır. Daha da önemlisi, her ikisi de hedef tahtasına Kemalist Devrim’in tarih anlayışını yerleştirmektedir. Biri muhafazakar, diğeri kozmopolit liberal görünümlü bu iki tarihçilik, aynı Batı gerici tarihçiliği madalyonunun iki yüzüdür.
Nitekim, 12 Eylül sonrası sürecin değerlendirilmesi, geçmişe ve geleceğe dönük temel yaklaşımı ele vermektedir. Türkiye’nin ulusal ve demokratik devrim sürecine karşı tam da Batı’nın Sevr’ci bakışını ortaya koymaktadır: “12 Eylül askeri darbesi, hem siyasal hem de ekonomik çözüm arayışlarını sona erdirerek Türkiye’yi bir kez daha dönüşen dünya sistemine eklemledi. Sosyal devletin tasfiye edilmeye başlandığı, ithal ikameci modelden vazgeçilerek ekonomiyi dünya pazarına açan radikal önlemlerin alındığı bu dönemde Türkiye insan hakları ve demokrasi konusunda eleştirilmekle birlikte, Üçüncü Dünya’ya örnek gösterilen bir ülke haline geldi.”4
Kapitalizm evrensel oluyor da ulusçuluk neden olmuyor?
20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi’nin başındaki “1789’un Dünyası” bölümünün girişinde şöyle diyor yazarlar: “Böylece, aslında evrenselci bir nitelik taşıyan, yani bütün insanlara, bütün halklara yeni bir dünya vaat eden Fransız Devrimi, evrenselci olmayan, yani tek bir halka gelecek vaat eden ulusçuluk ideolojisini güçlendirdi.”5
Görüldüğü gibi daha kitabın başında, ulusun, dolayısıyla Fransız Devriminin, hepsi de bir ulus devletle sonuçlanan burjuva (19. yüzyıl) ve emekçi (20. yüzyıl) niteliğindeki ulusal ve demokratik devrimlerinin evrensel niteliği reddediliyor. İkincisi, bilimsel olmanın temel ölçütü evrensellik, bilerek ya da büyük bir cehalet eseri, bugün emperyalizmi gizlemenin bir biçimi olan küreselliğe, yani emperyalizmin çıkarlarına kurban ediliyor. Oysa kapitalizm ne kadar evrensel bir olguysa, onun en üst toplumsal örgütlenişi ulus ve siyasal biçimi ulusal devlet de o kadar evrenseldir. Yine günümüzde, kapitalizmin son evresi olarak emperyalizm ne kadar evrenselse, onun zorunlu bir ürünü ve karşıtı antiemperyalizm ve ulusçuluk da o kadar evrenseldir; dünya çapındadır, bütün ulusal gelişmesini tamamlamak isteyen toplumlar için geçerlidir. Kısacası, ulusları, insanlar arasına ayrılıklar koydukları, savaşlara zemin yarattığı gerekçesiyle evrensel kabul etmemek, farklı olan ve birbiriyle mücadele eden, çatışan her şeyi, emperyalizmin tek “evrensel” egemen olduğu “barışçı bir dünya” adına dışlayan, bilimdışı, budalaca bir mantıktır. Burada emperyalizmin küreselci çıkarları adına, ezilen ulusların bağımsızlık ve eşitlik hakkını reddetme adına bilim katlediliyor. Yapılanın bilimle en küçük bir ilişkisi yok. Bilim adına yapılan, ABD ve AB çıkarlarının kaba bir propagandasıdır.
Ulusal kurtuluş savaşları “hayal kırıklığı” yaratmış!
Tarih Vakfı, ulus devleti reddetmenin ideolojik inşasını Fransız Devrimi’inden itibaren başlatarak yakın tarihi de bu bakışla yeniden yazıyor. Bunu yaparken kuşkusuz 20. yüzyılın en önemli gerçeğini, ulusal kurtuluş savaşlarını ve insanlığı özgürleştiren sonuçlarını zihinlerden silmeye çalışıyor: “Dünyanın farklı yerlerindeki sosyalizm denemelerinin, solun ortak iktidarlarının, ulusal kurtuluş savaşlarının yol açtığı hayal kırıklığının ardından, büyük bir coşku ve umut yaratmış olan 1968 hareketi de yenilmişti...”6 Bu cümleyi ulusçulukla ilgili yukarıdaki bütünsel belirlemeyle birleştirince, en başta Türkiye’nin vermiş olduğu Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın boşuna verilmiş olduğu, ulusumuza bir şey kazandırmadığı, gelişmemizi engellediği sonucu ortaya çıkıyor. Yani bu mantığa göre, Türkler ulusal bağımsızlık gibi fanatik bir hastalığa tutulup Batı’dan kopmasalardı ve Sevr’e boyun eğselerdi, 80 yıl önce AB’ye girmiş olacaklardı ve çok daha önce uygarlaşacaklardı!.. Halil Berktay’ın “Türklerin Anadolu’yu yeniden işgal ettikleri”, Taner Akçam’ın, “Ulusal kurtuluş savaşları tarihi, birer katliamlar tarihidir”, Cengiz Aktar’ın, “85 yıldır Türkiye’nin başına gelmiş en büyük felaket ulus devlet olmasıdır” şeklindeki sözleri bu tabloda yerli yerine oturuyor.7
Çünkü, bağımsızlığına kavuşmuş ezilen ülkelerin, Batı’nın liberal demokrasi yalanını, piyasacılığı reddederek devletçi ve halkçı ekonomiyi tercih etmeleri, emperyalist sömürüye büyük bir darbeydi ve kabul edilemezdi. “Dünya Savaşları” başlıklı özet bölümün girişinde bu yaklaşım şöyle ifade ediliyor: “Parçalanan imparatorlukların yerine konulan yeni ulus devletler, 19. yüzyıl değerlerini yaşatmaya çalıştılar. Bütün dünyada serbest ticaretin ve demokrasinin geliştirilmesi için büyük çaba harcandı. Ancak ABD dışında hiçbir ülkede beklenen gelişme yaşanmadı. Ortaya çıkan büyük bir düş kırıklığı oldu.”8
Kitapta, Batı güdümündeki Ermeni milliyetçilerinin cephe gerisinden yürüttüğü yıkıcılık karşısında İttihatçıların uyguladığı tehcir ve diğer tedbirler, doğrudan eleştiril(e)mese de, “Bu sırada bazı görevliler, İttihat ve Terakki’nin gizli örgütü olan, Teşkilatı Mahsusa, çeteler ve bazı Kürt aşiretleri de bu kafilelere bazen intikam almak, bazen de mallarını yağmalamak için saldırarak...” diyerek Teşkilatı Mahsusa katliamcı bir çete olarak gösterilmektedir. Böylece, aynı çevrenin başka yayınlarda açık olarak ifade ettikleri “soykırım” iddialarına daha dolaylı suçlamalarla zemin hazırlanmaktadır. Savaşın sonunda galip İtilaf Devletleri’nin baskılarıyla hükümetten ayrılmak ve İstanbul’un işgalinin gündemde olması nedeniyle ülkeyi terketmek zorunda kalan İttihat ve Terakki hükümetinin, “Savaş esirlerine kötü davranış ve Ermeni tehciri yüzünden daha savaş sırasında suçlandığı”9 vurgulanarak Batılı emperyalistlerin resmi tarihinin söylemi tekrarlanmaktadır.
Yine Türkiye tarihine ulusal devrim ve vatan savunması mantığıyla değil de etnik özgürlükleri kutsayan “mikro tarih” gözlüğüyle bakışın gereği olarak, Lozan antlaşmasında azınlıkların haklarına özel bir vurgu yapılmaktadır.10 Ve bu hakların korunması ulusal devletin korunmasından daha önemli görüldüğü için 1942’lerdeki Varlık Vergisi uygulaması, “azınlıklar üzerinde ayrımcılığa ve baskı aracına dönüştü”11 denerek mahkûm edilmektedir.
Kemalist Devrim’in tasfiyesinin tarihçiliği
Tarih Vakfı ve diğer bütün neoliberal çevrelerin ulusal ve devrimci tarihimize saldırılarının odağına yerleştirdikleri tarih, Cumhuriyet Devrimi’nin tarihidir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’nın kuruluşu ve kapatılmasıyla ilgili çarpıtmalar hesaplaşmanın birinci boyutudur. “Muhalefet ve Direniş” başlıklı bölümde, “İlk muhalefet hareketi, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Kurtuluş Savaşı’nı başlatanların, ikinci plana atılmalarının etkisiyle, Halk Fırkası’ndan ayrılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmasıydı”12 denerek, Rauf Orbay, Kazım Karabekir gibi muhalefette yer alanların Mustafa Kemal’in diktatörlük arzuları sonucu ikinci plana atıldıkları öne sürülüyor. Oysa, Atatürk’ün Nutuk’da da belirttiği gibi, onların muhalefet nedeninin Halifeliğin ve Saltanatın kaldırılmasına, yani Cumhuriyet’in ilanına ve laikliğe karşı çıkışları olduğu Cumhuriyet tarihinin en çok bilinen gerçeğidir.
1930’larde Atatürk’ün özendirmesiyle kurulan Serbest Fırka konusundaki “siyasal alanda ise daha özgürlükçü bir çizgi benimsendi”ği13 vurgusuyla, özellikle Batı tipi çok partililiğin, özgürlüğün tek biçimi olduğu düşüncesi verilmek isteniyor. Böylece aynı çevrenin; “baskıcı”, “yasakçı”, “totaliter” bir dönem olarak üzerinde ciltlerce kitap yazdığı tek partili dönem, demokrasi karşıtı diktatörlük olarak mahkûm ediliyor. Oysa, sosyalist ülkeler dahil, bağımsız ulusal ekonomiler yaratma sürecindeki ülkelerin bütün başarılarının temelinde Batı’nın piyasacı liberal demokrasi modelini reddetmeleri yatmaktadır.
Aynı kitapta yine, 1930’lardaki ulusal devrimin büyük atılımları, tarih ve dil alanındaki çalışmaların başarıları, bazı aşırılıklar ve hatalar öne çıkarılarak ırkçılık suçlamasıyla mahkûm edilmektedir. Kitapta, “Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu aracılığıyla dil ve tarih alanında bir dizi çalışma başlatıldı”14 deniliyor, ama bu kurumların tartışmasız büyük başarıları ve ürünleri bilerek atlanıyor. Örneğin, Tarih Kurumu’nun en büyük eseri, 1931’den 1941’e kadar okutulan 4 ciltlik Tarih Kitabı (Kaynak Yayınları’nca Haziran 2001’de yeniden basımı yapıldı) yok sayılıyor. Bütün bu dönem için ileri sürülen sadece bir cümlelik, “Bu çalışmalar sırasında Türkçe dahil bütün dillerin tek bir dilden geldiğini ileri süren Güneş Dil Teorisi ve bütün uygarlığın Türklerin eseri olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi gibi aşırı, hatta ırkçı kuramlar geliştirildi”15 iddiasıyla, gerek TDK, gerekse TTK’nın Kemalist Devrime, uluslaşma, laikleşme ve halkçılaşma açısından büyük katkıları yok sayılarak, aslında Türkiye tarihini AB resmi tarihinin bir eklentisi haline getirmekten başka bir amaç taşınmıyor. Böylece Türkleri ikinci sınıf halk olarak gören ve aşağılayan Batı merkezli ırkçılığa karşı, tarihi köklerini inceleyerek Türklerin insanlık tarihindeki gerçek yerini ortaya koyan ve ulusal onuru ve kendine güveni yükseltmeyi amaçlayan bu antiemperyalist devrimci tarihçilik bilinçlerden silinmek istenmektedir.
Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun önemli bir rol oynadığı Kemalist aydınlanmanın diğer büyük atılımlarından birinin, Köy Enstitüleri’nin bu kitapta hiç yer almaması, yazarlarının ideolojik duruşlarının ne olduğunu gösteren çok önemli bir göstergedir.
20. Yüzyılda Dünya ve Türkiye Tarihi, Türk Devrimi’nin bağımsız bir ulus devlet yaratmayı hedefleyen ulusal ve demokratik karakteriyle hesaplaşmanın, onu mahkûm etmenin tarihidir. Bunu da, ulus devletin evrensel ve devrimci niteliğini, aydınlanmayı reddederek, yerine Batı’yla bütünleşmenin ifadesi olarak kullanılan “modernleşme” kavramını koyarak yapmaktadır. Tıpkı aynı çevrenin önemli teorisyenlerinden Şerif Mardin’lerin tarikatlara “modernleşmenin öncülüğü” misyonunu yüklediği gibi. Nitekim bu bakış açısıyla, kitapta “2. Abdulhamit dönemi, mutlak bir monarşi altında modernleşme dönemi”16 oluyor.
Bu tarih çizgisinin önemli bir diğer göstergesi de, fotoğrafları ve altyazılarıyla vurgulanan Türk devriminin düşünürleri ve öncüleri listesinde kimlerin yer aldığıdır. Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Tevfik Fikret’in yanına, (“ulusçuluğa karşı evrenselliği savunduğu”17 için) “İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı ödün vermezliği” ve “sert eleştiriler getirdiği”18 gerekçesiyle Ahmet Rıza; Çanakkale direnişi için, “Bunlar (ordu) vahşete dayanamaz, ama medeniyete direnirler”, “Türk neslini ıslah etmek için Macaristan’dan damızlık erkek getirmeli”19 diyecek kadar Türkleri aşağılayan bir mandacı “modernleşmeci” Abdullah Cevdet özellikle yerleştiriliyor. Kitapta, sözkonusu şahsiyetler içinde sadece Abdullah Cevdet’in bir makalesinin yer alması, neyin tarihini yazdıklarının diğer önemli bir göstergesi. Ama, ne 1. Meşrutiyetin kurucusu Mithat Paşa’ya (“darbeci” olduğu için olacak), ne Türkçülüğün büyük teorisyeni ve öncüsü Yusuf Akçura’ya, aynı şekilde Hüseyinzade Ali’ye, Talat Paşa ve Enver Paşa’ya, oynadıkları tarihi role ve düşünsel-siyasi katkılarına uygun yer veriliyor.
Özetle, Tarih Vakfı’nın okullarda okutulması için önerdiği 20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi kitabı, “Kimden besleniyorsan onun davulunu çalarsın” misali AB’nin gözüne girmek ve ondan övgü almak adına kendi ulusunu, onurunu, kimliğini inkâr etmenin bir belgesidir.
Ekonomiyi Türkleştirme-millileştirme uygulamaları
ırkçı bir uygulama mı, uluslaşmanın doğal bir gereği mi?
Bir AB projesi olan liberal Sevrci tarih yazımı kapsamlı bir programdır. Tarih Vakfı dışında, yukarıda sözünü ettiğimiz vakıf ve yayınevlerince desteklenen daha birçok kitap ve dergide bu program, çeşitli biçimlerde ve boyutlarda sürdürülmektedir. Tema aynıdır: Uluslaşmanın doğal bir sonucu olan, ekonomide, dilde, kültürde yürütülen millileştirmeler, Hıristiyan azınlıkların zorla “Türkleştirildiği”, Türkleşmeyenlerin aşağılandığı ve Türkiye’yi terke zorlandığı iddiaları, ezberletilmişçesine tekrar edilen ortak suçlamalardır. Buradaki en büyük yalan da, emperyalizmin yüz yıllık yağmasından aldığı imtiyaz payıyla büyük servetler edinen komprador sınıfın elinden bu imtiyazlarını almaya yönelik uygulamaların, onların özgürlüklerini kısıtlama, baskı ve zulüm olarak gösterilmesidir. Oysa, bu ve benzeri, emperyalist sömürgeciliğe ve ortaçağa özgü imtiyazlar uluslaşmanın ve çağdaşlaşmanın önündeki, tasfiyesi zorunlu, engellerdir.
Aksi takdirde, liberal tarihçilerin iddialarına göre, Türk milli demokratik devriminin uluslaşma, Türk kimliğini oluşturma yönündeki bütün çabaları doğal olarak suç oluşturmaktadır. Antiemperyalist bütün ulusal demokratik devrimlerin gerek emperyalist sistemden bağımsızlaşma anlamında (dışsal), gerekse halkın şeyhlerin ve ağaların kulluğundan Türk ulusal kimliğinin özgür yurttaşları düzeyine yükselmesi anlamında (içsel) olarak uluslaşma süreci, “demokratik Batı”nın ölçütleriyle ve ikiyüzlü bir mantıkla mahkum ediliyor. Burada, Yusuf Akçura’nın, “emperyalist milliyetçilik - demokratik milliyetçilik” olarak çok net bir biçimde ayrımını yaptığı ve Kemalist Devrim’in tamamen benimsediği (Altı Ok’ta yer alan) devrimci milliyetçilik (ulusçuluk) ile saldırgan, şoven milliyetçilik bilerek birbiriyle karıştırılmaktadır.
Antiemperyalist milliyetçiliğin devrimci, demokratik, savunmacı karakterini, emperyalizm güdümlü şoven, ırkçı milliyetçiliğe yedirerek, yok sayma, görmezden gelme çarpıtması bütün liberal tarihçilerin ortak marifetidir. Bu, iki karşıt milliyetçilik, 1940’lardan sonra Kemalizmin devrimci milliyetçiliğine karşı Nazizmin uzantısı ırkçı milliyetçiliğin örgütlü bir siyasi akım olarak ortaya çıkmasıyla daha da netleşmiştir. Irkçı milliyetçilik, 1945’lerden sonra, Türkiye’nin ABD güdümüne girilmesiyle CIA’nın ve süper NATO’nun bir uzantısı haline gelmiştir. Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen Soğuk Savaş propagandası doğrultusunda ırkçı milliyetçilik, şeriatçılıkla da sentezlenerek (Türk-İslam Sentezi) işbirlikçi gericiliğin devrimcilere karşı antikomünist saldırgan, şoven siyaseti olmkuştur. 1980 darbesiyle ibu karşıdevrimci program bir üst düzeye sıçrayarak günümüze kadar gelmiştir.
Bu nedenle, gerek Varlık Vergisi uygulamasındaki, gerekse 1955 6–7 Eylül’deki yağma ve talana varan saldırgan aşırılıkların arkasındaki milliyetçiliğin emperyalizm güdümlü milliyetçilik mi, yoksa Kemalizm’in devrimci milliyetçiliği mi olduğunu saptamak son derece önemlidir.
Emperyalizmin uzantısı komprador burjuvazi ve
imtiyazlı gayrimüslim azınlıklar
Emperyalist devletlerin ve onların bir uzantısı olarak kimi ayrıcalıklı gayrimüslim azınlıkların önemli imtiyazlar elde ettiği 1856 Islahat Fermanı’ndan sonraki tarihi incelersek, Türk Devrimi emperyalizme karşı savaşırken, aynı zamanda içerideki gayrimüslim azınlıklardan oluşan kökü dışarıdaki komprador burjuvaziye karşı da mücadele etmiştir. Yani mücadele, sınıfsal plandadır; ulusal sınıflarla emperyalizm ve uzantısı komprador burjuva sınıfı arasında cereyan etmiştir.
Peki kimlerden oluşuyordu bu komprador sınıf? Ya da Türkiye’nin dış ve iç ticareti, ekonomisi, maliyesi kimlerin kontrolündeydi? Bu gerçek, aslında kimin ve neyin devrimci (ve demokrat), kimin ve neyin karşıdevrimci olduğunu ortaya koyar. Bütün tarihsel belge ve araştırmaların gösterdiği gibi, İstanbul ve İzmir’de yoğunlaşan ticaret ve sanayi ile ihracat ve ithalatın, Birinci Dünya Savaşı’na kadar neredeyse tamamını, 1922’lerde yüzde 90’ını, 1940’larda ise yaklaşık yüzde seksen beş-doksanını Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklar ellerinde tutuyordu. Kemalizm’in tanınmış iktisatçılarından Ahmet Hamdi Başar’ın, İstanbul’daki Müslüman Türk Tüccarın konumunu tespit etmek için 1922’de yaptığı anket bu konuda çarpıcı bilgiler vermektedir: “İstanbul’da ithalat ve ihracat işleri ile uğraşanlar içinde Müslüman-Türk unsurun [oranı] yüzde dördü, komisyonculukta yüzde üçü geçmiyordu. Liman işleri tamamen [Türk unsurunun] dışındakilerin elindeydi. Limanda iş yapabilmek için Rumca, İtalyanca veya Fransızca bilmek gerekiyordu. Esham ve kambiyo borsasında mübayacı ve simsarların yüzde 95’i gayrimüslimlerden oluşuyordu… İtibarı Milli Bankası ve Adapazarı İslam Ticaret Bankası dışında Müslüman-Türk unsurun elinde bulunan banka yoktu…”20 Devrimden 20 yıl sonra 1940’lardaki tabloda ise henüz fazla bir değişiklik yoktur; 10 Aralık 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Necati Doğru’nun verdiği bilgilere göre, İstanbul’un tüccar, sanayici, ithalatçı, büyük emlak, dükkân-han sahibi ve serbest meslek sahibinin yüzde 87’si Rum, Ermeni ve Yahudidir.
Demek ki devrimci milliyetçiliğin maddesini, toplumsal-ekonomik temelini oluşturan bütün millileştirmeler ya da Türkleştirmeler, azınlık tüccar ve sanayicilerden oluşan bu komprador burjuva sınıfının tasfiyesinden ibarettir. 1850’lerden itibaren bütün tarihsel olguların kanıtladığı gibi, bu sınıf, emperyalizme karşı direnmeyi sürekli baltalamıştır. 1908’lerden sonraki uluslaşma hamlelerinde, özellikle Mütareke-Kurtuluş Savaşı yıllarında emperyalizmin doğrudan yanında yer almıştır. Ayrıca Avrupa’nın sömürgeci döneminden kalma bu asalak sınıf, topluma ekonomik gücüyle orantılı ciddi hiç bir katkı yapmadığı gibi önemli kriz dönemlerinde olağanüstü vurgunlar vurmuştur. İşte bütün bu nedenlerle, 1912’den itibaren İttihat ve Terakki’nin uygulamaya başladığı “Milli İktisat” programı, tamamen emperyalistlerin güdümündeki bu tüccar ve sanayici komprador sınıfa karşı, bankasıyla, tüccarıyla, sanayicisiyle milli bir ekonomi ve milli bir burjuva sınıfı yaratmayı amaçlıyordu. İttihat ve Terakki ile başlayan süreç, Kurtuluş Savaşı yıllarında da kesintisiz devam etmiş, 1930’larda devletçilik uygulamasıyla bir üst düzeye sıçramış, 1942-43’lerdeki Varlık Vergisi uygulamasıyla “Küçük Amerika” sürecinden önceki son hamlesini yapmıştır.
Varlık Vergisi’nin sınıfsal ve devrimci karakteri
1942–43 yıllarında yaşanan Varlık Vergisi olayı, devrimci milliyetçilikle ırkçı-gerici milliyetçiliğin tam bir ayrışma dönemecinde yaşanmıştır. Aynı yıllar, dünya çapında faşist güçlerle devrimci ve demokratik güçlerin, yani Nazi ordularıyla Kızılordu’nun Sovyet topraklarından son hesaplaşmayı yaşadığı yıllardır. Kimin kazanacağının henüz belirsizliğinin yaşandığı, İnönü politikalarındaki tutarsızlıkların, yalpalamaların yansımasının bir örneği olarak, Dönemin Saraçoğlu Hükümeti’nde hem Hasan Ali Yücel gibi halkçı-devrimci milliyetçiliğin, hem de Saraçoğlu gibi Nazizm’den etkilenen ırkçı milliyetçiliğin temsilcileri vardır. Varlık Vergisi ile ilgili çıkarılan yasa ile uygulanış süreçlerindeki farklılık da bunu gösterir. Gerek o gün gerek günümüzde Varlık Vergisi Yasası’na kimse karşı çıkmamıştır. Ancak, her devrimci süreçte karşıdevrimci sınıfları bastırmak için uygulamalardaki bazı aşırılıklar, tarihsel ve toplumsal bağlamından koparılarak sanki işin esasıymış gibi gösterilmektedir. İşin esası ise sınıfsaldır; o da, milli demokratik devrimin sınıfsal düşmanı komprador burjuvazinin tasfiyesidir.21
Halkın açlık sınırında kıvrandığı, olağanüstü sıkıntıların ve acıların yaşandığı savaş koşullarında, o dönemi yaşayan muhalif gazeteci ve yazarlar bile, Varlık Vergisi ile ilgili olguları çok daha gerçekçi, vicdanlı yansıtmışlardır. Çünkü, enflasyonun yüzde 400’lere fırladığı, bundan da büyük vurgunlar vurarak asıl yararlananların, büyük haksız servetler yapanların, ekonominin yüzde 90’nını elinde tutan gayrimüslim ithalat ve ihracatçıların olduğu düşünülürse, o yıllardaki kamuoyu vicdanının nasıl oluştuğu çok daha iyi anlaşılabilir. Kamuoyu vicdanındaki gayrimüslim zenginlere karşı belli bir düşmanlığa ve saldırganlığa, sadece yapılan vurgunlar ve büyük servet adaletsizliği yol açmıyordu. Komprador sınıfın dayandığı Rum ve Ermeni azınlıklarla ilgili, geçmişteki, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarındaki büyük ihanet anıları da buna eklenirse, biriken öfke ve kinin tarihsel, toplumsal boyutlarının takdir etmek kolaylaşır.22
Oysa liberal tarihçiler için, o günün özel toplumsal ekonomik, tarihsel, siyasi (savaş) koşullarının pek önemi yok. Onarlın mantığına göre önemli olan, Rum, Ermeni, Yahudi, eşit ve özgür yurttaşlarıyla bir ulusun bağımsızlığı ve özgürlüğü değil, vurguncu, hırsız, asalak fark etmez, uluslaşmaya, kamulaşmaya ve ulusal devlet otoritesine karşı olan her şeyin özgürlüğüdür; misyonları budur. Örneğin Ayhan Aktar’a göre Varlık Vergisi, dönemin ihtiyaçlarının doğurduğu ekonomik bir uygulamadan ve çağdaş devletin en önemli görevi kamu vicdanını yaralayan gelir adaletsizliğini ortadan kaldırmaktan çok, İttihatçılarla başlayan ve Kemalizmle dil ve tarih alanında derinleşerek devam eden “Türkleştirme politikası”nın bir uygulamasıdır. “Türkiye Türklerindir”, “Vatandaş Türkçe konuş”, “Türk, Övün, Çalış, Güven”, “Yerli Malı Yurdun Malı” kampanyaları ve sloganlarıyla ifade edilen ulusal bir dilin, ekonominin ve kültürün oluşturulması yönündeki her adım, Aktar ve diğer liberal tarihçiler tarafından gayrimüslim azınlıklara yönelik bir baskı olarak değerlendirilmektedir.23
Rıdvan Akar ise; “1930’lu yıllarda gerek ‘meslek yasaları’ gerekse vandalizm ve ırkçı propagandalarla azınlık cemaatlerine dönük uygulamalar. (...) Varlık Vergisi, azınlıklar için ‘ekonomik bir soykırımdı’, Türk burjuvazisinin ise önünü açan bir ‘proje’ydi”24 diyerek aynı eleştiriyi daha uç bir şekilde ifade ediyor.
Ayhan Aktar’ın Kemalist Devrim’in ırkçı uygulamalar yaptığını vurgulamak için kullandığı “Türkleştirme”yi Mete Tunçay, daha usturuplu bir dille, “millileştirme” olarak ifade edip eleştirmektedir. Ancak, “her türlü milliyetçiliğe karşıyım” diyarak daha sol ve “enternasyonalist” görünmeye çalışan Tunçay, bunu, ırkçı milliyetçilikle aynı kefeye koyduğu Kemalist milliyetçiliğin bir suçuymuş gibi göstermeye çalışmaktadır: “Osmanlı Devleti’nde İkinci Meşrutiyetle Birlikte bir ‘İktisadiyatta millileştirme’ sürecinin başladığı bilinmektedir. Bu süreç içinde, Müslüman-Türk unsurlar yavaş yavaş palazlanarak Levanten ve azınlıkların ticaret tekelini kırmaya ve onların yerini almaya çalışıyorlardı. (…) İkinci Dünya savaşı sırasında çıkarılan Varlık Vergisi kanununun uygulanışı, azınlıkların iktisadiyattaki egemenliğini kırma isteğinin dramatik bir örneğidir. Millileştirme süreci ancak İkinci dünya Savaşı ertesinde tamamlanmıştır. Belki bu yöndeki son bir çarpıcı hareket, hükümetçe düzenlenen, ama denetim altında tutulamayan 6–7 Eylül 1955 olaylarıdır.”25
“Öteki”ni yaratan Kemalizm değil emperyalizmdir
Ayhan Aktar’ın yaptığı bir diğer çarpıtma da, Kemalist milliyetçiliğin “gayrimüslimleri sistematik olarak ‘diğer’ ve ‘öteki’ kavramları içinde tanımladığı”26 iddiasıdır. Bu ayrım, bugün emperyalist küreselciliğin ulusları etnik ayrım temelinde parçalamak için kullandığı anahtar kavramdır. O nedenle bu tanımlamayı tersten, yani emperyalizm ve onunla işbirliği içinde olan Hıristiyan-Musevi komprador burjuvazinin cephesinden yaparsak daha doğru olur. Çünkü sınıfsal olarak, yani ekonomik ve toplumsal olarak bu ayrımı, ayrıcalıklı bir sınıf olan komprador azınlıklar yaratmıştır. Yani siyasi, ekonomik, kültürel her açıdan Batı için gayrimüslimler “biz”, kalanlar “öteki”ydi. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi, aydınlanmacı atılımlarla ortaçağın cemaatçı ilişkilerine son vermesine rağmen “biz” ve “öteki” ya da “onlar” ayrımı hiç bir zaman tam olarak değişmedi, aksine daha da sistemleştirildi, derinleştirildi. Örneğin, son yıllarda hızla yaygınlaşan misyonerlik faaliyetinin de gösterdiği gibi, emperyalizm kendine her bakımdan bağlı bir Hıristiyan azınlık yaratmaya devam ediyor. Huntington’ların ideologluğunu yaptığı ABD’nin küreselleşme projesindeki, uygar-Hıristiyan Batı kültürünü “biz”, geri kalanları da (yani sömürgeleştirilecek olanları) “diğer”leri yapan ayrım, olayın günümüzdeki en kapsamlı ve somut ifadesidir. Erol Manisalı Hoca, “Türkiye içindeki Danimarka” olarak tanımladığı Batı uzantısı bu ayrıcalıklı küçük azınlık kesiminin ülkemizde nasıl bir rol oynadığını yazılarında çeşitli boyutlarıyla açıkladı.
Osmanlı topraklarına emperyalizmin girişiyle birlikte gayrimüslim tüccar ve sanayicilerin emperyalizmin bir uzantısı olarak işlev gördükleri tarihi bir gerçektir. Bu nedenle, Türkiye’de emperyalizme karşı bütün ulusal hareketler kaçınılmaz olarak gayrimüslim komprador sermayeyle karşı karşıya gelmiştir. Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana girişilen bağımsız, ulusal bir sanayi kurma çabalarında, gerek Birinci Dünya Savaşı yıllarında, gerekse Cumhuriyet döneminde gayrimüslim komprador burjuvaziye karşı Türk ve Müslüman burjuvazi zaman zaman bilinçli olarak desteklenmiştir. Buradaki ayrımın özü ırkçılık değil, aksine emperyalizm safında yer alanlara karşı antiemperyalist anlamda milliyetçi bir tavırdır. Kaldı ki gayrimüslim azınlıkların, yurttaş olarak değil, dinsel-siyasi bir güç olarak Türkiye’deki varlıkları 19. yüzyıldan bu yana tamamen emperyalistlerin dayattıkları yasalarla sağlanmıştır.
Ayhan Aktar, Kemalizme saldırırken öylesine pervasız ve ölçüsüz ki, en aç gözlü sermaye sahibini bile sollayarak haksız kazancı savunma noktasına savrulmaktadır. Bu mantığın sonucu, liberal bir cesaret(!) örneği olarak, Varlık Vergisi’nin hedef aldığı, normal olmayan yollarla kazanç sağlayan vurguncu ve karaborsacıları savunabilmektedir: “Tüketimi sınırlandırmaya çalışarak toplumsal uyumu gerçekleştirme ve bunu da ‘halkçılık’ olarak sunma çabalarının Varlık Vergisi’nin uygulandığı dönemde sık sık karşımıza çıkması, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ekonomik darboğazları sadece milletçe kemerleri sıkarak aşmak çabasının sonucu olarak açıklanamaz. Bu yaklaşım, kökleri daha eskiye dayanan ve Tek parti döneminin iktisat ideolojisinin netleştiği 1930’ların başında kemikleşen bir ‘halkçılık ve milli tasarruf’ anlayışının tekrarından ibarettir. Tek parti döneminin resmi belgelerinde, örneğin 1931 CHP programında, belirtilen ‘normal sermayenin yegane menbaı (kaynağı) milli say (emek) ve tasarruftur’ önermesi mantıksal açıdan gündeme bir de “normal sermaye’ kavramı getirmekte, yani rant, tefecilik, spekülasyon ve vurgunculuk sonucunda elde edilen gelir ve servetlere gönderme yapmaktadır.”27 Yazarımız öylesine sınırsız bir liberal özgürlük taraftarı ki, sermayenin emek ve tasarruf ürünü olması, yani meşru bir kazanca dayanması ile rantçılığa, tefeciliğe, vurgunculuğa dayanması ve milli olup olmaması arasında ona göre hiçbir fark yoktur. Aksine, bu ipini koparmış Sevrci liberalizme göre (piyasacı) “özgürlük” olsun da, hak, adalet, eşitlik, vicdan, ahlak hiç önemli değil!..
6-7 Eylül 1955 olayları ise, Kemalist Devrim’in ulusal bağımsızlıkçı ve halkçılık temelinde sürdürdüğü uluslaşma programına karşı İngiltere ve ABD’nin ve Süper NATO provokasyonudur. Yani 1940’lara kadar süren, aydınlanmaya, eşit ve özgür yurttaşlar yaratmaya hizmet eden, dolayısıyla uluslaşmanın ilerici, devrimci karakterini oluşturan uygulamaların devamı değil, onun tam karşıtıdır. Kırılma tarihi, ABD hegemonyasının başladığı 1945’lerdir. Böylece, bir Türk-Yunan çatışması yaratılarak hem Kıbrıs’ta, İngiltere’nin (ve ABD’nin) denetimi dışında, bağımsızlık veya taksim yönündeki bir gelişme önlenmiş oluyordu, hem de azınlıklar üzerinde büyük baskı var havası yaratılarak devrimci Atatürk milliyetçiliği karalanmaya çalışılıyordu. Bütün bunlar, tamamen DP iktidarının kritik yönetim kademelerine, güvenlik güçleri ve MİT (MAH) içine yerleşmiş Süper NATO marifetiyle, yine DP üzerinden süper NATO’nun güdümündeki ırkçı, saldırgan milliyetçilik kullanılarak sahneye konuyordu. Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atan Oktay Engin de, kışkırtmayı basın yoluyla körükleyen Ekspres gazetesi sahibi Mithat Perin de MİT (MAH) elemanıydı. Yıllar sonra, 1991’de Özel Harp Dairesi Başkanı Org. Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül olaylarının “Bir Özel Harp Dairesi işi” olduğunu açıkladı. “Muhteşem bir örgütlenmeydi ve amaca ulaşmıştı.” 28
Sonuç: Bilime ve gerçeğe karşı ezberlenmiş yalanlar
1917 Ekim Devrimi’yle başlayan sosyalizm deneyleri ve ulusal kurtuluş savaşları emperyalizmin azgın kar hırsını gemlemiş ve dizginlemişti. Doğu Bloku’nun dağıldığı 1990’lardan sonra dizginlerinden boşanmışçasına saldırıya geçen küreselci neoliberalizm, bütün 20. yüzyıl tarihini yeniden yazmaya ve bu büyük devrimler çağını kara sayfalar olarak göstermeye girişti. Öyle ya; artık sosyalizm ölmüştü, devrimler de katliamlardan, terörden ve baskılardan ibaretti! Bunun için, emperyalizm, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla “yükselen değerler” listesine giren ve itibarı artan sosyalizm döneklerinden devşirdiği elemanlarla, büyük paralar, fonlar ayırdığı bu projeyi hızla uygulamaya koydu.
Geldiğimiz noktada, ortaya konan ürünlere baktığımızda, tarih adına, tarih bilimi adına utanmamak, üzülmemek elde değil. Yapılanın bilimle alakası olmadığı çok açıktır. Yaptıkları, belli emperyalist merkezlerden üretilen ve bunlara ezberletilen “Ermeni soykırımı”, antiemperyalist savaşların terör olduğu vb yalanları papağan gibi tekrarlamaktır. Böbürlenerek sık sık dillerine doladıkları “ezber bozma” söylemleri adı altında yaptıkları ise, emperyalizmin ezberini dayatmaktan başka bir şey değildir. Dogmatizmi, emperyalist veya feodal hurafeler olan “ezberleri” bozmak tarihte her zaman devrimcilerin yaptığı iş olmuştur. Devrimciler öyle oyuncaktan, efendilerinin gönlünü eğelendirmek için soytarıca ezber bozuculuğu yapmaz ve bundan nefret eder; sistemi temelden, bütün kurumlarıyla değiştirerek bütün ezberleri temelden bozar. Mafyalaşmış emperyalist bir güç bir ulusun aydınına (fonlarla, “projeler”le vb) hayatında hiçbir zaman kazanamayacağı parayı veriyor, karşılığında kendi ulusuna, halkına ihanet etmesini ve kendi tarihiyle ilgili gerçekleri reddedip üretilen yalanları tekrarlamasını, vicdanını, aydın namusunu bir kenara atarak insanlığa karşı suç ortaklığı yapmasını istiyor. Batı güdümlü “insan hakları”cılık adına yapılan budur.
Bütün bunların vicdansızca, utanmadan yapılabilmesi için gerekli ideolojik sığınak, dayanak ise, çoktan hazırlanmıştır: Postmodernizm. Onlara göre artık postmodern bir çağda yaşıyoruz; aydınlanmanın, modern çağın ürettiği bilimin, aklın-mantığın vb ilkeleri çoktan geçersizleşmiştir! Bunlar modernitenin ezberleridir... Evet, şimdi postmodern hurafeler zamanı!
Postmodernizm, bilimi, gerçeği reddetmek, ya da tek egemen piyasa tanrısının, kâr hırsının keyfine göre yorumlamak için her türlü bahaneyi üretmiştir. Tarihsellik yoktur artık, nedensellik (determenizm), nesnellik de yok; toplumun (ulusun) çıkarları bireyin çıkarından üstün olamaz; her şey görecedir, tarih denen şey bugünü, anı yaşamaktır; keyfe göre, adamına göre, paraya göre bilim yap!.. Sonuçta, yalan ve hakikatin bir ölçütü olmadığına göre, insanlık için yalan ve hakikatin anlamının önemi olmadığına göre, yalanı hakikat diye yutturmanın, vatan hainliğini vatanseverliğin yerine daha “özgürlük”çü olarak koymanın bu “postmodernist bilim” adına hiçbir vicdani, ahlaki yaptırımı, değer ölçüsü de yok ve olamaz!..
Bu ipini koparmış neoliberal yeni gericiliğin ulusal devlete her boyutta saldırmasının, onu yıkmak için her türlü tertibe, yalana başvurmasının nedeni açık. Çünkü ulusal devlet, insanlığı ilerleten, yükselten bütün dinamiklerin ve değerlerin temelidir, yatağıdır, çerçevesidir; o yıkılmadan aydınlanmanın, çağdaşlığın değerleri yıkılamaz. İnsanların ilkel yaşam ve kültürünün bir kalıntısı olan etnik gruplar ve cemaatların, kimliklerin bazen tarihsel akışın zorlaması, bazen iradi davranış ve gönüllülükle daha ileri, yetkin ve kucaklayıcı ulusal bütünlüklerde erimesi, özümlenmesi (asimilasyonu) ve böylece kendini aşarak uygarlaşması, insanlık tarihinin, toplumları ilerleten en önemli olaylarından biridir.
20 yüzyılın (ve 21. yüzyılın) Türkiye coğrafyasındaki en devrimci, özgürleştirici olayı, Kemalist Devrim’le başlatılan uluslaşma ve ulusal devlettir. Başka bir deyişle, Türk ulusal kimliğinin, ortaçağa ait bütün kimlikleri bağrında özümleyerek özgürleştirip çağdaşlaştırması anlamına gelen Türkleştirmedir. Türkleştirmek, ortaçağ kimliklerinin, tarikat-şeyh-ağa egemenliğinin, gericiliğin anti tezidir. Kesintiye uğrayıp tamamlanmamış Türkleşme ya da uluslaşma süreci bugün de bütün boyutlarıyla ve derinliğiyle devam etmektedir; mutlaka tamamlanacaktır.
İnsanlığı eşitlik ve uyum dünyasına taşıyacak toplumsal devrimin bütün dinamikleri ulusal devlet yatağında gelişip serpilecek ve yeşerecektir.
Dipnotlar:
1 İlhan Tekeli, “Küreselleşen dünyada tarih öğretiminin amaçları ne olabilir?”, 20. Yüzyılda Dünya ve Türkiye Tarihi, Öğretmen Kitabı, s. 14.
2 Age, s. 16.
3 Age, s. 16.
4 Gökçen Alpkaya, Faruk Alpkaya, 20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 2004, s. 273.
5Age, s. 5-6.
6 Age, s.258.
7 Bkz. Mehmet Ulusoy, “Ermeni sorunu siyasidir ve siyasetle çözülür” başlıklı yazı, Teori, sayı. 183.
8 20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi, s. 69.
9 Age, s. 135.
10 Age, s.137.
11 Age, s.143.
12 Age, s. 138-139.
13 Age, s.140.
14 Age, s. 142.
15 Age, s. 142.
16 Age, s. 59.
17 Age, s. 58.
18 Age, s. 56.
19 Bkz. Hasan Pulur, Milliyet, 28 Mayıs 2005.
20 Aktaran Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve ‘Türkleştirme’ Politikaları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 56.
21Daha etraflı bilgi için bkz. Mehmet Ulusoy, “Varlık Vergisi’nden ‘Nereden Buldun Yasası’na”, Teori, Ocak 2002, sayı 144.
22 Bu dönemle ilgili olguları daha bütünsel ve nesnel yansıtan kaynaklar için Bkz: Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, II. Cilt, Remzi Kitabevi, Ankara 1986; Aslan Başer Kafaoğlu, Varlık Vergisi Gerçeği, Kaynak Yayınları, İstanbul, ikinci basım, Ekim 2005; Cemil Koçak, Milli Şef Dönemi: 1938-1945, Yurt Yayınları, Ankara, 1986; Yahya Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi: 1923-1950, Yurt Yayınları, Ankara.
23 Ayhan Aktar, age, s.55-66.
24 Rıdvan Akar, Aşkale yolcuları, Belge Yayınları, 2000, s.9.
25 Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yayınları, Ankara, 2005, s.51.
26 Ayhan Aktar, age, s.136.
27 Ayhan Aktar, age, s.160.
28 Doğu Perinçek, Gladyo ve Ergenekon, Kaynak Yayınları, Ekim 2008, s.41-4