TEORİ DERGİSİ MAKALE ÖZETLERİ

Teori Dergisinin Kasım ayı sayısında yine çok önemli makaleler yer alıyor. İlk yazı İP Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek’in "Bilimsel Sosyalizm ve bilim" başlıklı makalesi. Bu yazı, İşçi Partisi Merkez Komitesi’nin 2 Ekim 2006 günü gerçekleşen VI. Dönem 14. Toplantı...

Tarih:

Teori Dergisinin Kasım ayı sayısında yine çok önemli makaleler yer alıyor. İlk yazı İP Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek’in "Bilimsel Sosyalizm ve bilim" başlıklı makalesi. Bu yazı, İşçi Partisi Merkez Komitesi’nin 2 Ekim 2006 günü gerçekleşen VI. Dönem 14. Toplantısı’nda Genel Başkan Doğu Perinçek'in, gündemin “Yeni Tüzük ve Milli Hükümet Programı” maddesinde yaptığı konuşmanın, ses kayıt çözümlerinin, Perinçek tarafından gözden geçirilmiş halidir. Dergide yer alan diğer önemli bir teorik kavrama ve eğitim metni ise İP Başkanlık Kurulu Üyesi Prof.Dr. Semih Koray'ın "Parti'nin yeri hayatın merkezidir" başlıklı makalesi.Dergide ayrıca YÖN dergisindeki "ATATÜRK ve SOSYALİZM" konulu açık oturum, Yıldırım Koç'un "Milli Hükümet Programı'nda işçi sınıfının rolü", Ersal Yavi 'nin "Türkiye'de borsa ve bankaların çökertme operasyonlarındaki rolleri", Zvidan Jivanovic'in "Balkanlar'daki Amerikan ve NATO üsleri" ve Hasan Bögün'ün "Milli Hükümet Programı Taslağı'na öneriler" başlıklı yazıları bunuyor.
Makalelerin özetlerini aşağıda sunuyoruz.

Doğu Perinçek
Bilimsel Sosyalizm ve bilim
BİLİMSEL SOSYALİZM VE BİLİMİN DORUĞU
Köyde Mao’ya göndermede bulunuyor musunuz?
Şimdi ben hepimizin kafasını açacağını tahmin ettiğim bir soru atıyorum ortaya. İsmail Durna kardeşimiz köylere gittiğinde, köylüye bir gerçekliği anlatırken; hiç Marks’a, Lenin’e, Mao’ya göndermede bulunuyor mu?
Niyazi Işık, Avcılar’da işçilere, çarşıda esnafa gittiği zaman, Marks’a, Lenin’e, Mao’ya gönderme yaparak mı anlatıyor görüşlerini? Biz halkımıza, emekçimize gerçeği anlatma çabası içinde iken, Lenin’e, Mao’ya gönderme yapıyor muyuz? Hakikate gönderme yapıyoruz! Kanıtlarımızı gerçeklerden seçiyoruz. Köylüye nasıl anlatıyoruz: Arkadaş bak, destek akçalarını kaldırdılar, toprağını bile kaybetme noktasına geldin, toprakları satıyorlar, cebine bir şey girmiyor, falan, filan…
İnsanlar arasındaki ilişkide gönderme yaptığımız düzlem, gerçeklikler düzlemidir, hayattır. Ve bilim böyle üretilir ve insanlar böyle ikna edilir; öbürü safsatadır.
Bilimsel düzlemde Einstein neyse, Hz Muhammed de odur, Marks da odur, Engels de odur, Lenin de odur, Atatürk de odur. Ve onların bütün söyledikleri, gerçeklikle, hayatla sınanarak kaynak olabilir. Atatürk çok güzel söylüyor: “Benim milletime beyni sulanmış hafızlar gibi, yüzyıllardan beri bu dogmaları ezberlettiler.”… Şimdi kendilerini Marksist diye tanımlayan kimilerinin de beyni sulanmış hafızlara dönüştüğünü bütün dünyada görüyoruz.
Biz ne yapıyoruz, köylüyle, işçiyle, esnafla veya uluslararası bir düzlemde? Örneğin Semih Koray arkadaşımız gidiyor Roma’da tartışmalara katılıyor, dergilerde bilim adamlarıyla karşılaşıyor, uluslararası toplantılara gidiyor. Oralarda bilimsel, akademik düzlemlerde, “Mao şöyle dedi, Marks böyle dediydi, hayır öyle demedi, böyle dedi” diye bir tartışma yapıyor mu? Köylüyle falan değil en üst düzeydeki tartışmalarda da kanıt araçlarımız gerçekliktir. Hatta yüzyıllardan beri dogmaların etkisinde olduğu için köylü içinde göndermede bulunmak, biraz daha geçerlidir ama halktan bilime doğru yükseldikçe, göndermecilik kalkar, gerçeklikle kanıtlama gelir. İspat vasıtası gerçekliktir. Bunu Mustafa Kemal Atatürk nasıl ifade etmiştir; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Bilimin ispat aracı, gerçektir. Biz programımıza bunu koyuyoruz. Bunun iki yönü var: Bir yandan ayağımızı gerçeklikler zeminine basıyoruz. Hem birbirimizi iknada, hem halkı iknada, hem de akademik düzeyde, tek bir düzlem oluşturuyoruz. Tek bir ikna yöntemi belirliyoruz. Birbirimizi de gerçeklikle ikna ediyoruz. Bu açıdan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”; olağanüstü esaslı ve olumlu bir çözümdür.


Prof. Dr. Semih Koray
Parti’nin yeri hayatın merkezidir
İP Genel Başkan Yardımcısı, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi

“İşçi Partisi, Türk Devrimi’nin milliyetçi, halkçı ve bilimsel sosyalist birikimini, Parti’nin Tüzük ve Programı temelinde kucaklar.” Tüzük Önerisi’nin temel önermesi budur. Diğer bütün değişiklik önerileri, bu önermeden türetilebileceği için, Tüzük Önerisi’ne ilişkin her tartışmanın merkezinde bu önermenin yer alması son derece doğaldır. Bu değişikliğin Parti ve ülke açısından ifade ettiği anlamın değerlendirilmesine geçmeden önce, tartışmaya temel oluşturması amacıyla, üç belirlemede bulunmak istiyorum.

Birincisi, İşçi Partisi, bugün üstünde tartıştığımız Tüzük ve Milli Hükümet Programı Önerisi’ne, mevcut Program ve Tüzüğü sayesinde ulaşmıştır. Yeni Tüzük ve Program Önerisi, mevcut Tüzük ve Program’ın gereği olarak yürütülmekte olan mücadeleyi, dünyanın ve Türkiye’nin mevcut koşullarında daha etkin biçimde sürdürmeyi sağlayacak yeni ve yetkin araçlar yaratmak amacıyladır.

İkincisi, insanlık tarihindeki bütün büyük atılımların programları, hep söz konusu toplumların öncü kuvvetleri tarafından oluşturulmuştur. Kitlelerin tarih yapıcı gücü, bu programlar sayesinde açığa çıkar. Ortaya çıkan bu gizilgüç, adım adım örgütlenerek, iktidara yönelen maddi bir güce dönüştürülür. Diğer bir deyişle, öncü, programı yapar; program, kitlelerdeki cevheri ortaya çıkarır; öncü örgüt bu cevherden iktidara yönelen maddi toplumsal bir güç yaratır. Bu üç adım için de, bunları kendiliğinden gerçekleştirecek “görünmez bir el” mevcut değildir.


Yön dergisindeki açık oturum
Atatürk ve sosyalizm

Bu yazı, Yön dergisinin 1962 .. sayısında “Açık oturum: “Atatürk’ün Özlediği Türkiye’yi Kurabildik mi?” başlığıyla yayımlandı. Açık oturuma katılanlar: Şevket Süreyya Aydemir, Cemal Hüsnü Taray, Sadun Aren, Y. Kadri Karaosmanoğlu, Cevat Dursunoğlu, Cahit Tanyol, Kemal Tahir ve Doğan Avcıoğlu.

Yön’ün açık oturumu, meseleleri çözmekten çok, şimdiye kadar üzerinde durulmamış, son derece ilgi çekici meselelerin ortaya atılmasına yol açtı. Okuyucularımızı, bu meseleler üzerinde düşünmeye ve tartışmaya çağırırız.

DOĞAN AVCIOĞLU – Oturumu açıyorum. Şimdiye kadar Atatürk hakkında çok konuşuldu, çok yazıldı. Bunları tekrarlamakta bilmem fayda var mı? Atatürk’ün dev şahsiyeti ve başardığı büyük işler hepimizce malum. Gerçek Atatürkçüler olarak bize düşen vazife, sanırım, daha çok yarım kalan işler üzerinde durmak ve bugün karşılaştığımız meselelerin ışığı altında Atatürk’ü değerlendirmek.
Önce Atatürk ilkeleri üzerinde durmak faydalı olabilir. Sayın Karaosmanoğlu, özel bir konuşmamızda, CHP programının hazırlanışı sırasında fikrini soran Atatürk’e, ona “milli sosyalizm ismini vermek lâzım” dediğini söylemişti. Biz Yöncülerin kanaati de bu. Halkçılık ve devletçilik ilkeleri sosyalizme götürüyor. Tek başına halkçılık bile sosyalizm demek. Hiç değilse 1962 yılında Atatürk ilkelerinin ciddi şekilde uygulanması sosyalizmden başka birşey olamaz. Fakat bu ilkeler, daha başlangıçtan itibaren kâğıt üzerinde kaldı. Ne dersiniz?
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU – Evet Atatürk ilkelerine milli sosyalizm ismi verilebilir. Yalnız hatırlatmak isterim ki, ben milli sosyalizm deyimini kullandığım zaman Hitler ortada yoktu, henüz bu deyime sahip çıkmamıştı.
Atatürk’te gerçekten sosyalist bir görüş vardı. O, sınıfsız bir toplum düzenine ulaşmak istiyordu. Sınıfsız toplum, tabii ki sosyalist bir idealdir.


Yıldırım Koç
Milli programda işçi sınıfının rolü

Türkiye bugün ABD emperyalizminin ve Avrupa Birliği emperyalizminin tehdidi ve saldırısı altındadır. Emperyalizmin amacı, Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanması, ulusumuzun etnik kökenlere ve inançlara göre bölünmesi ve birbirine kırdırılması, Türkiye toprakları üzerinde emperyalizmin maşalığını yapacak küçük devletçiklerin kurulmasıdır.

Türkiye, benzeri bir tehdidi 1919-1922 döneminde yaşamıştı. Emperyalizmin bu dönemdeki saldırısında, iktidarı elinde bulunduran Padişah ve çevresi, emperyalistlerle tam bir işbirliği içindeydi. Daha doğru bir deyişle, Padişah ve çevresi, emperyalist güçlerin hizmetindeydi. Mustafa Kemal Paşa, bu saldırı ve ihanet cephesine karşı halkı bir milli program etrafında birleştirdi. Bu program, tarihsel olarak da ilericiydi. Bu milli programın hayata geçirilmesinde, emperyalistlerin kullandığı iki diğer güçle, bazı dini örgütlenmeler ve bazı etnisitelerle de mücadele edildi. Bu süreçte milli cephede işçi sınıfı bağımsız ve etkili bir güç olarak yer almadı. Ülkede sanayileşme düzeyi çok geriydi. Tam olarak mülksüzleşmiş işçilerin sayısı ve toplam nüfus içindeki oranı çok düşüktü. Ulusal bilinç ve sınıf bilinci yeterince gelişmemişti.


Ersal Yavi
Türkiye’de borsa ve bankaların ekonomik çökertme operasyonlarındaki rolü

Ulusal kalkınma projelerinin ve gücünün ana kaynağı olan paranın sağlanması ve yönlendirilmesinde ulusal irade ve gücün hızla yabancıların eline geçmeye başladığı günümüzdeki süreç daha büyük kriz ve yıkımlara neden olmadan derhal denetim altına alınmalı. Yönetimin vurdum duymazlığı karşısında Türk halkı türlü çeşitli kapitalist yöntemler ve dayatmalarla, bilgisi dışında denetimsiz ve bilinçsizce koşullandırılarak finansallaştırılma kıskacına sürüklenmektedir.

IMF, Dünya Bankası, AB ve ABD’nin buyrukları, ekonomik programın(!) sürdürülmesi, içeriden ve dışarıdan ortak çalışan ve mali piyasalar denilen para, sermaye ve piyasa yapıcı aktörler Türkiye ekonomisini ve mali yapısını son üç yıldan bu yana Zeplin balonu gibi şişirerek havalarda uçuruyorlar. Bu garip tablo deneyimsiz AKP iktidarının deneme yanılma metodlu tutarsız ve hatalı politikalarının da üstünü örtüyor. Ancak her şeyin başı olan para politikalarındaki disiplinsizlik ve dışa tam bağımlı mali yapılanma, özellikle 2006 Mayısından itibaren ülkedeki tüm yapıları giderek artan türbülanslarla sarsmaya başladı. Dünyanın ünlü ekonomi ve finans haber ajansı Bloomberg Türkiye’nin Arjantin’e yaklaştığını ve moratoryum ilan edebileceğini duyururken, A. Babacan “Yeni dalgalar gelebilir, tedbirli olun” diye uyarıyor. Başta George Soros olmak üzere tüm küresel spekülatörlerle birlikte hükümet yetkilileri de bu koroya dahil olarak dalgalanma dedikleri bu tribülansların uluslararası sermaye piyasalarından kaynaklandığını adeta panik içinde tekrarladılar. Gerçekten dünyanın öbür ucunda yaşanan akla gelmedik bin bir çeşit olay, Türkiye’de de hemen etkisini göstermektedir; bu neden böyle oluyor?


Zivadin Jivanoviç
Balkanlardaki Amerikan ve NATO üsleri:
küresel tekellerin elleri-ayakları

Balkanlardaki ve çevre ülkelerdeki ABD ve NATO üslerinin sayısı hızla artıyor. Süreç, Romanya’da ve Bulgaristan’da (her birinde dörder) ABD üsleri kuran son anlaşmalardan sonra özellikle hızlanmıştır. Kesin istatistiki bilgilere sahip olmasak bile, ulaşılabilen bilgiler bölgede 20 ile 25 ABD ve NATO üssü olduğunu ortaya koyuyor. Bölgenin çok da büyük olmayan yüzölçümü dikkate alındığında, Balkanların Avrupa’da ve belki de dünyada yabancı üsler ve askeri silah yığınağının en yoğunlaşmış bölge olduğu söylenebilir. Dahası, Avrupa’daki en büyük üslerden biri, Sırbistan’ın özerk Kosova eyeletindeki Bondstil, Balkanlardadır.
Askeri üslere ek olarak, askerileştirmeden sözederken, üç ek görünüme dikkat çekmek durumundayız. Birincisi, eski Yugoslavya topraklarındaki barış misyonları çoğu Amerikan ve NATO kökenli, Bosna’da Sırbistan’da ve Makedonya’da konuşlanan onbinlerce askeri bölgemize taşıdı. Bu birliklerin kağıt üzerinde, askeri üslerde konaklamaları öngörülmemişti, ama fiiliyatta hemen tüm ulusal kontenjanların kendi donanımlarına, barınma olanaklarına ve komuta sistemine sahip kendi askeri üsleri vardır. En azından Kosova’da durum böyledir.