Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 14 Nisan Günü Harp Akademilerinde yaptığı konuşma değişik çevreler tarafından oldukça farklı bir şekilde değerlendirildi. Atatürk’ün millet tanımında yer alan “Türkiye halkı” ifadesinin, sayın Başbuğ’un konuşmasında geçmesi üzerine koparılan fırtına ibret verici oldu.
Fırtına’yı koparanlar cahilliklerini de ortaya koydular. TSK 1997 yılından itibaren Atatürk’ün bu tanımını kullanmaktaydı. Daha da ötesi, birçok kışlamızın girişinde Atatürk’ün bu cümlesi kocaman harflerle yazılıdır.
Ama dediğimiz gibi bu fırtınayı koparanlar ya cahiller, ya da gerçek niyetlerini bu cehaletin ardına gizlemeye çalışan art niyetlilerdir.
Ama üç kesim Başbuğ’un konuşmasını doğru anladı ve daha ilk günden başlayarak görüşlerini ortaya koydu.
1. Amerika’nın Ergenekon Operasyonu için özel olarak çıkardığı Taraf gazetesinden Yasemin Çongar, Başbuğ’un konuşmasının demokrat, çağdaş ve tutarlı olarak kabul edilemeyeceğini yazdı. Çongar’a göre Başbuğ “ılımlı vesayet rejimi”ni savundu.
2. Zaman gazetesi “Demokratik ülkelerde Genelkurmay Başkanı bu kadar ilgi görmez” diye yazdıktan sonra Başbuğ’un “cemaatler” konusunda yazdıklarından duyduğu rahatsızlığı açıkça yazdı.
3. DTP milletvekili Fatma Kurtulan ise Başbuğ’un; “Türk Milleti,” “PKK” ve “Kürt sorunu” konusunda şimdiye kadar söylediklerinden farklı bir şey söylemediğini belirtti.
Yani sayın Başbuğun konuşmasında verdiği mesajların asıl muhatabı olan kesimler; anlaşılması gerekeni oldukça doğru bir şekilde anladılar.
CEMAATLERİN, YANILTICI OLAN “GÜÇ İMAJI VE ALGISI”
Kanımızca Sayın Başbuğun konuşmasındaki en önemli nokta “bazı cemaatlerin” faaliyetleri konusunda yaptığı tespitlerdir.
Genelkurmay Başkanı, bu cemaatlerin “dini ve dini duyguları kendi amaçları için alet ve araç olarak kullandıklarına” işaret ederek, bunların kendilerini çok güçlü bir konumda gördüklerini belirtmektedir.
Bunun bir “yanlış algı” olduğunu belirten sayın Başbuğ devamla, bu cemaatlerin TSK’ni, önlerindeki en büyük engel olarak görüp saldırdıklarını, ama Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu saldırılar karşısında “tepkisiz ve etkisiz” kalacağını düşünmenin en büyük yanılgı olacağını söyledi.
Bu sözlerin muhatapları verilen mesajı hemen algıladılar. Onlar açısından elbette bir sürpriz sözkonusu değildi. TSK’ni hedef alan yayınlarını, Başbuğ’un konuşmasından sonra da sürdürmeye devam ettiler.
TÜRK MİLLETİ TANIMI
Orgeneral Başbuğ’un konuşmasında Atatürk’ten alıntılayarak yaptığı Türk Milleti tanımı ilk defa yapılmıyor. Ertesi gün manşetlerden bu konuşmayı “tarihi açılım” olarak yayınlayanlar, aslında sadece kendi niyetlerini duyurdular. Üstelik Başbuğ’un sözlerini çarpıtarak…
Orgeneral Başbuğ konuşmasında üstüne basa basa Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” sözünü kullandı. Bu cümleden “Başbuğ; ‘Türk milleti’ yerine ‘Türkiye halkı’ ifadesini kullandı” sonucunu çıkaranların hangi mantıktan hareket ettikleri açıktır.
Bazıları daha da ileri gittiler. Başbakan Erdoğan’ın “Türk milleti” yerine “Türkiyeli” üst kimliğini önermesi ile Başbuğ’un konuşmasının aynı olduğunu iddia ettiler. Zaman gazetesi ise Orgeneral Başbuğ’un Türk milleti üst kimliğini ret eden Prof. İbrahim Kaboğlu’nun görüşlerini tekrarladığını yazdı.
Böyle yazanlar aslında kendi özlemlerini ifade etmekten başka bir şey yapmadılar. İlker Başbuğ konuşmasının ilgili bölümünde, döne döne, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan bütün halkın üst kimliğinin neden “Türk Milleti” olduğunu açıklamaktadır. Türk Milleti üst kimliğini ret edenlerin bu özlemlerine ve görüşlerine Başbuğ’un konuşmasından dayanak aramaları ise en hafif deyimi ile cahilliktir. Gerçekte ise ortada bir cahillik yoktur. Kasıtlı bir çarpıtma vardır.
Gelelim “Başbuğ’dan tarihi açılım” iddialarına: Bu da gerçeği yansıtmıyor. Atatürk’ün tamamen bilimsel olan, yani milletin oluşumunu, tarih içinde siyasal ve toplumsal bir eylemle açıklayan yaklaşımı, 1990’lı yıllarda ilk önce İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek tarafından ortaya çıkarıldı. Sayın Perinçek 1995 yılında Cumhurbaşkanlığına sunduğu “Kürt Sorununa Acil Kardeşlik Çözümü” başlıklı program önerisinde, Atatürk’ün bu millet tanımına değindi. Aynı yıllarda Aydınlık ve Teori dergilerindeki çeşitli yayınlarla da bu konu işlendi.
Doğu Perinçek’in Kemalist Devrim dizisi içinde çıkan “Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası” adlı kitabında konu; çok etraflı olarak ele alınmıştır.
TSK ise 28 Şubat sonrasında Doğu Perinçek tarafından ortaya çıkarılan Atatürk’ün millet tanımını kullanmaya başladı. Hatta bir çok kışlada söz konusu cümle büyük harflerle duvarlara yazıldı.
Yani Sayın Başbuğ TSK’nın 1997 sonrasında kurum olarak defalarca dillendirdiği ve kışlalarına büyük harflerle yazdığı bir anlayışı dillendirmiştir. Elbette Sayın Başbuğ Atatürk’ten yaptığı bu “Türk Milleti” tanımını sadece bir cümle olarak tekrarlamamış, etraflı olarak ve son derece doğru bir kavrayışla anlatmıştır.
ETNİK KİMLİĞİN SİYASALLAŞTIRILMASI
Orgeneral Başbuğun etnik kimliğin siyasallaştırılması konusunda yazdıkları ise Türkiye’nin yüzyüze olduğu bir tehlikenin altının çizilmesi bakımından son derece önemlidir.
“Etnik kimliğin siyasallaştırılması, başka bir ifadeyle siyasal temsil aracı olması, toplumsal siyasal kimlik unsuru haline getirilmesi ise, devletle olan siyaset ilişkisinin etnik kimlik üzerinden yapılması demektir. Bu durum ise üst/ortak kimliğin tartışmaya açılması anlamına gelmektedir. Lübnan, Irak ve Balkanlarda hüküm süren istikrarsızlık ve şiddet sarmalı, etnik kimliğin siyasallaştırılmasının ve bir ortak kimlik yaratılamamasının sonucunda yaşanabilecekler için bir örnek teşkil etmektedir.”
Genelkurmay Başkanı bu tespitleri ile Türkiye’nin yüzyüze olduğu bir tehlikeye doğru bir şekilde ve doğru örnekler vererek işaret etmektedir. Son seçimlerin, etnik ayrışmanın siyasi temelde giderek derinleştiğini ortaya koyması, sayın Başbuğ’un bu uyarısının önemini artırmaktadır.
HUNTİNGTON KİMİN REFERANSI?
Orgeneral Başbuğ’un konuşmasında başka olumlu vurgulardan da bahsedebilir. Ama olumlu vurguları burada bırakalım ve bu olumluluklarla pek de bağdaşmayan bazı diğer noktalar üzerinde duralım:
Bunlardan birincisi; Sayın Başbuğ’un konuşmasında başta Samuel Huntington olarak başvurduğu referans kaynaklarıdır. Diğer referans kaynakları da Amerikalı veya Batılıdır.
Samuel Huntington, son kırk yılda yeniden hortlayan vahşi kapitalizmin en önde gelen neo liberal teorisyenlerindendir. Hatta birinci sıradaki simge teorisyenidir de diyebiliriz. En önemli Teorisi meşhur “Medeniyetler Çatışması”dır.
Son dönemde Türkiye’mizi de hedef alan saldırgan emperyalizmin bu önde gelen Teorisyenini, yüzyüze olduğumuz sorunları anlamak için referans olarak almak doğru mudur? Doğru olmadığını ertesi gün, Amerika’nın Türkiye’deki temsilcilerinden Yasemin Çongar, “Başbuğ’un Huntington’u sahiplenemeyeceğini” söyleyerek belirtti.
Türkiye bir ezilen dünya ülkesidir. Mazlumlar dünyasının bir parçasıdır. Ezen dünyanın teorisyenlerinin penceresinden Türkiye’nin hiçbir sorunu anlaşılamaz.
Sayın Başbuğ’un aynı şekilde sivil asker ilişkilerinden bahsederken Kennedy’yi, millet olgusundan bahsederken de Obama’yı referans olarak göstermesi de doğru değildir.
Sivil asker ilişkilerini Türkiye, 20. yüzyılın o çalkantılı ilk yarım yüzyılında olanca yoğunluğu ile yaşadı. Bu konuda doğruları ve yanlışları; belki de hiçbir ülkenin tarihinde olmayan bir zenginlikte gördü. Atatürk, kendisi bir asker olarak bu sürecin en başından beri içindeydi. Daha sonra da bir “sivil” cumhurbaşkanı olarak gerekli sonuçları çıkardı, çözümlere ulaştı ve sivil asker ilişkilerini bizzat düzenledi.
Böyle bir “referans” dururken Kennedy de kim oluyor?
Kaldı ki biz bir ezilen Dünya ülkesiyiz, Amerika ise emperyalist bir ülke. Bütün pratiklerimiz farklıdır, birbirinin zıddıdır.
Hiçbir neoliberal teorisyen veya emperyalist siyaset adamı, Türkiye’nin gerçeklerini anlamamızda referans olamaz.
Aynı şekilde, etnik ve dini farklılıklar temelinde Türk milletinin ayrışması gerektiğini Türkiye’nin önüne koyan Obama’yı, millet tanımını yaparken referans olarak göstermek de acı bir yanılgıdır.
ABD VE TÜRKİYE’Yİ HEDEF ALAN TERÖR
Sayın Başbuğ’un, Türkiye’yi hedef alan terörün Kuzey Irak’tan üslendiği gerçeği ile Bölücü örgütün Avrupa’daki parasal kaynaklarına ilişkin tespitleri de iyimserdir ve gerçekleri yansıtmaktan uzaktır.
Şu gerçekleri bir kez daha saptayalım:
Birinci Körfez savaşı’ndan sonra Amerika’nın Çekiç Güç’ü sayesinde Irak’ın Kuzeyinde üslenen olan Bölücülük, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra daha rahat hareket olanaklarına kavuşmuş, para, silah ve eğitim açısından bizzat ABD tarafından desteklenmiş ve ABD politikalarının bir parçası olarak 2003 yılından sonra ara verdiği silahlı eylemlerine yeniden başlamıştır.
ABD, 2003 yılından bu yana Türkiye’yi, Bölücülüğe karşı etkin askeri önlemler almak noktasında hep engellemiştir.
Türkiye, “Aman bu gerçekleri belirterek ABD’yi açıkça hedef almayalım. O zaman ABD doğrudan karşımıza geçer ve daha çok zararlı çıkarız” anlayışıyla hareket etti. 30 yıllık pratik göstermiştir ki bu politika her geçen gün Türkiye’nin daha çok kaybetmesinden başka bir sonuç vermemiştir.
Hiçbir şey DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün Obama’ya, Kürt sorununun çözümü için geniş özerklik isteyen bir dosya sunmasından daha uyarıcı olamaz.
Avrupa Birliği’nin PKK’nın para kaynakları konusunda da kendimizi aldatmaya devam ediyoruz. AB’nin hedefi aynı ABD gibi, Türkiye’nin etnik ve mezhepsel temelde yeniden yapılandırılmasıdır. Bütün politikaları bu temel hedefe hizmet etmektedir.
KORUCULUK, ABD, IRAK, AFGANİSTAN
Orgeneral Başbuğun Türkiye’deki koruculuk uygulamasından bahsederken bunun doğru bir uygulama olduğunu ABD’nin Irak ve Afganistan’da benzer uygulamalara girmesini örnek vererek anlatması da vahim bir anlayışın ürünüdür.
ABD Irak ve Afganistan’da emperyalist bir işgalci olarak bulunmaktadır. Iraklılar ve Afganistanlılar işgalci Amerika’ya karşı bir kurtuluş savaşı vermektedirler.
Biz ise kendi vatanımızda emperyalizmin desteklediği bir bölücü terör ile savaşıyoruz.
Dolaysıyla Amerika’nın Irak ve Afganistan’daki uygulamaları ile Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’daki tedbirleri arasında hiçbir benzerlik kurulamaz.
ULUS DEVLET VURGUSU VE AB ÜYELİĞİ
Son bir nokta: Sayın Başbuğ konuşmasında haklı olarak oldukça vurgulu bir şekilde “ulus devlet” ve “üniter devlet” vurgusu yapmaktadır:
“Kimse Türkiye’den, ne Türkiye’nin ulus-devlet ve üniter devlet yapısını zayıflatabilecek ne de Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinin değiştirilmesi yönünde isteklerde bulunabilir.”
Bu noktada, ‘Sayın Başbuğ neden bu konuda herhangi bir şey söylemedi’ diye bir eleştiride bulunmadan sadece bazı tespitler yaparak sözlerimize son verelim:
Birincisi OBAMA’nın 6 Nisan 2009’da TBMM kürsüsünden yaptığı konuşma baştan aşağı Türkiye’nin “ulus devlet” ve “üniter devlet” yapısının zayıflatılmasını öngören emperyalist dayatmalarla doluydu.
İkincisi, her yıl yayınlanan AB’nin Türkiye ile ilgili Raporları, Türkiye’nin etnik ve dinsel temelde yeniden yapılandırılmasının raporlarıdır. Ve Türkiye daha şimdiden, AB kapısında zorlanarak ve nazlanarak da olsa bu raporlar doğrultusunda düzenlemeler yapmakta ulus devlet ve üniter devlet yapısından adım adım uzaklaşmaktadır
Üçüncüsü AB üyeliği demek, ulus devlet yapısının son bulması demektir.