Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın yüreği sustuOZAN, EVRENLE BULUŞTU

Ozan öldü. Ulusunun ozan oğlu, ulusumuzu evrenle buluşturdu. Oğul, ulusunun büyük buluşmasını sonsuzlaştırdı. Onun acısı da sonsuzlaştı içimizde. Yıllar öncesinden bize, Batı Acısı’nı yaşattığı gibi. Büyük şair, tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumd...

Tarih:

Ozan öldü. Ulusunun ozan oğlu, ulusumuzu evrenle buluşturdu. Oğul, ulusunun büyük buluşmasını sonsuzlaştırdı. Onun acısı da sonsuzlaştı içimizde. Yıllar öncesinden bize, Batı Acısı’nı yaşattığı gibi. Büyük şair, tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumdu. Büyük ozan artık yok.

Artık onunla bu dünyanın kuralları içinde buluşmak için evine değil, yapıtlarıyla kurduğu o sonsuz konağa gideceğiz. O, binlerce odalı, görkemli konağın her bir odasında bir Fazıl Hüsnü Dağlarca, yüzüne, gözlerine yansımış zekâsıyla bizi karşılayacak. Cin gibi bakacak. Sorgulayacak. Ziyaretine gelen genç şairi, içeri girer girmez kolundan tutacak: “Şiir yazmak istiyorsun, ha… öyle mi?” diye soracak. “Peki, şiir yazmak için bir kolunu verir misin?” Genç aday geri çekilirken, o şöyle diyecek: “Ben, kalem tutan iki parmağımdan ve bir gözümden gerisini veririm!”

BİR EVDE YÜZLERCE DAĞLARCA

Sanırım 1982 yazıydı. Moskova’dan gelen Azerbaycanlı bir yazar-yayıncıyla Fazıl Ağabeyi buluşturacaktım. Kadıköy’den Dağlarca’yla vapura bindik. Yolda, Boğaz’a karşı sohbet ediyoruz. Dizindeki ağrıları anlatıyor. Yürümekte zorlandığını söylüyor. Ayağa kalkıp, yere basmakta nasıl zorlandığını bana gösteriyor. Çevreden bize bakıyorlar.

Fazıl Ağabey’le, daha önceden, onun Kitap Kitapevi’ni kapattığı yıllarda tanışmıştım. (Sanırım 1975 kışıydı.) Ama, özel yaşamı konusunda fazla bir şey bilmiyordum. Vapurda ona, “Yalnız mı yaşıyorsunuz?” diye sordum. Meşhur duruşuyla önce bir gülümsedi, sonra biraz hınzırca bir cevap olacağını düşünerek: “Hayır!” dedi, ciddi ciddi, “evde oldukça kalabalığız.” Benim şaşkınlığım sürerken ekledi: “Gece uyanıp bakıyorum ki, evin bütün odaları Fazıl Hüsnü Dağlarca’yla dolu. Hepsi de oturmuş şiir yazıyor.”

DEVRİMCİ BİR GÖREV OZANI

Dağlarca bize öylesine büyük bir şiir konağı bıraktı ki, binlerce şiir odasından hangisine girerseniz girin, onunla buluşup, birlikte, evrene doğru büyülü bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Dağlarca, yaşamının her saniyesini devrimci bir görev adamı gibi yaşadı. Bu yaşantısına hiç ihanet etmedi. Türk Devrimine, Cumhuriyet’e, Atatürk’e ve elbette Türkçeye hep bağlı kaldı, bu değerlere tutkulu yaşadı. Bunu herkes bilir. Bu nedenle yalnızlığı da göze aldı, değişmedi. Ulusunun ona verdiği ağır görevleri fazlasıyla yerine getirdi: Yazdı, yazdı, yazdı… Bir uçuş halinde, bir kanatlanış halinde, bir büyük destanın vuruşan kahramanı halinde, durmaksızın çalıştı.

BİR ŞİİR MÜHENDİSİ

Türk devrimi iki büyük gerçeğin üzerine oturur: Birincisi Türk tarihi, ikincisi Türk dili. Dağlarca bu iki temele dayanarak, bu iki temelden güç alarak, yine bu iki temelin güçlenmesinde bir şiir amelesi, bir şiir mühendisi gibi çalıştı. Türkiye’de karşıdevrim güçleri 12 Mart’larda ve 12 Eylül’lerde öncelikle bu iki temele saldırmıştır: Türk Tarihine ve Türk Diline. İşte, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın görev alanları buralardı.
Türk ulusunu Tarihiyle ve Diliyle evrenselle buluşturmak, ulusunu sonsuzlaştırmak. Büyük şair, son nefesine kadar bu görev duygusuyla çalıştı.

Bir de daha başka bir temel güce, Çocuğa hizmet etti. Onunla söyleştiğimiz bir gün yine şöyle dedi: “Türk dili, göreceksiniz, yeni kalemlerde, yeni omuzlarda başlarda, uygarlıktaki payını yakın zamanda alacaktır. En çok üzüldüğüm ilkokullarda, ufacık yavrulara Türkçe daha iyice öğretilmeden, yabancı dillerle genç dimağların baş başa bırakılmasıdır.”

TÜRK TARİHİ, TÜRKÇE VE ÇOCUK

Denilebilir ki, Türk Tarihi, Türk Dili ve Türk Çocuğu Dağlarca için kutsaldı ve öbür milletlerin aynı kutsal değerleriyle, (tarih, dil ve çocuklarıyla) evrensel düzeyde buluşturulmalıydı. Türk devrim tarihinin bütün destanlarını bu nedenle safha safha kaleme aldı; ömrünü “Ses bayrağım” dediği Türkçeye hece hece adadı ve 1940’da yayınladığı muhteşem yapıtı “Çocuk ve Allah”tan başlayarak, yaşamının sonuna değin çocuklar için yazdı. Ağır ve kutsal bir görev. Dağlarca bu kutsal görevi fazlasıyla yerine getirdi. Türk şairleri, Yunus Emre’ye, Nazım Hikmet’e ne kadar borçluysalar, Dağlarca’ya da o kadar borçludur.


DAĞLARCA’YLA EVRENSELE

Bugün Dağlarca’yla buluşuyor, onun açtığı yoldan evrene, evrensele ulaşabiliyoruz. Bu olanak hep var olacak ve bu yol sonsuza dek hep açık kalacaksa, şu soru gelir aklımıza: Ozan, gerçekten öldü mü? Ozan ölümsüz değil midir? Evet ölümsüzdür. Çünkü “oz”dur, yani çoğuldur, sonsuzca sonsuzdur. Ben Dağlarca’ya, Arapça’dan dilimize yerleştiği güzel şekliyle şair yerine, Türkçe sözcük olan ve derin anlam taşıyan, Türkçenin en önemli köklerinden “oz”dan, türeyen “ozan” demeyi, (“uz”dan türetilen “uzay” gibi) daha kavratıcı, daha uygun buluyorum.

Ey, evrenin ölümsüz ozanları arasına adını yazdıran büyük usta. Ey, büyük insanlığın ölümsüz sesine ses ulaştıran, ulusunun sadık oğlu... Devrimlerin rüzgar sesli türkücüsü. Türkçenin büyük savaşçısı, şairlerin, şiir tutkunlarının Fazıl Ağabeyi, orada yatıp uyuduğunu hiç sanmıyorum. Ey dil ata! Gittiğin yerde hâlâ kıpırdayıp durduğundan ve durmadan şiir yazdığından hiç kuşkum yok. Ne demiştin bana o nisan günü: “Türkçe yazarken kendimi her zaman yeryüzü büyüklüğünde, gökyüzü büyüklüğünde duydum. (…) Bir gün ölürsem, dileğim odur ki: Çıkarsam elimi gömütümden dışarı, yazsam yazsam yazsam!”

Türkçenin konuşulduğu her yerde, her dönemde Dağlarca var olacak. Dağlarca, yüz yıla yakın yaşadığı bu dünyanın, sadece gündelik ışığına gözlerini yumdu. Gerçekte evrensel ışığın sonsuzluğuyla buluştu, orada “dil ata”sı Kaşgarlı Mahmut’la da buluştu ve bizi buluşturdu. Türk milleti büyük ozanı Dağlarca’yla ne kadar övünse, azdır.

Hüseyin Haydar
huseyinhaydar@ulusalkanal.com.tr