Babasının oğluydu. Agâh Tüfekçi’nin oğlu. Teyzem, o kış gününde Samanpazarı Hanımlar sokağı yokuşunu çıkan enişteme sorardı:
- Agâh paltonu nerede bıraktın?
Yolda üşüyen bir yoksula rastlamıştır, paltosunu çıkarır, onun sırtına giydirirdi. Adını sanını bilmez; bir daha da görmeyecektir. Paltosu işte o çulsuzun garip gönlünü
ısıtacaktır bundan sonra. Sefil Selimî’nin olağanüstü deyişiyle anlatabilirim O’nu: “Çul yanmasın, Agâh Tüfekçi yansın!”
Çul yanmasın diye, kendini sonsuzun alevleri içine atmıştı. Yana yana, hem de güle güle yaşayanlardan. Anadolu erenleri geleneğinin son dervişlerindendi. Baştan
ayağa gönül insanıydı, baştan ayağa el güzeliydi, elseverdi.
Millî piyangonun en büyük ikramiyesi vurmuştu. Zengin olamazdı; doğasına aykırı.
Nitekim birkaç yıl içinde elinde bir şey kalmamıştı. Ölene kadar kefil olduğu eş dostun borçları kesildi emekli maaşından.
Kendi giymez başkasını giydirir, kendi yemez başkasına yedirirdi. Einstein der ya,
“Her gün her saatimi başkasına borçlu olduğumun bilinciyle yaşarım.” Agâh Tüfekçi,
her gününü, her anını, adını bile bilmediği insanlara verebilmek için yaşarken, en büyük sevinçleri, coşkuları da yaşardı.
İşte Gürbüz Abi, o Agâh Tüfekçi’nin oğluydu. Benim de teyzemin oğlu. Ağabeyim.
Usul, edep, terbiye; eğer alabildiysem Gürbüz ve Gündüz abilerimden çok şey öğrenmişimdir.
İki bacanak, Agâh Tüfekçi ve Babam Sadık Perinçek ikisi de coşkulu gönül insanlarıydı. Birbirlerini kardeşin ötesinde karşılıksız severlerdi. Pazarlık bilmeyen,
paranın hükmedemediği, gül ile gülü tartan insanlar. Birbirlerine gül alır gül verirlerdi.
Terazileri gül tartardı. Petrol yataklarıymış, bor madeniymiş, ormanlar, denizlermiş, Türkiye’nin büyükzenginliği, işte o bin yılların ötesinden gelen paylaşma kültürüdür; gönül zenginliğidir.
Arkada mı kaldı o gelenekler, buna dayanamam, kabul edemem bunu! Bu satırları
da o isyanla yazıyorum.
Gürbüz Abi, işte o paylaşma kültürünün, vericiliğin çok renkli son erenlerindendi.
1940’lı yıllar. Ankara Atatürk Lisesi’nde okuyor. Babam o zaman Yargıtay Başsavcı Yardımcısı ve Gürbüz Abi’nin velisi. Lisedeki biyoloji öğretmeni çağırdı, sonra benim de öğretmenim olacaktır; “Yeğeniniz komünist” dedi.
Niçin yazıyorum bunu? Yalnız Nazım Hikmetler, Sabahattin Aliler mi sanıyorsunuz,
İkinci Dünya Savaşı sonrasının o komünizm düşmanlığı yıllarında, ne büyük yetenekler öğütüldü; ne zengin cevherler harcandı! Gürbüz Abi deyince, o acımasız
Atlantik döneminde, Türkiye’nin kendi filizlerini kırmasını düşünürüm.
Ele avuca sığmayan, baş eğmeyen, gönül insanı, az görülen bir zekâ. Bütün bu
değerlere kin duyan bu acımasız düzen, gencecik çağlarında kırmıştır onları. Üzerlerinde hınçla tepinmiştir. Yeteneklerini adeta sürgüne göndermiştir. Sen git gazeteci ol, sigortacı ol, deniz nakliyat işi yap, kızlarla gönül eğlendir! Gürbüz Abi’nin zekâsı, insanlık adına özlemleri, paylaşmacılığı, eşsiz arkadaş sevgisi, cesareti, bilek gücü, yakışıklılığı, gönül zenginliği, hepsi yokuşa sürülmüştür. Türkiye, bunun özeleştirisini ne zaman yapacaktır?
Gürbüz Abi’nin renkli ve heyecanlı hayatı, bir başka pencereden baktığınız
zaman, Türkiye’nin karşıdevrim tarihidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra,
kendi yeteneklerini biçen bu süreç, işte şimdi bir yıkımla karşı karşıyadır. Gürbüz
Abi’leri öğüten karşıdevrim, en sonunda Cumhuriyeti yıkmakta, cumhuriyetin
savaşçısını, aydınını, askerini hapislerde ezmektedir. 1945 sonrasında
“Komünizmi ezeceğiz” diye başlayan süreç, Kemalist Devrimi eze eze bulunduğumuz
yere gelmiştir.
Atatürk’ün gençliği, bunları mı yaşamalıydı?
Şu paylaşma çağlarının yüzyıllarından gelen halk, böyle karanlıklarda mı boğulmalıydı? Cumhuriyet yurttaşı, parmakları pırlanta yüzüklü, saray ve şatafat
düşkünü bir görgüsüzler takımının bendesi mi olmalıydı? Benim zavallı halkım tarikat
ağlarında mı çırpınmalıydı?
Gürbüz Abi, kişiliğini Atatürk Devrimciliğiyle özdeşleştirmişti. Atatürk, onun
peygamberiydi. Hayata tutunduğu daldı. O neşesiyle ölüleri bile canlandıran Gürbüz Abi, son otuz yılını büyük kaygılarla yaşadı. Bir karşıdevrim döneminin
acılarına güle oynaya karşı koydu. Her saniye hepimizin sevincini yarattı, hepimize
gülecek oynayacak bir neden üretti. Hepimizin neşe pınarı oldu. Derinlerindeki en
büyük acıların üzerini kahkahalarla örttü.
Çünkü o kuşağın misyonu, umutları şafaklara taşımaktı. Biraz daha sabredemez
miydi?
Şu “hayasız akının” en dizginsiz günlerinde karşıdevrime boyun eğmeyen bir hayatı
arkasında bırakarak aramızdan ayrıldı.
Gençliği, güneşin dağların arkasında kaybolduğu alaca karanlıklarda başlamıştı ve
zifiri karanlıklarda bu dünyayı bıraktı gitti.
Bu Türkiye’nin büyük trajedisidir.
Zifiri karanlıklarda ona el sallıyoruz, sökecek şafakları onunla paylaşamayacak olmanın acısıyla.
İnsan isyan etmez mi şu kahpe feleğe!