İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Aydınlk'ın 27 Haziran tarihli son sayısındaki başyazısında İlhan Selçuk'u yazdı. Perinçek, başyazısında İlhan ağabeyi şöyle anlatıyor;
KIRK YILDIR KOL KOLA
Tarih: 29 Nisan 1968. Ankara Zafer anıtından Kızılay’a doğru on binler yürüyoruz. En ön sırada, İlhan Selçuk ve Suphi Karaman ile kol kolayız; Prof. Dr. Bahri Savcı, Fakir Baykurt, Uğur Mumcu, Dursun Akçam, Mucip Ataklı, Kadri Kaplan, Vahap Erdoğdu, Atilla Sarp, Bilal Moğol, Sencer Güneşsoy, Taylan Benli ve diğer gençlik önderleri, hep kol kola. Kızılay’a geliyoruz. Karşımızda sıra sıra polis barikatları. Kaldırımlarda yürüyüşü izleyen gazeteciler bile sevgiyle alkışlıyor, Mustafa Ekmekçi’nin gülen yanık yüzü gözlerimden gitmiyor; yanında Yavuz Donat da var. O da alkışlıyor.
Aradan kırk iki yıl geçmiş. 29 Nisan 1968 miting ve yürüyüşü, 1968 Hareketini başlatan büyük eylemdir. Avrupa’dan Çin’e kadar yankılanmıştır. Mitinge saldıran 500 kadar mürteci Ordu Evi’nin havuzuna dökülmüş; Cumhuriyet güçleri bu tür saldırıları ilk kez kesin sonuçlu bir dirençle etkisiz kılmıştır. O zamanki adı FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) idi; bilinen adıyla Dev-Genç’in Genel Başkanıyım. Mitingin güvenliğini ve örgütlenmesini üstlenmişiz. Devrimciler Güçbirliği’nin beş kişilik Yürütme Komitesi’ndeyim. Mitingde konuşmaları için, İlhan Selçuk ve Aziz Nesin’i arıyorum, hemen İstanbul’dan geliyorlar.
İlhan Selçuk’un sıcaklığını ilk duymam, işte o 1968 hareketini başlatan o tarihî eylemin önünde kol kola yürüyüşümüzdedir.
KIRK YIL SONRA
29 Nisan 1968 eyleminin ertesi günü, omuz omuza resimlerimizi yayımlayan gazetelerin kırk yıl sonraki manşetlerinde, İlhan Ağabeyle yine birlikteyiz; yine omuz omuza. 22 Mart 2008 günü, bu kez de Ergenekon Örgütü Teori Bölümü yöneticileri olarak yine gazetelerin başlıklarında. Rektörümüz Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ile birlikte üçümüzü Ergenekon Örgütü’nün ideolojik yöneticileri yapmışlar. Düşman böyle yakıştırmış. İşin doğrusu, bizim yapamadığımızı onlar başardı. Demek ki Amerikancı, Cumhuriyet yıkıcısı güçlerin barikatlarına karşı kırk yıldır yürüyormuşuz. Mücadele ateşleri içinde kırk yıllık bir sıcaklık.
NE VARSA ONLARIN ESERİ
Eğer yanlış hatırlamıyorsam 1996 yılıydı. İlhan Selçuk’un 70. Yılı için, İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde bir toplantı düzenlenmişti. İlhan ağabey aradı. Onu anlatan konuşmalardan birini de benim yapmamı istedi. Unutmuyorum, o konuşmayı yaparken gözlerim bulutlandı. Çok duygulanmıştım. İlhan Selçuk, Gençtürk Devrimciliğinin has temsilcilerindendi; insan nasıl duygulanmaz.
O Namık Kemal’lerden, Mustafa Kemal’lerden günümüze dalga dalga gelen devrimci kuşaklar, Türkiye’nin her şeyidir; bütün varlığıdır. Türkiye’nin onlardan başka hiçbir şeyi yoktur. Madeni, petrolü, toprağı, dağı, ırmağı ve denizi hepsi onlardır. İnsan nasıl duygulanmaz.
Türkiye’de bağımsızlık adına, aydınlık adına, özgürlük adına, çağdaşlık adına, insanlık adına ne varsa, istisnasız onların eseridir.
ARKASINI BÜYÜK DAĞLARA YASLAMIŞ
İşte İlhan Selçuk, kendisini dünyanın sayılı devrimci geleneklerinden birinin yatağına oturtmuştu; kim olduğunun, ne yaptığının bilincindeydi. O’nun en önemli özelliği, mücadelesini ve yazarlığını devrim tarihine yaslamış olmasıdır; bir tarihten güç almasıdır. Kendisini, bilinçli olarak bir devrim ırmağının akışı içinde tanımlamıştır. O ırmağın yaracağı dağlar, oyacağı vadiler, varacağı sonsuzlar belliydi.
Yeni Osmanlı’ların hürriyet mücadelelerinden İttihatçıların dünyada iz bırakan fedaî devrimciliğine ve Mustafa Kemallerin büyük eylemlerinden 21. yüzyıla uzanan bir gelenek bu! İşte İlhan Selçuk’u sağlam yapan, güvenilir kılan, mevzisini o geleneğin içinde derin çizgilerle belirlemiş olmasıdır. Yalnız sağlamlık mı, aynı zamanda yaratıcılığın ve geleceği üretmenin kaynağı da odur.
Bütün döneklerin İlhan Selçuk’a duydukları kin, aslında Türkiye’nin devrimci tarihine duydukları kindir. Ah o devrimci tarih olmasaydı! Ama var işte! Emperyalistler ve Haçlı İrtica, Karen Fogg’un söylemiyle “Türkiye tarihinin hakkından nasıl geleceğiz” sorusundan kurtulamazlar. Bu soru, aslında somut olarak, İlhan Selçukları nasıl yok edeceğiz sorusudur. Bu soru, onların sonunu getirecek olan sorudur. Kendilerini yakacak ateşi kendileri yakmışlardır.
BÜYÜK SUÇ
Ergenekon tutuklamalarına giden süreçte İlhan ağabey ile sık sık buluştuk. Ona gelen tertiple ilgili görüşlerimi anlattım. Bu tertip, Kemalist Devrim’e son darbe olarak planlanmıştı; hedefte Türkiye’nin devrimci birikimi ve Türk Ordusu vardı. Millî devleti tasfiye harekâtını kesin sonuca götürmek istiyorlardı. Hiç kimse tertipten kaçarak kurtulamazdı. Tertibe örgütlü olarak direnmeliydik. Biz İşçi Partisi olarak örgütlüydük, ama mesele Kemalist Devrim’in mevzilerinde direnen büyük gücü örgütlü hale getirmekti. Hep bunları konuştuk.
Ergenekon tertibini, Türkiye halkının önüne bütün açıklığıyla ve tarihsel rolüyle koyan, “yaşın yanındaki kuru” kaçışına ve akılsızlığına yüz vermeyen, İlhan Selçuk olmuştur.
“Ergenekoncuların” tarihsel suçu, örgütlü olmak değil, örgütsüz olmaktı. Kemalist Devrim’i savunan o tarihsel güç, kendisini örgütleyemedi; ama düşman onları Ergenekon tertibi planlarında örgütlemiş oldu.
EN AYDINLIK GÜNDE
İlhan Ağabeyi kaybettiğimiz günün sabahı, “bugün en aydınlık gün” diye sevinçle kalkmıştım. Acı haberi duyunca, ilk aklıma gelen o oldu. Deniz Som da yazdı; İlhan Ağabey’i en aydınlık günde, 21 Haziran’da uğurluyorduk.
365’te bir olasılığı olan bir rastlantı, tam adamını bulmuştu.
Aydınlık ustası, en Aydınlık günde kara toprağa gidiyordu.