İşçi Partisi üyesi ve 1999 Genel Seçimlerinde İşçi Partisi İstanbul 2. bölge 1. sıra milletvekili adayı Hasan Basri Akgiray’ı kaybettik.
Seçkin bir hukukçu, devrim aydın Hasan Basri Akgiray, 1918 yılında İstanbul’da doğdu. 1944–1972 yılları arasında hâkim ve savcı olarak Türkiye'nin çeşitli il ve ilçelerinde çalıştı. Hasan Basri Akgiray, 1973–1977 yıllarında CHP'den İstanbul milletvekiliydi. 1977–2004 yıllarında ise serbest avukatlık yaptı ve 2 dönem İstanbul Barosu Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu.
Akgiray'ın Gereği Düşünüldü ve Sancılı Demokrasi isimli kitapları da bulunuyor.
Ailesine, İşçi Partili yol arkadaşlarına başsağlığı diliyoruz.
SON YAZILARI
Hasan Basri Akgiray'ın, son yazısı, 12 Eylül 2010 da yapılan referandumu öncesindeydi. 2 Ağustos 2010 tarihinde Siyaset Kahvesi internet sitesinde yayımlanan yazıyı aşağıda sunuyoruz. Bir diğer yazı ise Ergenekon tertibine ilişkin "İddianame mi iftiraname mi" başlıklı yazı...
EYLEMSİZLİK
Söylemle eylemin, birbirini tamamlayan iki öge olduğu, eylemin; amacı, yeri ve zamanı ancak söylemle saptandıktan sonra olgulandığı savunulabilir. Oysa, aslında bu iki sözcüğün, siyah-beyaz, sıcak-soğuk,emek-anapara kadar birbirinin karşıtı iki olgu olması gerekir.
Güney Amerika’da Tupamaros gerilla liderlerinden birini dediği gibi, “Söz ayrıştırıcı, eylem birleştiricidir. Gerçekten de bir sorunun çözümü ya da belli bir amaca ulaşmada çok parlak sözler söylenebilir, düşünceler yazıya dökülebilir. Ne ki, o olumlu düşünce ya da söz, eyleme dönüşmedikçe, geyik muhabbetinden öte bir anlam taşımaz Eylemsiz bir toplum, kolu kanadı kırık atmaca gibidir. Ne denli güçlü olsa da eylem güdüsü, başkaldırı ruhundan yoksunsa, ezilmeye, horlanmaya mahkumdur.
Çevreme bakıyorum da bizim kadar eylemsiz bir toplum göremiyorum. Ve “Bu suskun toplum niteliği bize, Mevlana’lardan,Yunus’lardan miras kaldı” kanısına varıyorum. Gerçi, Mevlana’nın büyük bir düşünür, Yunus’un, ünlü bir halk ozanı olduğu yadsınamaz. Ne var ki, şimdilerde üstümüzü örten suskunluk ve tevekkülün temelinde, “Ben, Muhammed’in ayağının tozuyum” diyecek kadar kişilik onurundan yoksun olan, “Başkaldırı ve günahları terk edin, az yiyin, az konuşun cefaya dayanıklı olun” gibi öğütlerde bulunan, adını bile Rumi (Romalı) olarak alacak kadar toplumuna ters düşen bir Mevlana’nın payının olmadığını kim inkar edebilir? “Ben miskin Yunus biçareyim/Baştan aşağı yareyim/Dost elinden avareyim” diyebilen , efendisine sırtında odun taşımaktan asla yakınmayan ve çevresine sürekli sabır ve şükür aşılayan Yunus ve benzeri halk ozanlarının toplumumuzun miskinliği üzerinde hiçbir etkisi bulunmadığı düşünülebilir mi?
Ne ki, sabırlı ve şükürcü bir toplumda, çıkarları olan kimi egemen güçler, sürekli bu tarz özellikleri yüceltip, bu türlü tutum ve davranışları örnek göstermişlerdir. Sonuçta yazarın dediği gibi “Dinsel gericiliğin değerleri üzerinden yükselen faşizmin dönülmez batağında çırpınan, ama bunun ayırdında olmayan çaresiz bir halk”* yaşıyor Anadolu yarımadasında artık. Ülkemizde eylemsiz, söylemsiz, yazgısına boyun eğmiş bir halk topluluğu yaratılmıştır ne yazık ki.
Denilebilir ki, o suskun ve ezik Anadolu insanı, yedi düvele başkaldırıp yengiyle sonuçlanan kutsal başkaldırıyı hangi ruh ile başarmıştır?
Oysa unutmamalı ki , Anadolu başkaldırısı, Fransız devriminden esinlenen, “önce vatan” diyerek haykıran Namık Kemal, halife padişahın acımasız baskılı yönetimine başkaldıran Tevfik Fikret’lerin tutum ve davranışlarını ,özgürlük ve bağımsızlık ateşiyle yanan yüreğinde yoğurup başkaldıran bir kahramanın, Mustafa Kemal’in önderliğinde başarıya ulaşmıştır.
Bu sözlerim, bir başkaldırı kışkırtıcılığı olarak nitelenip, benim bir Ergenekoncu olduğum sanılmamalıdır. Döneminin koşulları içinde övgüye yaraşır olsa da, başkaldırı, her zaman bir Spartaküs ya da Şeyh Bedrettin eylemi demek değildir. Demokratik toplumlarda anayasal hak ve özgürlükleri, yasal sınırları aşmamak esasdır ama, o sınırlar zorlanarak başkaldırılabilir. Ve hele eğer, ülkemizde güvenilebilir bir seçim söz konusu ise, seçim sandığı ,başkaldırının en etkili silahı olabilir.
Bırakalım Mevlana’ları, Yunus’ları ebedi uykularını sürdürsünler. Ünlü ozanımız Nazım’a kulak verelim: Nazım “Hava kurşun gibi ağır” diyor ve bizi kurşunu eritmeye çağırıyor.
Solumaktan boğulma noktasına geldiğimiz bu ağır havayı, gelin sandıkta eritelim.
İDDİANAME Mİ İFTİRANAME Mİ?
(9 Mayıs 2009)
İddianame, Ceza Muhakemesi Kanunun (CMK.) 170. maddesinin 3. fıkrasında a’dan k’ya kadar harflerle saptanmış onbir ögeyi içeren hukuksal bir belgedir. İddianame olmadan, hiç bir ceza davası mahkemeye gönderilemez. Başka bir deyişle, ceza davaları, ancak iddianame ile açılır. İddianamenin temel ögesi ise, kanunun 3. fıkrasının j bendinde yer alan, suçun delilleridir.
Maddenin 4. fıkrasında da “Sanığa yüklenen suçu oluşturan olaylar, mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanır” kuralı yer almıştır. Bu kurala göre, iddianamenin ana ögesi, suçu oluşturan eylemlerle ilişkisi olan kanıtlardır.Kanıt (delil), sanıklarla tanıkların anlatımları (ifade) ve CMK’ya uygun olarak elde edilmiş her tür belge ve bulgulardan oluşur Eziyet ve baskı ile alınan sanık ve tanık anlatımları, yasa dışı elde edilmiş ses kayıtları, hukuksal anlamda kanıt olarak kabul edilemez. Buna ek olarak, kanımca, 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren CMK ile kabul edilen “gizli tanık” yöntemine de baş vurmamak, ceza adaletinin hakça oluşması bakımından yerinde bir davranış olur. Şundan ki, gizli tanık anlatımları, sadece savcı ve yargıcın bilgi sınırları içinde kalan anlatımlardır. Oysa, sanığın tanımadığı, soru sormak hakkını kullanamadığı, tanıkla aralarında derin düşmanlık ya da dostluk bağları bulunup bulunmadığı bilinmeyen kişilerin, gizli tanık olarak verecekleri anlatımlarla, ceza adaletinin oluşması, daima kuşkulu karşılanacaktır. Bu nedenle, bir devrim mahkemesi olan, Yüksek Adalet Divanı’nda, sıkıyönetim askeri mahkemelerinde bile uygulanmayan gizli tanık yöntemine yer vermek, sakıncalı sonuçlar doğurabilir.
Bu koşullar altında, örneğin bir gün, yürekli bir cumhuriyet savcısı çıkar, türban yasağına karşı olan tüm profesörler, F tipi gazeteci, yazar ve “aydınlar”, laikliğe aykırı davranışları odak haline geldiği, Anayasa Mahkemesi’nce karara bağlanmış bir siyasal parti yöneticileri hakkında, yukarda değindiğim yöntemlerle, iddianame düzenleyebilir, arama tutuklamalar isteyebilir, davalar açabilir. Aslında, bugüne değin böyle bir savcının çıkmaması da ayrı bir şaşılası durumdur.
Özetle, gizli tanık anlatımları, yasa dışı yollarla alınmış ses kayıtları, eziyet ve baskı ile düzenlenmiş tutanaklarla donatılmış her belge, iddianame olarak nitelenemez.Böyle bir belgeye, olsa olsa, eski deyişle ancak iftiraname denebilir.
İddianame ise, yukarda değindiğim gibi, iftiranameden farklı olarak, ciddi bir hukuki belgedir ve ceza adaletinin oluşmasında, ilk ve olmazsa olmaz nitelikte bir değer taşır. Herkes, iftiraname düzenleyebilir, ama iddianameyi ancak cumhuriyet savcıları yazabilir. Buna rağmen, her savcının düzenlediği suçlayıcı belgeler de, iddianame olarak nitelenemez.
“Hukuki” bir iddianameyi, ancak cumhuriyet savcıları düzenler ve davayı bağımsız yargıçlar yargılar ve karara bağlar Özel atanmış savcılar ve özel seçilmiş yargıçlarla ceza adaletinin sağlanması olanak dışıdır.