İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, bugün (29 Ağustos 200) 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla bir mesaj yayınlamıştır. Sayın Perinçek’in mesajı şöyle;
• Tarihçilerimiz ve anayasacılarımız, yanlış öğretirler, “Önce kurtuluş oldu, sonra kuruluş geldi” derler. Çok ciddî bir hatadır, önce devrimci kuruluş gerçekleştirilmiş, milli hükümet kurulmuş, sonra askerî zafer öyle kazanılmıştır.
Bir askeri zaferdir 30 Ağustos, süngüyle kazanılmıştır. Ancak her askerî zaferin arkasında bir siyaset vardır. Süngü, siyasetin uzantısıdır.
MİLLİ DEVRİMCİ SİYASETİN ZAFERİ
30 Ağustos’un arkasındaki siyaset, Mustafa Kemal Paşa’nın millî devrimci siyasetiydi. Kurtuluş Savaşını, 23 Nisan 1920 günü kurulan Cumhuriyet kazanmıştır. Zafer, millî devletindir.
1920’den 1922’ye uzanan süreci düşününüz, Ankara’da kurulan millî devrimci hükümet, dış düşmanlarla savaşırken, bir yandan da iç cephede İngiliz ve Fransız emperyalizminin ve işbirlikçi padişah hükümetinin örgütlediği tam 23 gerici isyanı bastırmıştır.
ÖNCE KURULUŞ SONRA KURTULUŞ
Tarihçilerimiz ve anayasacılarımız, yanlış öğretirler, “Önce kurtuluş oldu, sonra kuruluş geldi” derler. Çok ciddî bir hatadır. Atatürk de onların anlayışında olsaydı, 30 Ağustos zaferi kazanılamazdı. Tam tersidir, önce kuruluş gerçekleştirilmiş, askerî zafer öyle kazanılmıştır.
Cumhuriyetin kuruluş tarihi, Atatürk’ün de sık sık vurguladığı gibi, 23 Nisan 1920’dir. Askerî zaferin, yani kurtuluşun tarihi ise, 30 Ağustos 1922’dir. Eğer 1920 baharında Ankara’da millî devrimci hükümet kurulmasa, ne dış düşmanların hakkından gelebilirdik, ne de iç düşmanların!
30 Ağustos, bu açıdan yalnız emperyalizme karşı savaşın ürünü değil, aynı zamanda iç savaşın meyvasıdır.
SALTANATIN KAZANAMADIĞI SAVAŞI
DEVRİMCİLİK KAZANDI
Aslında bizim Kurtuluş Savaşımız, 1914’te, Birinci Cihan Savaşı’yla başlamıştır, sekiz yıl sürmüştür. Savaşın birinci aşaması olan 1914–1918 arasında çok daha büyük imkânlara sahip olduğumuz halde, yenildik. İkinci aşamadan zaferle çıktık, niçin?
Saltanatın ve Meşrutiyetin kazanamadığı savaşı, Cumhuriyet kazanmıştır.
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi’ne varan yenilginin arkasında Saltanatın ve Meşrutiyetin siyaseti vardır. 30 Ağustos’un arkasında ise Cumhuriyet’in devrimci siyaseti.
Meşrutiyet, devrimci değil miydi? Kuşkusuz devrimciydi ama eksik devrimciydi. Meşrutiyetin Saltanatla uzlaşan devrimciliği, Çanakkale zaferine ve cephelerdeki büyük direnişlere rağmen, zafer kazanmaya yetmedi. Cumhuriyet’in saltanatı yıkan 23 Nisan 1920 devrimciliği, zaferi kazandı. Zafer, devrimindir; tutarlı ve kararlı devrimciliğindir.
TARİHİN PUSUSUNA YATAN ÖNCÜ DEVRİMCİ
Bu can alıcı önemdeki saptamanın tarihsel kökleri, 1908 Meşrutiyet devrimi öncesine kadar uzanır. O zaman iki devrimci proje vardır. Yarım devrimci proje, İttihat Terakki önderliğinin Meşrutiyet projesiydi. Tutarlı devrimci proje ise, İttihat Terakki’de kenarlara itilen Mustafa Kemal’in millî devrimci devlet projesidir. Mustafa Kemal, daha 1905 sonunda Suriye’de iken ve sonra Selanik’te, Osmanlı devletinin kaçınılmaz olarak dağılacağını ve onun yerine bir millî devlet kurulacağını görmüştür. Kurtuluş, işte bu kuruluştaydı. Ama o devrimci proje o zaman uygulanamamıştır, uygulanamazdı da.
Öncü devrimciler, tarihsel süreci görür. Toplum ise, tarihsel gidişi kendi tecrübeleriyle deneye deneye, söz yerindeyse yana yana öğrenir. Atatürk’ün millî devrimci devlet projesi, bir bakıma tarihin pususunda beklemiştir. Yanlışın ve eksiğin yığılması, doğrunun birikmesi anlamına gelir. Enver Paşa’nın saltanatla uzlaşan ve Alman siyasetiyle uyumlu, ayakları yere basmayan, yetersiz devrimciliği Mondros Ateşkesi’nde tükenmiştir; ama yine de bir Çanakkale mirası bırakmıştır. O andan sonra Atatürk’ün “maddeyi anlayan” büyük devrimciliği tarih sahnesine çıkmıştır.
Sonuç olarak, saltanat ve yetersiz devrimcilik, Türkiye’yi kurtaramamıştır; çünkü devrimci kuruculukta eksik kalmıştır. Toplum o tecrübelerden geçtikten sonra Atatürk’ün millî devrimci devlet projesine, yani yeterli devrimciliğe gelmiştir.
DEVRİMİN KAZANDIRDIĞI İMKÂNLARLA
Atatürk’ün Samsun’a çıktığı andan itibaren yürüttüğü çalışmaya ve izlediği çizgiye bakınız, öncelikli görev, Anadolu’da Millî Hükümet kurmaktır. İkinci görev ise, o Millî Hükümetin silahlı gücünü oluşturmaktır. Millî Hükümet olmasa, Millî Ordu da kurulamazdı.
3o Ağustos’u yaratan enerjiyi bir araya getiren ve ateşleyen, devrimciliktir; Osmanlı sisteminin dışına çıkmaktır. Mustafa Kemal, Nutuk’un başında kendi tavrını “asi olmuştuk” diye açıklar ve şöyle der: “İstanbul hükümetine, müsliminin halifesine milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu.” O isyan olmadan, millî devrimci hükümet kurulamazdı. Millî devrimci hükümet kurulmadan da, milletin bütün imkân ve kabiliyeti seferber edilemezdi.
ERDOĞAN-GÜL YÖNETİMİNİ YIKMAZSAK
TÜRKİYE YIKILIR
Bugün de oraya geldik. Türkiye, karşılaştığı tehdide ancak bütün milletin birikimini seferber ederek karşı koyabilir. Mevcut iktidar, tıpkı Damat Ferit Paşa gibidir. Görevi, ABD emperyalizmiyle işbirliğidir ve büyük bir devrimle yarattığımız her şeyimizi yerle bir etmektir; Türkiye’nin kendisini yıkmaktır.
Tayyip Erdoğan, bizim saptayabildiğimiz altı ayrı konuşmasında, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin görevlisi ve eşbaşkanı olduğunu itiraf etmiştir. Görevini de, ABD’nin bu projesi içinde “Diyarbakır’ı merkez yapmak”, yani Türkiye’yi bölmek olarak tanımlamıştır.
Abdullah Gül, yine BOP kapsamında ABD Dışişleri Bakanı Powell ile 3 Nisan 2003 günü “2 sayfa 9 maddelik gizli bir antlaşma” yaptığını, yine ağzıyla itiraf etmiştir. Bir Hizmet Sözleşmesi olarak nitelenebilecek bu antlaşma, özet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkımını ve parçalanmasını öngörmektedir. Bu iktidar yıkılmazsa, Türkiye yıkılacaktır. Bu çıplak gerçeğimizi ne kadar çabuk anlarsak, çözüm o kadar çabuk gelecektir.
Bu koşullarda bu yönetimden kurtulmak ve milletin bütün imkânlarını harekete geçirecek bir millî hükümet kurmak, kilit meseledir. Hortumcunun malına el koymadan, tefecinin cebine akan yıllık 55 katrilyon faiz borcunu ertelemeden, dolar ve euroyu Türk lirasıyla değiştirmeden, özetle bir millî direnme ekonomisi kurmadan, bizi bölen tarikatçılığı, mezhepçiliği ve etnik ayrımcılığı tasfiye etmeden, Türkiye bu bataktan çıkamaz. Bütün bunlarla bağlantılı olarak, Türkiye’nin bağımsızlık ve güvenliğini korumak da, millî hükümeti zorunlu kılmaktadır.
30 Ağustos’un arkasında bir 23 Nisanı vardı.
Önümüzdeki 30 Ağustosları yaratmak, günümüzün 23 Nisanı’ndan geçiyor.
Millî bir hükümet kurmak, Türkiye için ölüm kalım meselesidir.
2007 yılı 30 Ağustosunun bize yüklediği sorumluluk ve görev budur.