Bazı an’lar vardır... Hiç bitmesin, ilelebet yanınızda kalsın istersiniz...
Bazı an’lar vardır... Hiç yaşamamış olmayı dilersiniz... Ve bazen an’lar birbirine karışır, çığ olur akar... İstemenin, dilemenin anlamsızlaştığı, gözyaşının kahkahaya karıştığı, acıyla sevincin aynı anda yaşandığı soylu saatlere ulaşır...
Geçen cuma günü, tarihe kayıt olsun, 4 Mayıs 2012’de, 6 gazeteci, Silivri Kampusu 1 ve 8 No’lu Kapalı infaz Kurumu açık görüş salonlarında 9 tutuklu gazeteciyle işte bu duyguları yaşadık...
İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı sevgili Atilla Sertel’in olağanüstü çabasıyla, Silivri hapishanesine ziyaretimizden yalnızca saatler önce Adalet Bakanlığı’ndan alınan izinle ulaştığımız cezaevinde, üzerimize örtülen demir kapıların ardında tam 9 saat geçirdik. Ve tabii her arkadaşımızı tek tek görmek kaydıyla...
- Çünkü, onların birbirini görmesi yasaktı!..
Önce Tuncay Özkan geldi... Hepimize coşkuyla sarıldı.. Buruk bir gülümsemeyle, “Balbay’la beni geçen yıl 28 Şubat’ta zorla ayırıp attılar bu hücrelere! İnşaat halinde, kanalizasyonun açıkta aktığı buz gibi yeri görünce ‘Sabaha çıkmam ben buradan’ dediğimi anımsıyorum. Köpeği bağlasan durmayacağı bir yer. Ben aslında üşümeyen biriyimdir ama bu nasıl bir soğuktur kardeşim, donuyorsun!..” Tuncay birden durdu, gözlerimizin içine baktı ve “Burası mezarlık.. Sizler olmasanız, direnmeniz olmasa bizi gömerlerdi” diye devam etti. Derin bir sessizliğin ardından yüreğimizden vuran değerlendirmesini yaptı:
- Sizi dışarda yalnız bıraktığımız için üzülüyoruz, o kadar...
Ayrılmadan önce fotoğraf çektirdik. Şaşılacak güzellikteki “Kurtuluş Savaşı” tablosunun altında poz verdik...
Sevgili Balbay, her zamanki geniş gülümseyişi ve hazırda esprileriyle kucakladı bizleri. Tabii, “sayın vekilim” nidaları arasında!.. Bir saat nasıl geçti anlamadık... Balbay ilk kez dışarı çıkma ihtimalinden de söz etti ama “Sorun buradan çıkmak değil aslında, oynanan oyunu sergilemek ve sonlandırmak” diyordu. Bu değerlendirmeden sonra gülümseyerek ekledi:
- Hazirana kadar çıkamazsam çok güzel bir projem var, ama şimdi söylemem!..
Sevgili Balbay, fotoğraf çektirirken o güzel gülümsemesiyle “Silivri deyin neşeli çıksın” diye takılıyordu..
Soner Yalçın en az 10 kilo vermiş haliyle koşarak girdi görüş salonuna. Kimlerin geldiğini bilmediği için şaşırdı bizleri görünce. Kitabı “Samizdat”ı konuştuk. Tabii bilgisayarlarına sokulan virüslerden, arkalarından yazılan “kin ve nefret” yazılarından da söz ettik... Bir daktilonun dahi çok görüldüğü Silivri’de hepsinin parmakları nasır bağlamıştı. Soner, “Olsun” diyordu: “Ben buraya gazeteci olarak geldim, gazeteci olarak çıkacağım...”
Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Deniz Yıldırım... Gencecik ve bir o kadar dimdik ve kalender halleriyle kucakladılar bizi.. hepsi birbirleri için üzülüyor, kendileri için en ufak bir ayrıcalık düşünmüyorlardı bile... Kaldıkları hücreler için, “Buradan bir adım gerisi ölüm zaten, ama şartlar değil önemli olan, adaletin iğdiş edilmesi” diyorlardı...
Hikmet Çiçek, o her zamanki kalender tavrıyla, “Öcalan’ın kullandığı hakları bile bize çok görüyorlar” diye gülümsüyordu. 4 yılı aşkın süredir Silivri’de yatan Hikmet için “tutuklandığı maddeden ceza istenmiyordu... Ceza istenen madde ise tutukluluk gerekçesinde yoktu!..” Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni Turan Özlü ise daha çok bizleri teselli etmeye çalışıyordu!...
Son olarak Müyesser Yıldız’a gittik.. 21 kişilik koğuşta tek başına kalan Müyesser, 45 kilo var yoktu!.. 13 Mart’tan beri devletin verdiği hiçbir şeyi yemiyor, kantinden idare ediyordu... Avukatı da yoktu, “Hukuk yok ki olsun” diyordu. Ayrılırken, “Var mı benden bir isteğiniz” diye sorunca kahkahayla ağladık!.. O da gülümsedi ve dedi ki:
- E, sizin de durumunuz pek iyi değil dışarıda...
Devasa çelik kapılar, kan ağlayan yüreklerimizin üstüne kapandı...