Teori Dergisinin Eylül sayısında İP MKK Üyesi ve ATABE Genel Yayın Yönetmeni Şule Perinçek’in "Atatürk’ün İstanbul Hükümetine “isyanı”, İP Merkez Karar Kurulu üyesi Haluk Dural’ın “22 Temmuz Seçimleri sonrası Türkiye”, Habip H. Erdem’in “Tarihin tekerleği”, Teoman Alili’nin “Türkiye’nin Yugoslavyalaştırılması” ve Mehmet Ulusoy’un “Büyük davalar hukuk oyunlarıyla çözülmez” başlıklı makaleleri ile 22 Temmuz Seçimlerinin değerlendirmeleri yer alıyor.
Makalelerin özetlerini aşağıda sunuyoruz.
Atatürk’ün İstanbul Hükümetine “isyanı”
Şule Perinçek, Atatürk’ün Bütün Eserleri Genel Yayın Yönetmeni
“İsyan etmek ve bütün milleti ve orduyu
isyan ettirmek lazım geliyordu”
Mustafa Kemal Atatürk
Memleket ne durumdadır?
Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında şartları çok ağır Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Delege Heyeti Başkanı Rauf (Orbay) Bey Mütarekeye'yi şöyle yorumlar:
- Mütarekeyi imzalamak göreviyle İstanbul’dan yola çıkarken bugünkü gibi övünç ve sevinçle döneceğimi hiç aklımdan geçirmuyordum . Devletin bağımsızlığı, Saltanatın hukuku, milletin onuru tümüyle kurtarılmıştır. Sizi temin ederim ki İstanbul’umuza tek bir düşman askeri çıkmayacaktır.”(Malta Sürgünleri, Bilal. N. Şimşir, 1976, s.18-19)
Mütareke kamuoyuna bir başarı olarak tanıtılır. Meclis oybirliğiyle onaylar, o zaman belki de olmadığı için havai fişekler atılmaz ama hatıra pulları basılır. Oysa İtilaf Devletleri, Mütareke hükümlerine bile uymaya gerek görmezler. On gün sonra 55 gemilik düşman donanması Dolmabahçe’ye demirler. Memleketin birçok bölgesinde düşman işgalleri başlar. Rauf Bey de zaten Mütarekenin uygulanma döneminde, imzadan dört ay sonra Bahriye Nezaretine askerlikten istifa dilekçesini verir.
İki çizgi
Yıldırım Ordular Grubu Komutanı olarak Adana'da bulunan Atatürk, "her ordunun kendine ait hususları derhal tatbiki elzemdir" kaydıyla gönderilen emire ekli Mütareke şartlarını baştan sona inceler. "Bende oluşan kanaat şuydu" diyor "Devleti Aliyei Osmaniye bu mütareke ile kendini kayıtsız şartsız düşmanımıza teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi istilası için ona yardımı da vaat etmiştir. Bu beni hazin düşüncelere sevk etti. İstedim ki, İstanbul hükümetini biraz aydınlatayım. Buna çalıştığımı zannederim, fakat bu zemin üzerinde iki muhtelif zihniyet ve anlayış ortaya çıktı. (…) Yapılan Mütareke'nin sakatlığını gördüm, bu sakat noktaların düzeltilmesine çalışmak lüzumuna kani olarak ilgili makamlara söyledim, bu Mütarekename olduğu gibi tatbik edildiği durumda memleket baştan sona kadar işgal ve istilaya maruz olacağı kanaatini ileri sürdüm. Düşmanların her dediğine 'baş üstüne' demekten doğacak akıbetin bütün Türkiye'de istilacıların hakim olmasını sağlayacağına şüphe edilmemesi lazım geldiğini ve bir gün Osmanlı kabinesinin düşmanlar tarafından tayin edileceğini anlattım. Bunun için de kehanete ihtiyaç yoktu. Kendini zayıf ve aciz gören insanlar, nispeten kuvvetli ve azimkâr insanlardan merhamet diledikleri zaman mutlaka kendilerine acındıracaklarına kani olmak için bilmem ne his ve haslette olmalıdırlar." (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.2, s.63-64)
22 Temmuz Seçimleri sonrası Türkiye
Haluk Dural, Kimya Yük.Müh., İP Merkez Karar Kurulu üyesi
22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan erken genel seçim sonrasında ortaya çıkan kesin olmayan sonuçlara göre; yüzde 46,3 oy alan AKP 339 milletvekili, yüzde 20,91 oy alan CHP 112, yüzde 14,27 oy alan MHP 71 ve yüzde 5,3 oy alan bağımsızlar, 23 tanesi DTP’li (Kürtçü + Barzanici + PKK’lı), 1 tanesi DTP destekli ÖDP’li ve 3’ü diğer olmak üzere toplam 549 milletvekili çıkarmışlardır. Oluşan bu tablo karşısında (AKP + DTP + ÖDP) ittifakının toplam 363 milletvekiline sahip olmakta beraber, MHP’nin ve CHP içinde bulunan ve Deniz Baykal’ın ifadesiyle “mevcut Kürtçü kanadın” da desteğiyle, cumhurbaşkanı seçimlerindeki nisab ve anayasayı değiştirmek için gereken 367 oya kolaylıkla erişeceğini söylemek zor olmayacaktır.
Seçimler öncesinde; Barzani, Güney Kıbrıs Rum yönetimi, Atina, Brüksel, Vaşington, uluslararası sermaye çevreleri gibi tüm şer odaklarından AKP için yayılan destek mesajları, seçim sonuçlarından sonra sevinç ve kutlamalara dönüşmüştür. Türkiye aleyhine her türlü melaneti fışkırtan bu mihrakların AKP’ye verdikleri destek, önümüzdeki dönemde AKP’nin ülkemizin kaderi üzerinde, kendisine destek veren yabancı odakların istekleri doğrultusunda meş’um emellerini gerçekleştirmesine gereken zemini hazırlamış bulunmaktadır.
Tarihin tekerleği
Habip H. Erdem
I. Giriş
Ülkeler, daha doğrusu devlet-ulusların ekonomik gelişmelerini incelemek, karşılaştırmalar yapmak, görece ileri-geriliklerini ve aralarındaki etkileşimin boyutunu saptamak için nicel verilere dayalı bir sunum her zaman yeterli olmayabilir.
Kaldı ki, ülkeler arasındaki ekonomik etkileşimde tekil olay ve gelişmeleri sıralamak ve olası etkilerini zaman kesitlerini karşılaştırarak değerlendirmenin öğretici olduğu da kuşkuludur. Çünkü bϋtϋnsel ve uzun dönemli ele alışlarda, tekil olay yorumlarının çoğu kez yanlış olduğu ortaya çıkarılabilmektedir.
O nedenle ekonomik dalgalanma ya da ‘çevrim yaklaşımı’nın ülke gelişmelerini dünya kapsamında incelemeye uygun olduğu; ayrıca, güncel sorunları tarihsel süreçler ışığında düşünmeye ve en azından sezgisel sonuçlara ulaşmaya yardımcı olacağı söylenebilir.
Bu tür bir kabülden kalkarak, tarihin tekerleğinin, çokça denildiği gibi, hep insanlığın ‘özgürlük ve gönenci’ doğrultusunda dönüp dönmediği ve özellikle kapitalist üretim biçiminde, belli bir gelişme devresinden sonra ‘tutsaklık ve yıkım (savaş)’lara varıp varmadığı test edilebilecektir.
Bu yargının uzantısı olarak da, tarihten ders almayı sağlayacağı, tarihin yinelenişinin yazgıcılığa yolaçmaması gerektiği ileri sürülecektir (1).
Baslangıç tarihi Büyük Fransız Devrimi'dir. Çünkü bu tarihten önceki dönem bir üretim biçimi olarak kapitalizmin ticaret aşaması, yani merkantilist dönem olup, ülkelerarası etkilesim açısından savsaklanabileceği düşünülmektedir. Sadece Hollanda'nın bu dönemde nasıl baskın bir güç olduğuna kısaca değinilecektir.
Her ne kadar «tarihin sonunun geldiği» bir süredir ileri sürülmekte ise de, kimi göstergeler bu savın sonunu getirmeye aday olarak görünmektedir.
Türkiye’nin Yugoslavyalaştırılması
Teoman Alili
Türkiye'nin parçalanmış haritaları yayınlanıyor, ülkemizde federasyon planları konuşuluyor. Yakın tarih federatif bir ülkenin parçalanışına tanıklık etti. Ülkemizde pek çok siyasetçi ve milletimiz Türkiye, Yugoslavya gibi parçalanacak endişesi yaşıyor.
Tabii şöyle bir rahatlama payı var: “Türkiye üniter bir devlet, Yugoslavya ise bir federasyondu.” Bu rahatlama tümcelerine birini daha ekleyelim: “Tarih şimdiye kadar bir üniter devletin federasyon olmadan parçalandığını kaydetmemiştir.” Ancak tarih üniter bir devletin önce federatif hale getirilip daha sonra parçalandığını çok gördü. Geçmişte verilebilecek örnek Çekoslovakya iken hala yaşanan olaylarla tanıklık ettiğimiz gibi yeni örnek Irak. Irak, ülkede resmi bir referandum yapılmamış olmasına rağmen fiili olarak federasyon oldu. Önce birinci Körfez Saldırısı sırasında üç parçaya ayrılan ülkede etnik ve dini ayrımlar göz önüne alınarak merkezi yönetimin etkisi azaldı daha sonra ülke bugünkü noktaya geldi.
Tabii bunlar herkesin malumu. Ancak gazetecilerin görevleri arasında yaşananları millete aktarmak da var. Biz de dünyanın Ruanda’dan sonra en kanlı iç savaşıyla parçalanmış Yugoslavya örneğinden bazı endişe verici bilgileri dikkatinize sunmak istiyoruz. Yugoslavya federatif bir devlet olarak kuruldu, hatta bazı kanılara göre Tito ülkeyi kurarken parçalanma ihtimalini biliyordu. Zaten Mareşal Tito ülkesinin parçalanma ihtimaliyle ilgili bazı konuşmalar yapmıştı. Ancak Yugoslavya’nın parçalanma süreci Türkiye’de yaşayan bazı kimselere görevler veriyor. Bu kimseler Yugoslavya’dan ülkemize göç etmiş olan ya da ülkemize akrabaları Yugoslavya’da yaşayan ve hala onlarla irtibatı olan insanlar. Bu kimseler Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde yaşananları Türkiye’de anlatmalı. Ancak Yugoslav göçmenlerinin kafalarındaki bazı putları da yıkmaları gerekiyor.
Büyük davalar hukuk oyunlarıyla çözülmez
Mehmet Ulusoy
Emperyalizm güdümünde Atatürkçülük oyunu
Buraya nasıl gelindiğinin hikayesi, aslında dün süreci kavrayamayıp bugün sonucu şaşkınlık içinde seyredenler için çok önemli dersler içeriyor. Süreç, hiç kuşkusuz 1950’lerden buyana, özellikle 12 Mart, 12 Eylül ve Özal hükümetleriyle temelleri adım adım döşenerek gelişti. Karşıdevrimin son hamlesi, Tayyip Erdoğan’ın rejim karşıtı eyleminden dolayı aldığı ceza nedeniyle milletvekili olma yasağının elbirliğiyle kaldırılmasıyla başladı. Mafya ve tarikatların, hortumcuların içini boşalttığı demokrasi adına Baykal’ın desteğiyle, yine demokrasinin hukuku çiğnenerek, suçlu ve sabıkalı Tayyip Erdoğan milletvekili seçtirildi. Arkasından yine aynı sahte demokrasi adına Cumhurbaşkanı Sezer ve Genelkurmay Başkanı Özkök tarafından meşru kabul edilerek başbakanlığa getirildiler. Bir kez demokrasi, Kemalist Cumhuriyetin kurumlarının ve değerlerinin kayıtsız şartsız korunması koşulu ve çerçevesinden kurtulunca, geriye mafyanın, hortumcunun, tarikatların özgürlüğüne dayanan emperyalizm güdümlü bir demokrasi kaldı.
Cumhuriyetin temelinde yer alan ve laikliğin de özünü oluşturan halk egemenliği ya da “Milletin kayıtsız şartsız egemenliği” bir kez terkedilince Türk Devrimi’nin Türk demokrasisi emperyalizm ve ortaçağ güçlerinin oyun alanına dönüşür. Böylece oy hesabına indirgenen, emperyalist egemenliğin bir başka adı liberal demokrasi minderinde “Atatürkçülük” güreşi maskaralığa dönüştü. Abdullah Gül’ün adaylığını önlemek için Meclis’te ilk iki turda 367 sayısı gerektiği üzerine sürdürülen hukuk manevraları, Cumhurbaşkanlığı mevzisini, yani Cumhuriyeti savunmanın anayasa Mahkemesi’nin vereceği bir karara kalması, Cumhuriyetin en belirleyici kurumu Meclis’in büyük çoğunluğunun karşıdevrimin eline geçtiğinin bir göstergesiydi. Daha da vahimi, karşıdevrimcilerin kurallarının meşru görüldüğü bir seçimle en üst irade kabul edilen, tarikatların ve hortumcuların elinde oyuncağa dönüştürülen “millet iradesi”nin, hukuki bir karardan intikamını almış olmasıdır!.. Çünkü her demokrasi biçiminin kendi kuralları vardır; hortumcu ve tarikat demokrasisinin kuralları baştan kabul edilince hortumcu ve tarikatçıların kazanması ve “demokrasi” adına bu kurallara boyun eğilmesi kaçınılmazdır.