10 Kasım karalar bağlama günü değil. Geleceğe ışık tutma, bilgilenme, umutla bakma günü. Biz de Ata’mızı o günlere tanıklık eden Özden İnönü Toker’le andık. Özden Hanım Atatürk’le aslında kısa bir süre, 8 yaşına kadar birlikte olmuş. İsmet ve Mevhibe İnönü’nün en küçük kızı. Ama annesinin tuttuğu notlar var, gün gün... Anlattıkları... İsmet İnönü ise geçmişe değil, ileriye dönük, yapacaklarını konuşurmuş.
Biz de Atatürk ve İnönü’nün ilk günlerinden başladık. Umut tazeledik.
BUYURUN ATATÜRK’ÜN SOFRASINA
Ankara’da Pembe Köşk’teyiz.
Yemek salonunda.
Tam karşımızda masanın başında Atatürk’ün her zaman yemeğe geldiğinde oturduğu sandalye var. Uzun bir süre bu masa Atatürk’ün de sofrası. Haftada bir iki gün geliyor yemeğe. Önceden yokluyor, eğer 30 kişiye yetecek kadar yoksa yanında getiriyor. Burası artık müze. Sofra öylece duruyor. Tabaklar, bardaklar... Az ileride İnönü’yle birlikte bilardo oynadıkları ek oda.
Havayı soluyorum. Bayramlık çocuk gibi heyecanlıyım.
Bizim oturduğumuz koltuklar 1922’den bu yana kimbilir kimleri ağırlamış. İnönü ailesinin Anadolu’ya geçtikten sonra İzmir’deki ilk evinden buraya taşınmış.
Yabancılık çekmiyorum.
Neyse ki bizim evdekilerden daha yaşlı sapasağlam mobilyalar varmış hayatta...
Yıl 1919. Kış ayları. İstanbul’un en karanlık günleri. Atatürk, daha sonra 1926’da Falih Rıfkı Atay’a anlatıyor.
“Uygun zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içine girmek, bir süre isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek! İçimde çok dikkatle gizlediğim bu sırrı vakti gelmedikçe kimseye söylemedim.”
Ancak İnönü’yü Şişli’deki evine çağırıyor. Haritayı açıyorlar. İnönü hemen cebinden pergelini çıkarıyor.
İsmet Paşa’nın çok düzenli ve titiz olduğunu anımsıyorum. Öyle miydi gerçekten?
Özden Hanım da onaylıyor.
Pergelleri de hâlâ duruyormuş.
Atatürk, “Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim” diyor. Sonra “gözlerinin içi yüksek zekası ve itimat veren neşesi ile gülen” İnönü’ye, “Anadolu’ya geçmek için en uygun bölge ve onu bölgeye götürecek en kolay yolu” soruyor.
Bu arada Falih Rıfkı Atay’a özellikle vurguluyor. “Benim en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu görüşmenin boşuna olmadığını anlamıştı.”
İnönü’den gelen ilk soru-yanıt şu:
- Karar verdin mi?
Sonra İsmet Paşa masanın kenarındaki sandalyeye ilişiyor, derin derin uzun süre düşünüyor... düşünüyor...
Atatürk salonda dolaşıyor... dolaşıyor... Sonunda İnönü birden ayağa kalkıyor, gülerek:
- Yollar çok. Bölgeler çok!
BİRAZ DAHA KONUŞSAYDIK
Bu görüşmeden dört ay kadar sonra, o süreçte bütün olanaklar deneniyor, artık “ya istiklal ya ölüm” kararlığıyla “isyan etmek” zamanı gelip dayatıyor. Atatürk, yine bir sırdaşına, sırdaşının Süleymaniye’deki evine ansızın gidiyor. Vakti dar, İsmet Paşa’ya “hikayeyi kısaca söyleyeyim” diyor ve herşeyi anlatıyor. Ayrılırken de şöyle diyor: “Ben yerleşinceye kadar sen de bana yardım edeceksin ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin.”
Veda etmek üzere ayağa kalkıyor. İsmet Paşa, ellerini tutuyor ve “Biraz daha konuşsaydık...” diyor.*
O karanlık işgal günlerinde bile yarınlara bakışta bir ışık görüyorlar. Umut var. Hiç kaybolmuyor. İki farklı kişilik, bu konuşmalardan bile belli oluyor. Ama sözcüklere bile çok fazla gerek kalmadan, işte o ışıkta hemen anlaşıyorlar.
GENE MUSTAFA KEMAL BİR ŞEY ANLATIYOR
O günlerden başlıyoruz. Aslında Atatürk’le İnönü ilk kez Çanakkale Savaşı’ndan sonra 2. Kolordu’da görev yaparken tanışıyorlar. Albay İsmet, onun komutasında önce İkinci Ordu Kurmay Başkanı, daha sonra da Kolordu Komutanı olarak çalışmış.
Özden İnönü, başka bir ayrıntıyı aktarıyor.
- Aynı harp okulunda ve akademide okuyorlar, ancak aralarında üç yaş fark var. Atatürk’ün babamdan haberi olmayabilir, ama babam anlatırdı, her zaman Mustafa Kemal’in okulda farklılığı hissedilirmiş.
İsmet Paşa örneğin dermiş ki: “Teneffüslerde kalabalık bir öğrenci topluluğu gördüğümüz zaman anlardık; herhalde Mustafa Kemal gene bir şey anlatıyor derdik...”
Mustafa Kemal örgütçü ve lider. Geceleri bile uyumuyor okuyor, yazıyor... Gençler baskıya karşı. Değiştirme talebi uyanıyor... Bandırma gemisine binme süreci o günlerden başlamış.
İnönü neden Anadolu’ya birlikte geçmemiş? Mustafa Kemal’in giderken haber verdiği az sayıda kişiden biri.
- Babama “İstanbul’da bekle” diyor, yanına çağıracağını söylüyor. Babam da bekliyor. 1919 yılının sonunda İzzet abim doğuyor. Sağlıksız bir çocukmuş. O zaman bir teşhis konamamış. Babam da annem de üzerine çok düşkün. Bir gün çok güzel giyinmişler İzzet Paşa’ya gidecekler. O sırada selamlık tarafından bir haber geliyor. Atatürk’ün arkadaşları, Saffet Arıkan gelmiş “hadi” diyor, “Artık Paşa seni çağırıyor, birlikte gideceğiz”. Babam annemin yanına dönüyor. İzzet’e sarılıyor ve anneme “Paşa beni çağırıyor gitmem lazım” diyor. Karşı evde de babası oturuyor. Babası evde yokmuş, elini öpemeden gidiyor. Bir daha da babasını görmüyor zaten. Eline şemsiyesini alıyor, anneme sarılıyor ve çıkıyor. Hatta annem sitemle anlatırdı. Babam arkasını dönüp bakmıyor. Annem o giderken seyrediyor. “Sanki” diyor, “Asıl evine, ailesine şimdi gidiyor, kavuşuyor. Bizi hiç düşünmeden arkasına bakmadan gitti...”
Ne müthiş bir saptama değil mi? “Vatan”... gerçekten de Türk insanın gerçek evi, ailesi... Şehit anne ve babaları aklıma geliyor. Evlat acısıyla yürekleri yanıyor, kolay mı... ama hemen hepsi şöyle bir dikleniyor, “Vatan sağolsun” diyor. Hangi kökenden olursa olsun... Atadan öyle görmüşler.
- Evet... evet... ki babam ailesine çok düşkündü. Bize... anneme çok düşkündü... ama tabii vatan sevgisi hepsinin üstündeydi.
VATAN SEVGİSİ HEPSİNİN ÜZERİNDEYDİ
Şule Perinçek: Çocukken hep seyrederdim özenerek... Biz de yazları Heybeliada’da otururduk. Vapurdan inerlerdi Mevhibe Hanım’la birlikte. Faytona binmezlerdi. Elele tutuşurlar, eve kadar öyle hiç bırakmadan yürürlerdi. Aslında kadına verdiği değer biraz da...
Siz de onun kız çocuğuydunuz...
Özden İnönü Toker: Gerçekten babamın bizi eğitme tarzı, bizi karşısına alıp şunu yapın bunu yapın tarzında olmadı. Bizi hissederek, hissettirerek öyle bir işledi ki öğrettikleri hâlâ içimizden çıkmıyor.
*Aile ne zaman Ankara’ya geliyor?
- İstanbul işgal altındayken Anadolu’ya giden subayların evlerini basıyorlar, rahatsız ediyorlar, hatta bir Paşa’nın eşini tutukluyorlar. Büyükbabam o zaman endişeleniyor ve hazırlıklara başlıyor. İlkinde ihbardan dolayı gidemiyorlar ve ancak ikincisinde... Mustafa Kemal gibi bütün aile de Anadolu’ya Samsun’dan geçiyor. Ordan Malatya’ya. Büyükbabam burada vefat ediyor. Oğlunun zafer kazandığını göremiyor. Kısa süre sonra da abim İzzet vefat ediyor. İkisinin mezarı da halen Malatya’dadır. Babama söylemiyorlar. Uzun bir süre sonra Ankara’ya geçtiklerinde babam bayram için izin alıyor. Ancak o zaman abimin öldüğünü öğreniyor. Tabii o sıralarda İzmir kurtuluyor ve İzmir’e taşınıyorlar.
*Sayın Cumhurbaşkanımız da İzmir doğumlu öyle değil mi?
- Evet, o da başka bir hikaye. Annem İzmir’e geliyor. Müthiş bir not tutma alışkanlığı var. Geçtikleri yağmalanmış köyleri falan hep yazmış. Büyük bir felaket yaşanmış olduğu hep belli. Kayınvalidesi ve diğer aile efradıyla şimdi vali konağı olan binaya yerleşiyorlar. Ama babam sürekli Ankara’ya gidiyor. O zaman başkent değil. Mustafa Kemal Paşa orada olduğu için gidiyor. Atatürk kendine bir bağ evi almış. Biraz yukarıdadır o. Babam da bazen o evde kalmaya başlamış. Atatürk ilk başta değiştirmeden kalmış. Latife hanım gelince bir kütüphane ve büyük bir yemek salonu yaptırmış; öyle anlatırlardı. Misafir odasını düzenletiyor ve nizama sokuyor. O sırada annem İzmir’de ve babam Lozan’a gidiyor. İlk seferinde 4-5 ay kalıyor. Kesintiye uğruyor, geri dönüyor. O dönem annemle birbirlerine yazdıkları mektuplar var. Annem o mektupları zarflarıyla saklamış. Şimdi görseniz sanki bugün gelmiş gibi.
HERKES EVİNİ BIRAKMIŞ GELMİŞ CUMHURİYET KURULUYOR
*Onları yayınlayacaksınız değil mi? O anılar artık tarihe tanıklık. Siz anlatırken hemen gözümde canlanıyor... Lozan... o zamanki aileler... Cumhuriyetin hangi temellerin ve özverilerin üzerine kurulu olduğunu görüyoruz.
- Aileye çok düşkünler, biraz sonra anlatacaklarımda da Atatürk’ün aileye ne kadar düşkün olduğunu göreceksiniz. İlk günden beri Ankara’ya aileler yerleşsin istiyor. O zaman Türkiye’nin dört bir yanından insanlar evlerini ailelerini bırakıp geliyor. Mühendisler... mimarlar... doktorlar... çünkü o zaman Cumhuriyet kuruluyor.
Fakat kalacak yerleri yok. Hepsi bekar evlerinde, birkaç kişi aynı evi paylaşıyor. Atatürk onlara hep “ev buldun mu... aileni getirdin mi...” onu soruyor. Ama sonra anlatacağım...
*Tamam, daha Lozan’dayız... anladım.
- Babam görüşmeler kesilince geri geliyor. Ankara’ya gidiyor, hatta Latife Hanım’la birlikte Atatürk onu karşılıyor. Tekrar ikinci defa giderken babam Atatürk’ten izin istiyor. Eşimi de götürebilir miyim diye. Atatürk çok memnun oluyor. “Eşin genç, dünyayı görsün fikren açılsın, öğrensin” diyor.
Annem oraya gittiğinde, gene mektuplardan görüyoruz, hayat tarzının ne kadar çağdaş olduğunu, hanımların ve erkeklerin hep beraber olduklarını, hanımların otomobil kullandığını söylüyor. Bir de sokakta yürürken gördüğü çocukların ne kadar sağlıklı, ne kadar mutlu çocuklar olduğunu... Kendisi o sırada çocuğunu kaybetmiş. “Türkiye ne zaman bu kadar mamur olacak, Türk çocukları ne zaman bu kadar sağlıklı olacaklar” diye annem hep içinden bunları, bu heyecanı yaşayarak orada bulunuyor. Babam toplantılarda çalışıyor. Annem onları da anlatırdı. Üç tane odaları varmış, yatak odası, yemek odası ve çalışma odası. Onların parasını devlet verirmiş, yalnız yemek paralarını kendileri ödermiş.
Döndüklerinde babam anneme “Ben artık İzmir’de bir süre senin yanında kalacağım, dinleneceğim” diyormuş. Bu olmuyor tabii. Annem İzmir’e, babam Ankara’ya gidiyor. Ev telaşına düşüyor hanımını getirebilmek için. 1923 yılında başka yerlere de bakıyor, ancak burası Atatürk’e yakın olacak diye bağ evi olarak alıyor. Anneme müjdesini yazıyor. Onların da mektupları duruyor. Hep “Bir ev buldum, merak etme. Bir an evvel tamir ettirip seni buraya aldıracağım” diyor. Çok basit şeyler, ama o zamanın şartlarına göre iki sene sürüyor. O sırada Ömer abim doğuyor.
LATİFE HANIM’IN ANNE OLMA HEYECANI
Latife Hanım da o sırada İzmir’de, daha Ankara’ya gelmemiş. Annemi tebriğe geliyor. Ömer abimi kucağına veriyorlar. Latife Hanım seneler sonra bir mektubunda Ömer abime o günü anlatıyor, “İlk defa seni kucağıma verdikleri zaman anne olmanın heyacanını, ümidini; çocuk sahibi olmanın hevesini arzusunu hissetmiştim” diyor. Ama ona kısmet olmamış. O sırada Atatürk istasyonda bir binada kalıyor. Atatürk ordan köşke geçince, bu evin daha tadilatı bitmeden annem geliyor, aynı binada kalıyorlar, burası tamamlanınca taşınıyorlar.
YA KURTLAR ÇANKAYA’YA İNER BİZİ YERSE
- Neyse kısaca bizimkiler evlendikten dokuz yıl sonra bu eve taşınıyorlar.
*Bu haliyle miydi, peki?
- Hayır. Girdiğimiz ilk iki oda bağ evi. Onların üstünde bir kat daha var, onu biraz daha düzeltiyorlar. Sonra Atatürk arzu ediyor böyle bir yemek odası olsun diye.
*Burası tamamen ilave, öyle mi?
- Bilardo odası da öyle. Burası 25-26 yıllarında ilave ediliyor. Atatürk burada bir de balo verilsin istiyor. Babam “ev küçük” diyor. Atatürk de “ilave edersin” diyor. İlaveler uzun sürdüğü için, 27 senesinin balosu burada veriliyor
*Çare hep bulunuyor, değil mi... O balo verildiği günlerde havalar soğuk... etrafta ev filan da yok elbette...
- Elimizde İsviçre maslahatgüzarının yazdığı bir mektup var. Ona da davet gitmiş. Davete gelmekten mutluluk duyacağını söylüyor, “Salı akşamı saat 22.00’de orada olacağım” diyor. Bu mektuptan o tarih ve saatte yapıldığını öğreniyoruz.
*Başka ülkelerin büyükelçileri de var...
- Evet, pek çok büyükelçi geliyor. Hatta Fransa elçisi, eşi olmadığı için kızıyla geliyor. Çok güzel bir kızı var. O zamana göre kolsuz dekolte bir kıyafet giymiş.
*Bunları annenizden duyuyorsunuz.
- Tabii... Annem kızı çok beğenmiş. Akşam herkes gidince babama “aman ne kadar güzel” diyor. Babam da “insanoğlu iyi taşıyabildiği sürece her kıyafeti namuslu bir şekilde giyebilir, ama zamanında yapmak lazım yaşlandıktan sonra heves edersen yakışmaz” diyor.
*Anneniz de öyle giyer diye mi acaba...
- Belki...
* O gün karlı bir gün. Amerika büyükelçisinin de anılarında var.
- Mr. Grew, Lozan’da da bulunuyor, sonra buraya büyükelçi olarak atanıyor. Gelirken kardan araçlar kara saplanmış. Misafirlerin bir kısmı yürüyerek gelmişler. Hatta kara saplanan, ayakkabılarını kaybeden hanımlar da olmuş. Yalın ayak gelmişler diye anlatıyor. İngiliz büyükelçisi de araba çıkamadığı için yürüyerek evine gidiyor. Hatta aralarında takılıyorlar, “Şimdi kurtlar iner de bizi yerse, yarın sabah kıyafetlerimizi bulanlar ne diyecek acaba...” diye.
Daha sonra Ankara Palas bitiyor. 1928’den sonra bütün balolar orada veriliyor.
*Düğünler de...
- Benim hatırladığım annem o Cumhuriyet balolarına hep milli giysiler giyerdi. Şimdi içeride bir tane var onu sergiliyoruz.
*Çok zarif ve güzel bir elbise, siz de giydiniz mi hiç...
- Vakıf kurulmadan önce giyiyorduk... O zamanlarda o tarz kıyafetler giyilirmiş. Babam o sırada Ankara’da yokken, Atatürk işte bu elbiseyle annemi almış ve Ankara Palas’ta balo da dans etmişler...
* Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 3, s.
** Joseph Grew, 1921-1924 yılları arası ABD’nin İsviçre büyükelçisi olarak görev yapmıştır. 1927’de Türkiye’ye Amerikan büyükelçisi olarak atanıyor.
BÖLÜM 2
Babama sorarlardı, ‘Kavga eder miydiniz’ diye, ‘Biz bin defa kavga ettik. Bu merak edilecek bir şey değil ki, biz kritik dönemlerde ve o kadar uzun süre nasıl birlikte çalışabildik, esas merak edilmesi gereken bu’ derdi
1923’ten bu yana Çankaya tepesindeki bağ evinden bozma yapma Pembe Köşk’te geçmiş değil, gelecek konuşuluyor. İleride yapılacak işler.
Biz de bir anlamda geleneği bozmuyoruz. Sayın Özden İnönü Toker’in anlattıklarından yarına yönelik neler çıkarabiliriz diye çalışıyoruz. Nasıl olması gerekirleri...
MERAK EDİNİZ SORU SORUNUZ
Özden Hanım da öyle diyor:
- Zaten bana Atatürk dediğiniz zaman, O aydınlık, güç, kuvvet, ümit hakikaten O’ydu...
| O dönemden anladığımız ve bize öğrettiği de o. Kadın öğretmenlere bir konuşmasında der, “neden elinizdekilerle mutlu oluyorsunuz, siz daha ilerisini daha ilerisini istemelisiniz, benim bu oturduğum koltukta siz oturmalısınız...”
- Atatürk bunu biz çocuklara da hep anlatırdı. Derdi ki: “Merak etmeniz lazım. Soru sormanız lazım. Her söylenene hemen inanmayın. Her zaman ‘acaba’ deyin. ‘Neden yapılmış’, ‘nasıl yapılmış’, ‘kimler yapmış’, hep aklınızda bir soru işareti olsun. Onun için hep soru sorun ve hep bana soru sorun.”
| O zaman Cumhurbaşkanı, önünde titrenmesi gereken bir insan... ona bile soru sorulabilir... “Sormak” bilimin birinci koşulu...
- Örneğin “Kendinize hep güveneceksiniz ve karşınızdaki ile konuşurken hep gözlerinin içine bakacaksınız” derdi, “kendinize güvendiğinizi göstereceksiniz...”
| Sizlere özel bir ilgisi vardı galiba, değil mi?
- Ama o zaman bütün çocuklar orada. Ayrıca ben kendi ailemi bildiğim için Atatürk’ün benim ailemdeki yakınlığını anlatabiliyorum. Atatürk bütün arkadaşlarıyla, onların çocuklarıyla, onların tahsilleriyle, onların hayatlarıyla, hepsiyle ilgilenmiş. Kazım Özalp’in çocuklarıyla örneğin.
| Evet, Teoman Özalp’in adını koyarken bile... hatta uzun bir tarih tahlili de yapıyor..
-Ağabeylerim benden daha büyüktü ve okuldaydılar. Bu masada yemek yemediler. Ama ben Ülkü’yle birlikte oturdum. Artık Atatürk’ü anlatabilirim...
| Anlatacak ne çok şey var...
- O dönemin her şeyini annem muhafaza etmiş. Çocuklara söylüyorum ben anlattığım her şeyi delille anlatıyorum.
| Siz de bir fotoğrafta varsınız değil mi Atatürk’le düğünde galiba.
- Kazım Özalp Paşa’nın büyük kızı Neriman Hanım’ın nişanında. Üç yaşındayım. Babamla Atatürk’ün yanındayım. Cumhuriyet’in 10’uncu yıl kutlamalarında bir resmim var çok sevdiğim. Büyük şenlikler oluyor. Rusya’dan da bir film ekibi geliyor, belgesel çekiyorlar bilirsiniz.
| Elbette, sık sık yayınlıyoruz.
- O sırada babam başvekil. Bu bahçede onunla da görüşüyorlar. 10 yılda neler yaptıklarını ve ilerideki 10 yılda neler yapacaklarını anlatıyor. Ben bahçedeymişim. Beni görünce kucağına alıyor. Bütün kameralar bize çevriliyor. Çok iyi hatırlamıyorum ama o kadar çok anlatıldı ki... Ama Cumhuriyet’in 10. yılından itibaren ben hep varım. Onun için sorumluluğum var.
ANNEM DİNİNE BAĞLIYDI
| Devrimler oluyor. Harf devrimi, kıyafet devrimi... Anneniz kolay geçmiş mi...
- Siz bu konulara meraklısınız, daha iyi takip edersiniz tabii... Cumhuriyet’ten çok daha evvelden bilhassa İstanbul’da kadınların başka türlü yaşama, giyinme hakları, talepleri var. Bir sürü kadın dergisi çıkmış. Başka yaşam tarzı gösteren. Onun için anneme pek de yabancı değilmiş herhalde.
Ama örtülüyken açılmış olması var. Ancak annem son derece dinine bağlı, beş vakit namaz kılan, oruç tutan bir insandı. Kuran-ı Kerim okurdu. Bu evde o yaşam tarzı hep devam etmiştir. İnancını kendinde yaşayıp, başını örtüp Kuran okuduktan sonra başını açıp babamla hastanelere de gitmiş, hastabakıcı kurslarına da gitmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda burada ameliyatlara da girdi. Ata da bindi, dikim evlerinde askerlere diğer kadınlarla birlikte kıyafetler de dikti. Annem hakikaten bilinçli olarak ne yapılması icap ediyorsa hepsini yaptı. Ama evine döndüğü zaman namazını kıldı. İkisini de pekala içine sindirdi, inandı.
| Laikliği evinizde canlı bir biçimde yaşadınız anlaşılan. Sayın İnönü’yü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konser salonlarından da hatırlıyorum. Adada çivileme yaparken de oradaydım. İyi satranç oynadığını, kimyaya merakını biliyorum. Babamla briç oynarlardı. Hep konuşulurdu çok tutumlu diye. Bir gün iki buçuk lirasını almışlar. Çerçeveleteceklerdi. Ama vermemiş galiba. Faytona binmez yürür... O dönemin zorluklarından kaynaklı galiba. Bu bir yaşam tarzı.
- Biz her zaman memur ailesi gibi yaşadık. Gelen konuklara soruyorum memur ailesi ne demek diye. Sonra kendim cevaplıyorum. Ayın başında aldığı maaşla, ayın sonuna kadar idare etmeye mecbur olan. Bu evden hiç bir şey eskidi, modası geçti diye atılmadı. Her zaman bir çaresini bulup onu kullandık. Her şey saklandı, tamir edildi, elbiseler kısaltıldı, uzatıldı.
| Hatta kızlar torunlar da... Bedenler de pek değişmedi galiba.
- Annemin gelinliğini 60 sene sonra Gülsüm giydi.
| Yeniden masaya dönelim. Ünlü bu sofraya. Atatürk de geliyor, nerede oturuyor?
- Şu karşıdaki sandalyede. Haftada bir-iki defa buraya yemeğe gelirmiş benden evvel de. Gelmeden telefon edermiş, “Hanımefendi müsait mi bu akşam şu kadar kişiyle geleceğim” diye. Bu yemekleri kendi evinde de verebilirken burayı tercih etmiş. Belki de burayı bütün devrimlerin yaşadığı bir laboratuvar olarak görmüş. Bir çok şeyi burada yapmak istemiş. Masa 30 kişilik oluyor. Arkadaşlarıyla geliyor.
İlk zamanlar köpeği varmış, onunla gelirmiş. Ağabeylerim ilkin korkmalarına rağmen alışmış, oynamaya başlamışlar. Geldiği zaman sevinirlermiş. Hem Atatürk gelecek diye hem de köpek için. Bir gün Atatürk, Ülkü’yle geldi. Bizi tanıştırdı. Ülkü’ye “bak bu senin Özden ablan”, bana da “Bu Ülkü, sana yeni bir kardeş, hadi gidin oynayın” dedi. Akşam yemek saati gelince bizi de çağırdı, masanın şu ucundan da ben oturdum, Ülkü şurada, yemek yedik. Nasıl akademik olduğunu, çalışma yemekleri olduğunu... Atatürk’ün istediği gibi baktığınızı görürseniz, söylenenleri duyarsanız o masalarda çok şey gördük, çok şey öğrendik.
| Hep anlatılır, resimlerde de var. Sofrasında hep kağıt kalem olurmuş.
- O hiç dikkatimi çekmemiş demek ki, hatırlamıyorum.
| Belki özel kararlar alacağı zamanki yemekler olabilir. Bir çeşit danışma yemekleri yapılıyor. Ertesi gün Meclis’te tartışılacak bir konu hakkında uzmanları çağırıp fikir alıyor, oluşturuyor, olgunlaştırıyor.
- Eve gelir, herkes onu karşılar. “Nasılsınız çocuklar” der, hatırını sorar. “Çocuklar” deyişinde özel konuşma tarzı vardı. Sesi tabii o televizyonlardakine hiç benzemiyordu. İnsanın içine işleyen, gür, kuvvetli bir sesi vardı. Eğer vakit varsa babamla bilardo oynardı.
Atatürk’ün kendi evinde de vardı. İyi oynarlarlarmış. Sonra masaya geçilirdi. Babam sağına oturur. Diğer arkadaşları da masaya otururdu. Ama sizin de belirttiğiniz gibi kafasında bir proje var okul, hastahane, fabrika, sağlık sorunları var, işsizlik sorunları var yani kafasında bir soru var ve bunu açacak, ama açmadan önce herkese özel bir ilgi gösterirdi. O zaman Ankara sıkıntılar içinde. Mesala filanca beye “Ev buldun mu, hâlâ bekar mı yaşıyorsun, aileni ne zaman getireceksin veya sen getirdin, ama çocuklarına okul buldun mu...” okul da yok.
| O kadar ayrıntısıyla herkesin özel hayatını biliyor.
- Şimdiki tabirle herkese dokunmasını bilirdi. Herkes o zaman “kukla değilim; bana, fikrime değer verilen bir masada oturuyorum” derdi, o hisse kapılırdı. O çok güzel bir şey. Filanca “Hastalıklardan kurtulamıyoruz yaygın hastalıklar çok fazla” diye söylerdi ve “Ne yapmalıyız” diye herkese teker teker sorardı. Ondan sonra kendi düşüncesini söyler ve asıl tartışma ondan sonra başlardı. Atatürk gibi düşünenler, düşünmeyenler... Atatürk herkesi sonuna kadar dinlerdi.
| Herkes rahat fikrini söyleyebiliyor muydu?
- Daha önce herkese o ilgiyi göstermesi onları rahatlatıyor, rahatça fikrini söyleyebilirsin hissini veriyor.
| İçilip bağırılıp çağırılan bir yer değildi yani...
- Hayır, asla! Çocuklara da söylüyorum zaten. Bu kadar kısa zamanda okuduğu kitaplar, yaptığı başardığı bu işler, sabahtan akşama kadar içki içen bir insanın yapacağı bir şey mi... Bunun için akıl lazım... İmkansız bir şey... Rahatsızlığı da tamamen çok çalışmaktan olan bir şey...
| Gençliğinde hep sağlığını ihmal etmiş. Cephede geçmiş hayatı . Zor bir yaşam.
AİLELER ARASINDAKİ İLİŞKİLER
| Ankara’daki hayat nasıldı? Aileler arasındaki ilişkiler?
- O zaman Ankara’nın başkent olmasını bir heves sanıyorlar. Yabancı büyük elçiler buna hiç inanmıyor ve istemiyor. Hepsinin lüks içinde villaları, sarayları var İstanbul’da. Atatürk büyükelçilere randevuları hep geç saatlerde verirmiş, hiç olmazsa bir gece Ankara’da kalsınlar diye.
Aileler arasında ise yakın ilişkiler vardı. Celal Bayar’ın, Kâzım Karabekir’in aileleri arasında çok yakın ilişkimiz vardı.
Bir bakan mesela görevinden ayrıldığı zaman, annem babama onların yanına daha çok gitmesi için zorlardı. O ilişkilerini, hep aynı ahbaplığını devam ettirmek isterdi. Mevkisi ne olursa olsun... insin çıksın...
| Atatürk’le çok özel bir arkadaşlıkları var. Lozan’dayken yazışmalarını biliyorum. Nasıl yakın, duygusal, cesaret veren...
- Hızır gibi yetişirsin filan diyor. Çocuksu bir halleri de var, değil mi mektuplarında... Duygularını açıyorlar birbirlerine
| Kişilik olarak birbirlerine çok benzemiyorlar. Örneğin Atatürk daha atak, İnönü ise daha tedbirli sanki.
- Babama güven duymuş babama.
| Anlatırlar mıydı ilişkilerini? Değişik şeyler söyleniyor bildiğiniz gibi.
- Duruma göre, siyasete göre insanlar yükseltilip tenkit ediliyor. Ne yazık ki Latife Hanım’da da aynı şeyler var. Başta hep Atatürk haklıydı, Latife Hanım haksızdı. Sonra ortalık karışmaya başladı, Latife Hanım haklı... Halbuki ikisinin de haklı ve haksız yanları var.
LATİFE HANIM’I EMANET ETTİ
| İsmet İnönü’ye yazıyor, Latife Hanım’la ayrılmaya karar verdik diye.
- Biraz emanet ediyor sanki. “Bizde eşinden ayrılanlar bir köşede birakılır, sen ilgileneceksin” diyor. Latife hanım o günden sonra zaten bizim bir aile ferdimiz gibi oldu. Çocukken İstanbul’a gittiğimiz zaman hep Latife Hanım’ın evine giderdik. Evi Atatürk’ün evi gibidir. Atatürk’ün resimleri doludur, onun eşi gibi konuşur, yaptıklarını takip eder, onlardan bahsederdi.
| Çok genç evlendiklerinde. Galiba dokuları da biraz farklı.
| İkisi de birbirinin ideali. Biri vatan kurtaran aslan, ondan iyisi bilgilisi büyüğü yok. Diğeri de çağdaş Türk kadını olarak görüyor.
| Gözünün içine bakarak konuşması etkilemiş.
| Fikrini söyleyecek. Hakkını savunacak. Kendi bildiğini yapacak. Her iki taraf da ben en iyisini bilirim diyen evlilik yürümez.
| Latife Hanım sonradan çocukluk yaptım diyor.
- Evet, ama o da çok bilgili, lisan biliyor. Atatürk de onu öyle beğeniyor.
| İnönü’yle ilişkilerini tam olarak konuşamadık, dargınlar mıydı?
- Asla! Babama sorarlardı, “Kavga eder miydiniz” diye “Biz bin defa kavga ettik” derdi, “Bu bin defa kavga edip etmediğimiz merak edilecek bir şey değil de, bu kadar sene kritik dönemlerde ve o kadar uzun süre nasıl birlikte çalışabildik, esas merak edilmesi gereken bu” derdi. Son dönemlerinde yoruldular, bir dinlenme oldu. Atatürk o kadar sık gelmese de, bu evde hep yaşadı. Özel kalem müdürü Vedat Üzgören vardı. O Atatürk’ün babamın yanına verdiği yardımcısı gibiydi. Başbakan olmadığı zaman da. Hep geldi. Şu sandalyeye oturdu. Atatürk’ün her zaman babamdan ve babamın da her zaman Atatürk’ten haberi vardı. Babamın Ankara’da kalması sanki Atatürk’e huzur veriyordu.