Asimilasyon bir insanlık suçudur

Tayip Erdoğan son Almanya gezisinin ardından Partisi’nin Meclis grubunda yaptığı konuşmada aynen bu ifadeleri kullandı. “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür.” Asimilasyonu insanlık suçu olarak nitelemek, ancak insanlık tarihinden bihaber olmakla açıklanabilir.
Tarih:

Tayip Erdoğan son Almanya gezisinin ardından Partisi’nin Meclis grubunda yaptığı konuşmada aynen bu ifadeleri kullandı. “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür.” Asimilasyonu insanlık suçu olarak nitelemek, ancak insanlık tarihinden bihaber olmakla açıklanabilir.

Asimilasyon, çok kısa bir tanımlama ile ifade edecek olursak “kendine benzetme”dir. Toplumlar arası ilişkilerde ise asimilasyon, karşılıklı alıp vermelerle birbirlerine benzeşme olarak ifade edilebilir.

Kendine benzetme hiçbir zaman tek taraflı olmaz. Ama her zaman bir esas vardır.

Elbette bu alış verişlerde ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel bakımlardan daha avantajlı, yani daha ileri durumda olan toplum, diğer toplumu daha fazla asimile eder, yani daha fazla kendine benzetir.

TARİHTE ASİMİLASYON

İnsan toplulukları arasında hiç ilişkinin bulunmadığı veya asimilasyonun hiç olmadığı dönem, ilkel kabile yaşamının hâkim olduğu dönemdir. Tarihin bu döneminde, bir artı ürün yaratılamadığı için, farklı toplumlar arasında ilişkinin esası olan ticaret de yoktu.

Kabileler arası ilişkiler, birbirlerinin av ve yiyecek toplama sahalarını ele geçirmek amaçlı kavgalardan ibaretti. Bir kişi kendisini doyurmanın ötesinde bir artı ürün sağlayamadığı için esir alma ekonomik değildi. Kabileler arası kavgalarda ele geçen esirler öldürülüyordu.

Doğal olarak ilişkilerin bundan ibaret olduğu dönemlerde asimilasyon da olmaz.

Onun için farklı diller ve kültürlerin varlığı açısından dünyamıza bakıldığında gördüğümüz manzara şudur: Gordon Childe “Tarihte neler oldu?” adlı kitabında şu bilgileri veriyor:

‘Tümünün 200 bin kadar olduğu tahmin edilen Avustralya yerlilerinin konuştuğu dillerin sayısı beş yüzden aşağı değildir… Kaliforniya’nın 3613.5 kilometrekare tutan topraklarında yaşayan yerli kabilelerin konuştukları dillere bakıldığında, 31 dil ailesi ve en az 135 lehçe ile karşılaşılır.’

Öte yandan dünyanın toplumsal gelişmişlik açısından daha ileri bölgelerine bakıldığında ise yüz milyonlarca insanın, milyonlarca kilometre karelik topraklarda tek bir dili konuşmaya başladıklarını görebiliyoruz.

Elbette bu tek dil, eskinin tek bir kabilesinin konuştuğu dil değildir. Bir kökü elbette vardır ama o dil yüzlerce hatta binlerce dilden beslenerek, her birisinden bir şeyler alarak zenginleşmiş ve böylece yüz milyonların ihtiyacına cevap veren dil haline gelmiştir.

UYGARLIĞIN DOĞUŞU

Bu gerçeğin ışığında tarihe baktığımızda şöyle bir sürecin yaşandığını görüyoruz:

Asimilasyon esas olarak uygarlık ile birlikte insanlığın gündemine girmiştir. Mezopotamya uygarlığı, Asya kökenli Sümerlerle, Güneyden gelen Sami halkların kaynaşmasının sonucudur. Akad dili Sami kökenliydi ama Sümerceden de çok şey almıştı.

Mısır, başta Ortadoğulularla kuzey Afrikalıları; daha sonra bütün Akdeniz havzasını kucaklayarak, o zamanın bilinen dünyasının bütün birikimini kendinde birleştirdi.

Yunan ve Roma uygarlıklarının temelinde Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarının kazanımları vardı. Martin Bernal, Kara Athena adlı eserinde Yunan uygarlığının temelindeki Doğu Akdeniz ve Mısır uygarlığının büyük katkısını tartışma götürmez kanıtlarla ortaya koyar.

Çin ve Hint uygarlıkları; yüzyıllar ve bin yıllar boyunca gerek ticari ilişkiler, gerek birbiri peşi sıra gelen fatihlerin katkıları ve gerekse de bu topraklarda kurulan büyük uygarlıkların çevrelerinde bulunan halklar başta olmak üzere, ellerinin uzanabildikleri her yerden aldıkları ile “zenginleştiler” ve geliştiler.

Kısaca söyleyecek olursak, insanlık, eğer asimilasyon varsa tarih içinde ilerleyebilmiştir.

İLKELLİK

Bütün büyük uygarlıklar farklı kültürlerin bir araya gelmesi ile ortaya çıkmıştır. Bunun tek bir istisnası yoktur. Asya, Avrupa ve Afrika’da yaşayan toplumlar birbirlerinden öğrenme ve birbirlerini asimile etme olanaklarına sahip oldukları için, insanlık tarihi esas olarak yeryüzünün bu bölümündeki gelişmelerle ilerledi.

Öte yandan Amerika kıtası 15. yüzyıla kadar dünyanın geri kalan bölümünden tecrit olduğu için ne asimile etme, ne de asimile olma olanağına sahipti.

Bunun sonucunda Avrupalılar bu kıtaya ayak bastıkları zaman, bu kıtanın kendi başına yaşayan toplumları, iç dinamikleri ile ancak ilkel devlet (Kabile konfederasyonu) aşamasına kadar gelmişlerdi. Oysa bu kıtaya ilk geldikleri zaman, dünyanın diğer kıtalarındaki halklarla aynı gelişme aşamasında bulunuyorlardı.

Diğer bir tecrit kıtada, Avustralya’da yaşayan Aborjinler ise, Amerika yerlileri gibi büyük bir kıtada yaşamak avantajına da sahip değillerdi. Dolaysıyla çok daha geri bir gelişme seviyesinde (yontma taş çağı) kalmışlardı.

Aynı şekilde Amazonlarda, Afrika’nın ve Borneo’nun tropik ormanlarında yaşayan kabilelerin de başka toplumlarla ilişkileri yoktu. Ve dolaysıyla Tayip Erdoğan’ın bahsettiği “insanlık suçu”nu ne işlemeleri; ne de bu suça maruz kalmaları söz konusu idi.

Dolayısıyla insanlık tarihinin ilk gelişme basamağına kazık çakıp kaldılar.
mbgultekin@ip.org.tr