Teori Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Arslan Kılıç'ın "İslamcı akımlar ve emperyalizm" başlıklı makalesi Teori dergisinin Eylül'09 sayısında yayımlandı. Yazıyı aşağıda sunuyoruz.
İslamcı akımları çoğaltan İslamiyet içi ayrılıklar
Teori’nin bu sayısında Türkiye’deki İslamcı akımların emperyalizmle ilişkilerini inceliyoruz.
Önce bir tanım yaparak konunun siyasi çerçevesini belirleyelim. “İslamcı akım” ya da “İslamcı hareketler” terimleri ile, devleti ve toplumsal yaşamı İslami esaslara göre düzenlemek isteyen örgütlenmeleri, grupları kastediyoruz. Bunların en bilinen örnekleri dinci siyasi partilerle tarikatlar ve cemaatlerdir. Dînî önderinin (şeyhin, “mürşit”in, vb) veya etrafında toplandıkları “tebliğ vasıtası”nın ve “irşad makamı”nın (yayın organının, tekkenin, dergâhın) adıyla anılan gruplar, dünyevi alanı kendi İslam anlayışına göre düzenlemeyi savunan dini hareket ve akımların diğer örneklerini oluşturmaktadırlar.
Kuşkusuz ki, bu alanda bir tek ülke içinde (örneğin Türkiye’de) bile bir tek dini/İslami anlayıştan söz etmek olanaksızdır. İslam’daki, daha dört halifenin sonuncusu ile ve mezhep düzeyinde başlayan ayrılıklar, zamanla mezheplerin de yeni mezhepleri doğurması, mezheplerin tarikatlara, tarikatların tarikat kollarına ve cemaatlere ayrılmasıyla kesintisiz olarak sürmüştür. İslamiyet’in yayıldığı alanlardaki iktisadi ve siyasi düzen ve toplumsal gelişme düzeyi farklılıkları, coğrafi ve kültürel farklılıklar ve bu farklılık etkenlerindeki zamanla otaya çıkan değişip gelişmeler, her zaman, yukarıda saydığımız İslami akım ve hareketlerdeki çeşitliliği ve sayıyı artırmıştır. Sonuç olarak, daha çok, İslam’ın toplumsal sistem ve yaşamdaki değişme ve gelişmelere uyarlanması, özellikle de sınıflı toplumların sonuncusu ve en gelişmişi olan kapitalizme eklemlenmesi temelinde ortaya çıkan İslami akım ve yapılanmaların sayısı Tûbâ ağacının dalları kadar İslam anlayışı ve yorumunu ortaya çıkarmıştır.
İslam’ın kapitalizmle karşılaşması
İslam’ın kapitalizmle karşılaştığı ilk coğrafyalar, Osmanlı İmparatorluğu başta olmak üzere, Mısır, İran ve Hindistan(Pakistan) oldu. Ticaret kapitalizminin el attığı bu ilk alanlar, sistemin emperyalizme evrilmesine bağlı olarak, 19. yüzyılın ortalarına doğru yarı-sömürge ve sömürgeler haline geldiler. Hindistan’daki İngiliz kapitalizminin erken ve klasik sömürgeciliği, 18. yüzyılda egemenliğini kurdu.
İslamiyet, kapitalizmle erken tanıştığı bu coğrafyalarda devlet dini idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda, İran ve Mısır’da, Hint Müslümanlarının bölgesinde, toplumsal ekonomik sistemin ve onun üzerinde yükselen siyasi örgütlenmenin dayandığı ideoloji İslamiyet’ti.
Kapitalizmle birlikte dünya uyarlığının merkezi Batı’ya, Atlantik’e kaydı. İslam’ın egemenliğindeki Doğu ülkeleri, bilim ve teknolojinin geliştiği Batı karşısında önce üstünlüğü kaybettiler. İslam coğrafyasının gerileme çağı başladı. Gerileme giderek (18. yüzyıldan başlayarak) yenilgiye ve kapitalist Batı’nın egemenliği altına düşmeyle yüz yüze gelmeye dönüştü. Bütün bir 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başı, İslamcı Doğu’nun Batı, İslam’ın kapitalizm karşısında yenilgilerinin tarihi oldu.
Batı karşısında bilgi, bilim, teknoloji, ekonomi alanlarında geri kalma, siyasi ve askeri alanlarda yenilgiler ve en sonunda Batı’nın egemenliği altına girme tehdidi ile yüz yüze gelme, başta Osmanlı olmak üzere, İslam’ın egemen olduğu Doğu’da önce büyük şok ve şaşkınlığa, giderek de yoğun tartışmalara yol açtı. Batı’nın yeni sistemi ve o sisteme karşı tavır konusu, kapitalizmle erken yüz yüze gelen İslam ülkelerinde 19. yüzyıl boyunca tartışılan temel sorunlardan biri oldu.
Kapitalizm sadece üretim ve ticareti geliştiren, yüksek askeri güç sağlayan ve insan yaşamını kolaylaştıran yeni teknolojiler sisteminden ibaret bir düzen değildi. Aynı zamanda, dini dünya işlerine karıştırmayan, bilimi ve aklı esas alan, eski(feodal) üretim ilişkilerine ve onların üzerinde yükselen hukuk, eğitim, yönetim sistemlerine de son veren bir düzendi. Esasen yeni üretim, savaş, tıp vb tekniklerini yaratan da bunlardı. Bu nedenle İslam’ın ve İslam’a dayanan sistemlerin kapitalizmle ilişkisi konusu, en başta dini kurum ve yapılanmaları, sistemin egemen sınıfı içinde yer alan din adamlarını ilgilendiriyordu. Bu yüzden, Batı’nın yeni sistemine (kapitalizme) karşı nasıl bir tavır alınacağı konusu, Osmanlı egemen sınıfları ve yeni yetişmekte olan Batı etkisindeki aydınlar arasında yoğun olarak tartışıldı. Osmanlı feodal sisteminin temel kurumlarından olan dini kurum ve örgütlenmelerle egemen sınıfın bir parçası olan din adamları, tartışmanın merkezinde yer aldılar. Çünkü, sistemin yetersizlikleri ve zaafları ile bunlara çare olarak düşünülen önlemler, yol ve yöntemler, bunların egemenliğini doğrudan ilgilendiriyordu.
Osmanlı yenilikçiliği ve devrimciliğine karşı İslamcı akımlar
19. yüzyılın başından başlayarak, Batı’daki gelişmeleri yakından izleyen ve o gelişmelerin etkisinde kalan aydınlar, İslamiyet ideolojisine dayalı Osmanlı feodalizmini, geriliğin sebebi olarak sorgulamaya başladılar. Yeni Osmanlılardan Ziya Paşa 1868’de Cenevre’de yazdığı, Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm dizeleriyle, Batı’daki bilimsel, teknolojik, iktisadi ve siyasi devrimlerden etkilenen Osmanlı aydınlarının duygularını dile getirdi.
Tartışmanın kutupları, sistemi koruyarak Batı’nın tekniğini ve kurumlarını almayı savunanlarla, sistemde reform ve köklü değişikliklere gidilmesini savunanlar olarak belirdi. “İslahatçılar” olarak anılan birinci kutbun başını, Batı ile sıkı ilişki içinde olan yüksek bürokrasi çekiyordu. Bunlar, Galata’da, Karaköy’de üslenmiş tefeci ve Batı ile ticaret ilişkisi içinde olan gayrimüslim komprador burjuvazi tarafından destekleniyordu. Tanzimat’ın öncüleri ve mimarları bunlardı.
Saray ve çevresindeki din adamları da bu gruba dâhildi. Feodal aristokrasinin başı olarak Padişah, Saray çevresinde kenetlenmiş yüksek feodal bürokrasi, Sarayla kader birliği içinde olan ulema (ilmiye sınıfı), medrese ve dini kurumlar, kendi özel ve imtiyazlı konumlarının korunması kaydıyla, eskimiş olan sisteme Batı’dan alınacak kimi yeni kurumların eklemlenmesine itiraz etmiyorlardı. Hatta destekliyorlardı. Ulema ve dini yapılanmalar içinde, sistemdeki bozulma ve yozlaşmayı sistemin köklerine dönerek düzeltmeyi savunan daha tutucu, bağnaz ama güç olarak daha cılız unsurlar da vardı. Ama bunlar “Islahatı” destekleyenlere, “İslahatçı” dini zümre de Saraya bağlıydı. Sonuçta, “Islahat” zincirinin dini cephesinde bir kopukluk yoktu. Devlet dışında örgütlenmiş, ama sistemin unsuru olan tarikat, cemaat, dergâh, tekke gibi dini kurumların yenileşme ve değişme konusundaki tutumu da ulema sınıfınınki ile aynıydı.
Saflaşmanın bu kutbu, sistemi sorgulayan ve feodal sistemde köklü değişiklikler öngören aşağıda anlatacağımız seçeneğe şiddetle karşı çıkıyor, onu bastırmak ve boğmak için elinden geleni yapıyordu.
İkinci kutbun önderliğini, Batı’nın gerçekleştirdiği devrimlerden etkilenerek Osmanlı’yı laikleşme-uluslaşma-demokratikleşme ekseninde devrimci değişikliklere zorlayan aydınlar yapıyordu. Kuşkusuz bunların, Osmanlı sosyal sınıfları içinde dayandıkları ve temsil ettikleri bir kesim vardı. Ağırlıkla İmparatorluğun Avrupa coğrafyasındaki topraklarında filizlenmiş olan henüz zayıf ama genç burjuvazi, yenilenmeci ve reformcu aydınların başlıca dayanaklarındandı.
Öte yandan, çok uluslu Osmanlı devletinin Avrupa’daki topraklarında baş gösteren ve Osmanlı’dan koparak kendi milli devletlerini kurma yönünde gelişen milli hareketler, imparatorluğu dağılma sürecine sokmuştu. Osmanlı coğrafyasında esen milliyetçilik akımları, bir yandan bu dağılmayı getirirken, diğer yandan da, imparatorluğun Türk unsurunu da etkisi altına alıyordu. Devlet bürokrasisinin askeri, mülki ve “teknokrat” kadroları, hem Avrupa burjuva devrimlerinin serpintisi, hem de imparatorluğun dağılmasına yol açan Balkanlardaki milliyetçi hareketlere tepki olarak ortaya çıkan bu gelişmeden en çok etkilenen kesimdi. Türk milliyetçiliğinin, sonu kaçınılmaz olarak uluslaşmaya ve ulusal devlet olmaya çıkacak doğal akışı ve gelişmesinde, devletin feodal yapısı ile hesaplaşmaya girmesi kaçınılmazdı. Feodal yapının ideolojik harcı İslam, ayaklarından biri de dini kurumlardı. Türk milliyetçiliğinin devlet bürokrasisi içindeki kolu, Osmanlı devletini devrimci değişikliklere zorlayan akımın diğer dayanağı idi. Osmanlı’daki yeni ve yükselen sınıf, bütün tarihsel sıçramalarda ve kapitalizm örneğinde Avrupa’da olduğu gibi, eski yapının bağrında filizleniyordu.
İkinci kutup ya da seçenek, Tanzimat sonrasında ortaya çıktı. 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra doğrudan padişahlar ve yönetici sınıf eliyle ve ağırlıklı olarak askeri alanda yapılan ıslahat ve yenilikler, Osmanlı’nın Batı karşısındaki gerilemesini ve yenilgisini önlemeye yetmedi. Bu durum Osmanlı’da, o güne kadar yapılan yenilik ve ıslahat hareketini aşan yeni arayışları gündeme getirdi. Bu arayış, 1789 Fransız Devriminin Osmanlı topraklarına 1800’lerin başında ulaşan rüzgârı ile birleşince, doğrudan sisteme yönelik, sistemin yapısında, değişiklik yapmayı öngören hareketleri sahneye çıkardı. 19. yüzyılda Meşrutiyetçilik’e kadar ilerleyebilen ikinci seçeneğin, Yeni Osmanlılar hareketi ile başlayıp, Jön Türk devrimciliğinden geçerek Kemalist Devrim’le doruğa ulaştığını biliyoruz.
“200 yıldır neden bocalıyoruz?”
İki kutup, iki seçenek, koşulların değişmesine bağlı olarak ve her biri kendi ekseninde evrilerek, Osmanlı’nın çöküşüne kadar cephe cepheye oldu. İki seçeneğin birbirini dıştalayan mücadelesi, yeni boyutlar kazanarak Kurtuluş Savaşında da, Cumhuriyet döneminde de sürdü. Hesaplaşma, değişik biçimlerde ve boyutlarda bugün de sürmektedir. Çünkü, Batı’nın aşağıda açıklayacağımız engeline takılma yüzünden, yeni ile eski arasındaki mücadele ya da hesaplaşma, iki yüz yıldır kesin sonucuna ulaşamadı.
Osmanlı devrimciliği daha işin başında, Batı’nın engeline takıldı. İslamcı Doğu’da, Batı’nın 17. yüzyılda başlayıp 19. yüzyılın başına kadar süren devrimciliğinin güçleri sahneye çıkarken, Batı’da kapitalizm emperyalizm aşamasına vardı. Emperyalizm aşamasına varan kapitalizm ise, siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, ideolojik, kültürel vd bütün alanlarda, Doğu devrimlerinin karşısına dikildi. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu, emperyalizm aşamasına ulaşan Avrupa kapitalizminin sömürgeleştirmek istediği toprakların başında geliyordu. Osmanlı topraklarına daha ticaret kapitalizmi aşamasında dalmış olan emperyalist Avrupa devletleri, 1850’lerdan sonra İmparatorluğu mali sermayenin ağına düşürdüler. Padişah ve çevresi ağa teslim olurken, Meşrutiyetle yola çıkan Türk devrimciliği emperyalist kıskaçla da mücadeleye girişti. Bu mücadelede emperyalist Batı, Batı’nın devrimci yolunu izlemek isteyen Doğu’nun karşısına, salt kendi gücüyle, bir dış güç olarak değil, Doğu’nun içindeki köhnemiş sistemin güçleriyle birlikte dikildi. Doğu’nun, kapitalist Batı karşısındaki bugün de süren –Niyazi Berkes’in deyimi ile- “200 yıllık bocalaması”nın ve bu bocalamanın yarattığı trajedinin tarihi işte böyle başladı.
Büyük irtica, küçük irtica
İslami akım ve hareketlerin Osmanlı’nın gerileme döneminde yenilikçi ve devrimci akımlara karşı aldığı tutucu ve gerici tavır, çöküş ve sömürgeleşme döneminde onu emperyalizmin yedeğine sürükledi. Özünü eskiyenin ve çürüyenin yanında yer almanın oluşturduğu bu stratejik tavır, 19. yüzyıldan günümüze, İslami akım ve hareketlerin kaderini belirledi.
19. yüzyılın sonundan bu yana dünya çapında gericiliğin en büyük ve güçlü merkezi emperyalizm oldu. Batı emperyalizmi, dünyadaki büyük irtica kuvvetini oluşturdu. Emperyalizmin merkezlerindekiler de dâhil ve ezilen ve sömürülen ülkelerdekiler başta olmak üzere, dini ve her türlü ortaçağ kalıntısı gericilik gücünün ve akımının iplerini emperyalizm ele geçirdi. Bunlar, emperyalist kapitalizmin gericiliği ve gericilik gücü yanında küçük irtica durumuna düştüler. Emperyalizm, dünyadaki ortaçağ yadigârı küçük irtica güçlerini koruyup besleyerek, kendi yedeğine aldı, kendine bağladı. 19. yüzyıldan bu yana Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizmle dini irtica kuvvetleri işbirliğinin dünya çapındaki laboratuarlarından biri oldu.
Geçerken belirtelim, emperyalizm-dinci gericilik ilişkisindeki -deyim yerindeyse- hiyerarşiyi açıklayan yukarıdaki kavramlaştırmayı (“Büyük irtica”, “Küçük irtica”), İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e borçluyuz.
III. Selim’in boğdurulmasından Kurtuluş Savaşı’nın İç İsyanlarına
Emperyalizmin Doğu devrimlerinin karşısına çıkardığı iç güçler içinde, “İslamcı akım” ve “İslamcı hareketler” olarak adlandırılan Ortaçağ kuvvetlerinin, Osmanlı’dan günümüze kadar, Türk yenilenmeciliğine ve devrimciliğine karşı mücadelede her zaman özel bir yeri ve rolü oldu. Bu gerici özel rol, yenilikçi padişahlar Genç Osman ve III. Selim’in boğdurulmasına destek ve fetva vermekle başladı. 19. yüzyıl boyunca, Yeni Osmanlılar’ın ve Jön Türkler’in aydınlanmacılığına, milliyetçiliğine ve meşrutiyetçiliğine karşı, hurafeciliği, feodal ümmetçiliği ve mutlakıyetçi müstebitliği savunarak sürdü. 31 Mart Vakasında İngiliz emperyalizminin aleti oldu. Mütareke yıllarında, Sait Mollaları, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah ve Mustafa Sabri Efendileri izleyerek işgal kuvvetlerine hizmet sundular. Kurtuluş Savaşını boğmaya ve arkadan vurmaya çalışan 23 iç isyanın 17’sini, Nakşibendîlik başta olmak üzere, tarikatların kışkırttığı ve yürüttüğü irticai ayaklanmalar oluşturdu.
Cumhuriyet ve dinci akımlar
Genç Türkiye Cumhuriyeti, 3 Mart 1924’te Halifeliğe son verilmesinden başlayarak, dinci akım ve örgütlenmelerle ciddi bir hesaplaşmaya girişti. “Cumhuriyet Devrimi Kanunları” ile, Osmanlı artığı her türlü dinci akımı ve örgütlenmeyi; tekke, zaviye, türbe, tarikat gibi dine dayalı kuruluşları yasakladı ve toplumsal yaşamdan tasfiye etmeye yöneldi.
Cumhuriyet bunu yapmak zorundaydı. Çünkü, birincisi, bu feodal akım ve örgütlenmeler, kendi varlığı ve meşruiyeti ile çelişiyordu. İkincisi de, dinci hareket ve örgütlenmelerin büyük bir çoğunluğu Kurtuluş Savaşı yıllarında emperyalist işgalcilerle işbirliği yaparak, isyanlar çıkararak, milli hareketi boğmak ve milli savaşı arkadan vurmak istemişlerdi. Kurtuluş Savaşı yıllarında milli harekete karşı açtıkları savaşı, zaferden sonra bu kez Cumhuriyet’e karşı sürdürmeye kalkışmışlardı. Cumhuriyet’in, bunlarla ciddi bir hesaplaşmaya girmeden kendini yerleştirmesi, hatta varlığını bile koruyabilmesi mümkün değildi. 1920-30’lu yılların Ortaçağla hesaplaşmaya dönük ciddi atılımları, bu koşulların zorunlu gerekleriydi. Kaldı ki, Şeyh Sait ve Menemen ayaklanmalarında görüldü ki, emperyalizm (İngiltere) Nakşibendîlik’i kullanmaktan, emperyalizme dayanan irtica da Cumhuriyetle hesaplaşmaktan vazgeçmemişti.
Cumhuriyet’te kırılmalar ve İslamcı akımların Soğuk Savaş aletliği dönemi
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik kampına yönelmesi, Cumhuriyet’in tarihindeki ilk büyük kırılmayı oluşturdu. Emperyalist Batı kampına giriş, Kemalist Devrim’den sapma ve kırılmayı oluşturan başka yönelimlerin yanında, laiklik ve dinci akım ve örgütlenmelerle ilişkiler konusunda da geri adımlar atmayı gerektirdi. Cumhuriyet’in öncü kadroları 1920’lerin başında, “Toplumun aydınlanması için, laiklik lazım” diye yola çıkmışlardı. 1940’ların Cumhuriyetçileri, laiklik ve aydınlanma devrimi daha hedefinin yarısına ulaşmamışken, “Bu kadar laiklik yeter” kararına vardılar. Türkiye’de Amerikancılığın ve ABD denetiminin yerleştiği 1950’li yılların DP yönetimi ise, geriye doğru bir adım daha atarak, devlet siyasetini “Laiklikte fazla ileri gittik” konumuna çekti. Dolayısıyla, “fazlalıkları” törpülemeye, İslamcı ideoloji ve yapılanmalarla “barıştırmayı” öngördüğü laiklik için “yeni” bir tanım getirmeye yöneldi. Laiklik, “Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması” olmaktan çıkarılıp; “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması”na indirgenerek yeniden tanımlandı.
1940’lara kadar, tasfiyesine girişilmiş ama yok edilememiş, sinmiş, kendini yeni duruma uydurarak varlıklarını korumaya yönelmiş tarikatlar, cemaatler ve dinci akımlar, bu yıllarda tekrar canlandılar. 1950’lere gelindiğinde parçalanmış olan egemen sınıfların en gerici kanadının siyasi müttefiki olarak ve onun koruyucu kanatları altında tekrar gelişmeye, büyümeye başladılar.
1960’lı ve 1970’li yıllarda, önce Kontrgerilla-SüperNATO denetiminde ve “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, “İlim Yayma Cemiyetleri” gibi örgütlenmeler aracılığı ile, yükselen toplumsal uyanışa ve antiemperyalizm dalgasına karşı “dalgakıran” olarak kullanıldılar. Kullanıldıkça ve bu rollerde işe yaradıkça, ABD ve işbirlikçisi egemen sınıflar nezdinde “değerleri” ve destekleri, korunup kollanmaları arttı. Desteklenip kollandıkça da güçlendiler, toplum içinde dal budak salmaya başladılar.
12 Eylül’ün çocukları
1980’lere gelindiğinde, sistemin asli siyasi güçleri, uzun olduğu için tahliline burada girmeyeceğimiz süreçler sonunda, halkı, ne seçim sandıkları platformunda, ne de sisteme bağlı tutmada denetleyemez oldular. Sistemin, bunu saptayan Okyanus ötesindeki merkezi, “Ilımlı İslam” projesini geliştirdi ve sahneye sürdü*. BOP projesinin öngünündeki Amerikan stratejisinin Asya ayağını oluşturan “Ilımlı İslam” projesi, “Yeşil Kuşak”tan türedi. Ama 1990’larda evrilerek Küreselleşmenin Ortadoğu stratejisinin temel dayanaklarından biri oldu.
12 Eylül’ün “our boys”** yöneticilerine, “Din, birleştirici ve lâzım” görüşünü esinleyen kuvvet de aynı kuvvetti. 1980’ler ve sonrası Türkiye’si için Atlantik ötesinden pompalanmış stratejik bir siyasetti bu.
12 Eylülcülere göre, güya, toplumdaki, 12 Eylül öncesi dönemde hem büyümüş (nesnel-sınıfsal), hem de büyütülmüş (özel kışkırtma ile büyütülmüş mezhep ve etnik kökenli) parçalanmışlık, “din kardeşliği” ile yapıştırılacaktı. Din, işte bu “yapıştırma” için “birleştirici ve lazım”dı. 12 Eylül öncesinin siyasi, etnik ve mezhep farkı temelli yapay çatışmaları, bir SüperNATO(Kontrgerilla/Gladyo) operasyonu olarak, ABD emperyalizminin bölgeye dönük “Yeşil Kuşak” siyasetin zeminini oluşturmak için kışkırtılmıştı.
Bu siyasetin gereği olarak, 12 Eylül yönetimi tarafından Türkiye’deki tarikat, cemaat ve her türlü dincilik toprağı bol bol gübrelendi, çapalandı ve sulandı. Dincilik besiye çekildi. Fethullah Gülen’in o günlerde söylediği, “Kenan Evren cennetliktir” sözü, bu gerçeği dile getiren en anlamlı sözdü.
*CIA’nın ünlü “Türkiye ve Ortadoğu Masası Şefi” Graham E. Fuller başta olmak üzere, görev alanları Türkiye ve bölge olan irili ufaklı bütün CIA uzmanları, 1990’dan başlayarak, bu projenin açıktan propagandasına ve uygulanması faaliyetine giriştiler. Bu konuda açılışı, 26 Şubat 1990’da Cumhuriyet’te yayımlanan söyleşisiyle G. Fuller yaptı: "Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama Türkiye artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünmelidir. Türkiye, demokrasi ile İslam’ın bir arada yaşatılabileceği modern bir formül bulsa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olur. İslam dünyası için geleceğin modeli olur bu." (Ufuk Güldemir’in, G. Fuller’le Washington’da yaptığı söyleşi). Fuller, bu söyleşiden sonra Türkiye’deki Amerikancı gazete ve dergilerin gözdesi, demeç almak için kapısında kuyruğa girdikleri “Ortadoğu analisti” oldu. 1993’te, Amerikancı liberal ve İslamcı camiada kendisine büyük ün sağlayan ve hemen bütün gazetelerde yer alan, "Kemalizm’in sonuna geldiğini ve belki de sonuna gelmesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Halkın büyük bir parçası İslam için daha hürmet görmeyi, Osmanlı tarihiyle kucaklaşmayı istiyor" demecini patlattı. Onun ardından CIA’nın Türkiye’deki İstasyon Şefi Paul Henze’nin Amerikan yönetimine sunduğu Türkiye ile ilgili “1993 Yılı Raporu” sökün etti:“Atatürk ilkeleri, Yeni Dünya Düzeni ile birlikte ölmüştür. Aydınların imam-hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. Kökten dincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir. Nurcular ilericidir. Nakşibendîler geriye dönük değildir”(Aktaran, Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet, 30 Kasım 1997). Aynı yıl Samuel Hungtington da, Foreign Affairs'de yazdığı “Medeniyetler Çatışması” adlı ve daha sonra kitap olarak yayımlanan incelemesinde, Türkiye’yi “İslam âleminin lideri olmaya ve Osmanlılığa dönmeye” çağırdı:"Türkiye İslam âlemine önderlik bakımından eşsiz bir yere sahip. Tarihte Osmanlı da bunu yapmadı mı? Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçer, modemleşme ve demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye daha çok ağırlık verirse, bütün dünyaya ve İslam’a büyük bir model olur. (...) Demokrasinin mutlaka laikliğe dayanması gerekmez.”(9 Eylül 1996 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan “Türkiye İslam’ın lideri olmalı” başlıklı söyleşisi ve Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı kitabının Türkçe’deki Medeniyetler Çatışması adı ile yayımlanan ilk baskısı, Vadi Yayınları, 1997, İstanbul)
**1980’deki CIA Ankara İstasyon Şefi Paul Henze, dönemin ABD Başkanı J. Carter’a 12 Eylül darbesinin müjdesini, “Our boys have done it” (Bizim oğlanlar yaptı”) diyerek vermişti.
Amerikano-İslamcılık ya da Haçlı irtica
Dinciliğe yatırım, ABD kaynaklı olduğu için, salt bir 12 Eylül siyaseti olmakla kalmadı. Turgut Özal, Özal-Çiller-T. Erdoğan şeklindeki Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en Amerikancı Başbakanları zincirinin ilk halkasını oluşturan kişi olarak, 12 Eylül’ün dincilikle ittifak siyasetini, ona bir boyut daha ekleyerek yeni bir aşamaya yükseltti. Türkiye’nin 1990’ların ikinci yarısından sonraki yıllarının siyasetine damgasını vuracak olan “Amerikancı liberal”-“Amerikancı İslam” ittifakının temellerini attı.
1990’ların ortalarına gelindiğinde ABD Türkiye üzerindeki denetimini artık ANAP, DYP gibi geleneksel sağ liberal partiler aracılığı ile sürdürmeyeceğini gördü. Çünkü bu partiler Kürselleşme programının acımasız liberal siyasetleri ve büyük yolsuzluk, hırsızlık kirlerine bulaşmışlıkları ile, iyice yıpranmış ve toplumun büyük kesimi üzerinde inandırıcılıklarını yitirmişlerdi.
Ayrıca, işbirlikçi büyük burjuvazinin bu partileri, Turgut Özal ve Tansu Çiller’e rağmen, ABD’nin bölgeye ve dünyaya ilişkin yeni dönem siyasetlerinin ihtiyaçlarına tam olarak cevap veremeyen partiler durumundaydılar. ABD’nin acelesi vardı ve bölgedeki bütün büyük devletleri, bu arada Türkiye’yi de, parçalayarak, bölgeyi kendine bağımlı küçük küçük devletçikler eliyle daha sıkı ve kolay denetlemeyi planlıyordu. Bu planda Türkiye’nin kaderine
hem parçalanmak, hem de ABD’nin bölge planlarında taşeron olma görevi (ABD adına taşeronluk yaparak parçalanma rolü) düşüyordu. ANAP, DYP, RP ise, “büyük müttefik”in üstlendirmek istediği bu role birçok bakımdan uygun gelmiyorlardı.
1990’ların ortalarında ABD yola artık, 12 Eylül’den beri beslenip büyütülmesini sağladığı dinci hareketlerle devam etmek gerektiğine, onların zamanının geldiğine karar verdi. Fethullah’ı, devlet aygıtının ordu, polis, yargı, mülki idare, eğitim gibi en temel kurumlarına sızmakla görevlendirdi.
Türkiye’de o günlere kadar hep Batı işbirlikçisi siyasi güçlerin yedeği olmuş dinci akımlar, bu ihtimam ve beslemenin sonucu olarak, Batının “Yeni Dünya Düzeni” atağında emperyalizm işbirlikçiliğinde ön aldılar. Giderek, “kulağı geçen boynuz” olup, kısa sürede önce Batı emperyalizminin asli güçleri arasına katıldılar. Sonra da, bu doğrudan işbirliği sürecinde bir iç uzantı haline gelerek ve daha da güçlenerek, güçlendirilerek, asli güçlerin de birincili haline geldiler ve getirildiler.
Seccadeyi Washington’a doğru seren Amerikancı İslam
1990’larda Türkiye’deki Amerikancı İslam, Pentagon ve CIA stratejistlerinin koyduğu adla “Ilımlı İslam”, gerçek İslam’la bağını siyaset düzleminde tümüyle ve dünya çapında kopardı. Öyle ki, “Ilımlı İslam”ın takım elbiseli kravatlı liderleri, ABD ve genel olarak Haçlı emperyalizminin Müslüman dünyaya (Irak’a, Afganistan’a, İran’a, Filistin’e, Pakistan’a) düzenlediği saldırıların baş destekçileri oldular. Yani, İslamcı kılığında dolaşıp, o kılığın altında Haç taşıdılar. Ziya Paşa’nın taa 1870’lerde saptadığı rolü tekrarladılar:“Çok hacıların çıktı haç’ı zîr-i bagalde”(Çok hacıların koltuk altlarından haç çıktı). Savundukları “İslam”ın, haçlı gericiliğin “İslam”ı; kendilerinin de “Haçlı irtica” oldukları anlaşıldı.
İdeolojik bakımdan ise, Tanrıya iman ve inancı, dünyanın en büyük emperyalist gücüne ve onun Tanrısı para olan sistemine imanla ve inançla trampa etti. Gerçi “Allah” sözcüğünü dilinden düşürmedi, hatta daha çok kullanır oldu; ama, bu sözcüğün ifade ettiği kavramın dini-İslami içeriğini boşaltarak, yerine ABD-AB-CIA-Pentagon ile gemi-pırlanta-eşyaları altın kaplamalı villa-ihale-Dolar’dan oluşan bir amalgam yerleştirdi. Bu kopuş ve trampaların dini-İslami söylemle “açıklaması” için, postmodernizm, “Ilımlı İslam” aydınlarınca baş tacı edildi. Emperyalist kapitalizmin “Küreselleşme” stratejisinin ihtiyaçlarını karşılamak için üretilmiş yeni hurafecilik akımları, “Allahla aldatma”yı maskelemede, bastırılmış bir hayranlık ve gizlenmiş bir gıpta ile izledikleri Batı’nın son model felsefi, dini buluşları olarak bol bol kullanıldı ve kullanılıyor.
“Ilımlı İslam”, İslamcı akım ve hareketlerin emperyalizmle işbirliğini son aşamaya vardırmasının “İslam’ı” oldu. İslam’dan tümüyle kopmanın, ama dindarları aldatmak için söylemde ve tamamen gösterişe indirgenmiş “ibadet”te ifrata varmanın “İslam’ı” oldu.
Okuyuculara, bu gerçeğin son derecede somut ve öğretici bir göstergesi olan bir olguyu hatırlatmadan geçemeyeceğiz. Türkiye’de 1970’lerden sonra Cumhuriyet Kanunları ile başı derde girdiği için ülkeden kaçan bir tek İslamcı gösterilemez ki, İslam şeriatının en koyu biçimde uygulandığı Suudi Arabistan’a, İran’a, Ziya ül Hak Pakistan’ına vb sığınsın. Hepsi de kapağı daha ilk fırsatta emperyalist Batı ülkelerine, ABD’ye, Almanya’ya, İngiltere’ye atmıştır ve atmaktadır. En ünlü ve bilinen örnek Fethullah Gülen’dir, ama durum F. Gülen kadar ünlü olmayan Şevki Yılmazlar, Halil İbrahim Çelikler, Hasan Mezarcılar ve diğerleri için de aynıdır.
Burada bir çift söz de, Mason Atatürkçülüğünün imalatı “Mollalar İran’a” sloganının peşine takılan samimi Atatürkçülere etmek isteriz. Meşrutiyet Osmanlısında, Kurtuluş Savaşı yıllarında ve Cumhuriyet’in ilk 50 yılında yaşananları bir yana bırakalım. Sadece 12 Eylül 1980 sonrasından bu yana yaşadıklarımızı bir hatırlayalım: Türkiye’de irticayı güçlendiren ve iktidar koltuklarının en tepesine oturtan güç, İran olmadı. Daha da önemlisi, olamazdı. Elbette yakın zamana kadar İran’ın Türkiye’ye “İslam devrimi ihraç etme” çabaları olmuştur ve oldu. Ama bu çabaların hiç biri adli ve polisiye vaka olmaktan öteye gidememiştir ve gidemez. Çünkü, İran ve Türkiye, birbirine denk güçte iki Ezilen Dünya ülkesidir. Ezilen Dünya ülkelerinin, birbirlerinin veya emperyalist ülkelerin rejimlerini değiştirme güç ve olanakları yoktur. İsteseler bile, ne Türkiye İran’da laik bir rejim kurabilir, ne de İran Türkiye’nin devlet sistemini şeriata dayalı bir rejime dönüştürebilir. Ama ABD ve belli ölçüde AB’nin büyük ülkeleri, yani dünyanın büyük emperyalist devletleri, Türkiye’ye “Ilımlı İslam” markalı irticayı yerleştirebilir ve yerleştirmiştir. 12 Eylül 1980 sonrasından bugüne kadar olan son 30 yılın deneyleri bu konuda son derecede öğreticidir. Bu nedenlerledir ki, Haçlı irticanın Cumhuriyet yıkıcısı eylemlerini protesto mitinglerde, nereden çıktığı belli olmayan bazı kişilerin, Türkiye’nin laik, aydınlanmacı, bağımsızlıkçı, Kemalist Devrimi savunan insanlarına “Mollalar İran’a” türünden sloganlar attırması, hedef saptırmak ve içteki küçük irtica’nın arkasındaki dıştaki büyük irtica’yı gözlerden saklamak dışında bir anlamı yoktur.
1993’de Nakşibendî tarikatı üyesi Turgut Özal ve temsil ettiği İslamcılık için yapılmış şu saptama, bugün Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ler için çok daha fazlasıyla geçerlidir: “Emperyalist-kapitalist sistemin ezilen kutbunda yer alan bir toplumda İslamcılık ne kadar geçerli olacaktır? Örneğin Nakşibendî tarikatının üyesi Özal, Çankaya’ya kadar çıkmış, ancak seccadesini Mekke’ye doğru değil, kapitalizmin metropollerine doğru sermiştir. İslam, çağımızda, salt bir Ortaçağ ideolojisi olarak yaşayamaz, artık emperyalist-kapitalist sistemin eklentisi olmaya mecburdur. Siyasal İslam bunu çok iyi bilir ve kendisine bu sınırlar içinde roller bulur. Bu nedenle, Nakşibendî müritleri bile, iktidarın doruklarına tırmandıkları zaman, Allah’ın emirlerini değil, emperyalizmle bütünleşmenin kurallarını uygulamışlardır”(Doğu Perinçek, Din ve Allah-Kemalist Devrim 2, Kaynak Yayınları, Birinci Basım: Eylül 1994, İstanbul, s.179).
Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ler, Turgut Özal’dan daha ileri giderek, Kıblesi Washington olan İslamcılığın Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı gerekçesini itiraftan da kaçınmamışlardır: “Ankara’nın şerrinden Washington’un şefaatine sığınmak!”.
Bu gerekçe daha altlarda, çok daha açıktan ve Kemalist Devrim’e karşı emperyalizm işbirlikçiliğinin çok daha utanmaz söylemleri ile dile getirilmektedir. 10 Haziran 2008’de
Kanal 1 adlı TV’deki Fatih Altaylı’nın “Teke Tek” adıl programına çıkan iki genç kadının söylediklerini hatırlayalım. Altaylı’nın, “Atatürk’ü niye sevmiyorsunuz? Eğer Atatürk olmasaydı burada belki de İngilizler vardı, Fransızlar vardı” sorusuna, 1990’lı yıllardan bu yana türban hareketinin bayraktarlığın yapmakla övünen Nuray Canan Bezirgân adlı genç kadın, “İngilizler olsaydı benim haklarım daha geniş olacaktı” yanıtını vermişti. Ve üstelik bu yanıt, AKP Konya milletvekili Hüsnü Tuna’dan başlayarak çok sayıda İslamcı yayın organı, yazar ve dernek tarafından, basın açıklamaları, bildiriler, köşe yazıları ile hararetle desteklenmişti. Türkiye’deki son yılların en güçlü Amerikan muhipliği ittifakı olan “Amerikancı liberalizm”-“Amerikancı İslamcılık” ittifakının hararetli savunucularından liberal-muhafazakâr ve ama özellikle de Amerikancı Taha Akyol’un oğlu Mustafa Akyol da, bu desteğin Nuray Bezirgân cesaretindeki gerekçesini açıklamıştı: “Atatürk’ü nasıl sevsinler ki?”***
İslamcı akım ve hareketlerin açmazı
Peki, ülkemizde emperyalizm işbirlikçiliği yapmak istemeyen, bu konumlara düşmek istemeyen, işbirliği yapmamaktan da öte, emperyalizme karşı olan ve mücadele etmek isteyen İslamcı hiç yok mu? Elbette var. Bunu gerek gündelik yaşamımızda, gerekse siyasi çalışmalarımızda karşılaştığımız ve dünyevi yaşamın bütün alanlarının İslam’ı esaslara dayandırılmasını çare olarak gören çok sayıda samimi dindardan dolayı biliyoruz. Fakat bu samimi İslamcı dindarlar, bir konuda yanlış mevzii tuttukları için, bir bakıyorlar ki kendilerini emperyalizmin yedeğine düşen konumlarda buluyorlar. Nedir onları bu istemedikleri konumlara sürükleyen yanlış mevzilenme? Cevabını, Mehmet Akif’ten sonra sayısız olumsuz örneğini yaşamış olmanın deneyimi ile verelim: Kemalizm karşıtlığı!
İslamcı akımlar daha çıkışlarında çizgilerinin temeline Kemalizm karşıtlığını yerleştirince, ondan sonra ağızları ile kuş tutsalar, emperyalizmin yedeğine düşmekten kurtulamıyorlar. Çünkü, 1920’lerden bu yana dünyada Kemalizm karşıtlığı ya da düşmanlığının en büyük odağı hep emperyalizm oldu ve olmaya devam ediyor. Emperyalist kapitalizmin merkezleri, Kemalizm karşıtlığı ile yola çıkan ve bunu ideolojik-siyasi eyleminin düsturu haline getiren İslamcı hareketlere, onun dilindeki emperyalizm karşıtı sözlere rağmen, o sözlere büyük bir hoşgörü göstererek, kucağını açmaktadır. Kemalizm’le dövüşe giren İslamcılığın en sonunda kendisine sığınacağını bilmekte ve tuzağını ona göre kurmaktadır. Bu gerçek, sol ve sosyalizm adına Kemalizm düşmanlığı yapanlar için de geçerlidir.
***Nuray Canan Bezirgân’la Fatih Altaylı söyleşisinin sözleri için bkz: 12 Haziran 2008 tarihli Milliyet, Vatan gazeteleri; N. Bezirgân’a destek açıklamaları için bkz: 12, 13, 14,15, 16 ve 17 Haziran 2008 tarihli Vakit, Yeni Şafak,Yeni Asya, Bugün gazeteleri ve www.timeturk.com, www.haber5.com, www.tevhidhaber.com haber siteleri; Mustafa Akyol’un yazısı için bkz:16 Haziran 2008 tarihli Star gazetesi.
Peki, bu tuzağa düşmeyen İslamcı yok mudur? Vardır. Mehmet Akif, Kemalizm düşmanlığı mevzilerine savrulmamış, bu yüzden emperyalizm işbirlikçisi konumlara düşmemiş İslamcılarımızın en ünlü halkçı-yurtsever İslamcı örneğidir. Bugün, Milli Çözüm dergisinin etrafında toplanmış olan İslamcı çizgideki antiemperyalist aydınlar, başka bir örneği oluşturmaktadırlar. Sayın Ahmet Akgül ve arkadaşlarının, emperyalizme karşı olmanın yanında, İslam’ın hak, adalet ilkelerinden güç alan Mehmet Akif çizgisindeki halkçı, ezilen ve sömürülenden yana tutumları, İslami cephede son yıllarda yaşanan büyük yozlaşma ve çürüme koşullarında, çok daha değerlidir. Bu örneklerin çoğalıp yayılması ve İslam’ın, dünyanın en zalim ve Müslüman düşmanı devletine hizmetin örtüsü olarak kullanılmaktan kurtarılması, en büyük dileğimizdir.
Ama maalesef günümüzde İslamcı akım ve hareketlerin ezici çoğunluğu bilerek bilmeyerek emperyalizm işbirlikçisi konumdadır. Kimi de, işbirlikçilik ve paragözlükte doğrudan roller üstlenmek yerine, arsız aracıları kullanma, böylece hem onlardan beslenmeyi sürdürüp, hem de hamamın namusunu korumuş olma kurnazlığı içindeler.
Bu sayımızda, emperyalizm-İslamcılık ilişkisini, Teori Yazı Kurulu Sekreteri Mehmet Ulusoy ve Yazı Kurulu Üyesi, gazeteci-yazar Murat Çulcu, siyasi düzlemde ve tarihsel evrilme seyri içinde; Prof. Dr. Şahin Filiz din felsefesi temelinde inceledi. Prof Dr. Alpaslan Işıklı, tarikat İslamcılığının prototipi ve en önemli ayağı, Said-i Nursi ve Fethullah Gülen Nurculuğunu yazdı.