İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı E. Hv. Korgeneral Yaşar Müjdeci bugün (16 Ağustos 2007, Perşembe) partisinin İzmir İl Başkanlığı’nda yaptığı basın açıklamasında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığını değerlendirdi. Müjdeci özetle şunları söyledi:
Değerli Basın Mensupları,
Bilindiği gibi AKP Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı A. Gül, yeniden Cumhurbaşkanı adayı oldu. Herkes için hayırlı olsun!
Aslında, Türkiye’de bu makama daha layık, daha sözde değil özde laik, Cumhuriyetin temel değerleri ile daha uyumlu, Devletin kurum ve kuruluşları ile daha barışık, daha tarafsız, daha şeffaf, dosyası bulunmayan bir Cumhurbaşkanı adayı elbette bulunabilirdi ve bulunmalıydı da!
Abdullah Gül, Türkiye’yi ABD ve AB çizgisine taşıyacak en uygun adaydır. Cumhurbaşkanı adayı olarak seçilmesinin, daha doğrusu seçtirilmesinin nedeni budur.
İşte bu konularda A. Gül’ün söylemleri:
BOP, Türkiye’nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile birlikte hareket ediyoruz. Amacımız islâm ülkelerinde demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerinin geliştirilmesine ve tüm islâm ülkelerine yayılmasını sağlamaktır! Eğer diyor A. Gül, Türkiye’de özgürlük ve demokrasi olmasaydı, biz de şu anda iktidar olamazdık! Bunların kıymetini bilelim ve ona göre davranalım. (7 Mayıs 2007)
ABD, kesinlikle doğru yoldadır. (15 Mayıs 2007)
Sizinle açık konuşuyorum, AB Müktesebatını Türkiye’de uygulayacağız. Hedefimiz AB sürecini başarıyla tamamlamaktır. Bu süreç Türkiye’nin AB ile tam entegrasyonuna hazır hale getirilmesi sürecidir. (30 Ocak 2006, Hürriyet)
A. Gül’ün ilkleri de vardır:
Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne, eşi türbanlı olan ilk adaydır. ABD ile (3 Nisan 2003)Gizli Mutabakat Belgesi imzalayan ve Türkiye’yi bu yolda, attığı imza ile ABD’ye bağlayan ve adeta mahkûm eden ilk adaydır. Gizli Mutabakatın tam metni EK-A’dadır.
Başkomutan olmaya hazırlanan A. Gül, Atatürkçülük ve Atatürk ilkelerine karşı çıkıp, TSK’ya veryansın eden ilk adaydır. Bunu, 1992 yılında, RP Kayseri Milletvekili sıfatıyla ve Türkiye Gönüllü Kültür Teşekkülleri 3. İstişare Toplantısı’nda yapmıştır. Bu toplantıda A. Gül şunları söylemiştir:
-Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devrimcilik, Devletçilik ve Laik’lik ilkeleri halka zorla dayatılmıştır.
-Türkiye’de sistem bunalımı vardır.
-‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözü, Türkiye’yi ilkelleştirmiştir.
-TSK tarafından, kıyafeti nedeniyle, köylerin basıldığını, insanların jandarma dipçikleri ile dövüldüğünü iddia etmiş ve TSK’ya yüklenmeye devam etmiş; Dindar olan bir subaya, siz eğer kendi ordunuzda hayat hakkı vermiyorsanız, sanki ajan yakalamış gibi onları ayıklıyorsanız, siz o zaman bütünlüğünüzü nasıl temin edeceksiniz?
A. Gül, Atatürk ilke ve inkılâplarını hedef alan sözde “Sivil Anayasa” tartışmalarının ilk mimarı sayılır. Çünkü A. Gül, 2. AKP Hükümeti’ne Anayasa Taslağı hazırlayan Prof. Dr. Ergün Özbudun ve “Atatürk ilke ve inkılâpları, Anayasa’da yer almasın” tartışmaları ile gündeme gelen Prof. Dr. Zafer Üskül’den tam 14 yıl önce benzer sözlerle ülkemizde ilk “sözde sivil Anayasacı” olmuştur.
Gül’ün, 19 Aralık 1992’de RP Milletvekili olarak söylediklerinden bazı satır başları:
- Rejim halka düşmandır.
- Atatürk ilkeleri zorla dayatılmıştır.
- Diktatörlükle yönetilmişiz.
- Her yerde aynı heykeller (Atatürk) var!
- Türkçülük bizi ilkel bıraktı.
- Laiklik bizi tehdit ediyor.
İlk sözde sivil Anayasacı tam metni EK-B’dedir.
Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı yalnız Türkiye açısından değil, Dünya çapında bir olaydır. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Türkiye ve diğer devletler için bir denge unsurudur bir emniyet süpabıdır. Zira sonuçta, bölgelerarası politikaların yapılandırılmasında doğrudan etkili olabilecek, bundan da ABD ve AB Ülkeleri, Avrasya Ülkeleri ve Ortadoğu politikaları geniş ölçüde etkilenecektir.
Şimdi konuyu bu yönüyle inceleyelim:
AKP’nin TBMM’deki bu çoğunluğuyla, TBMM Başkanı, Başbakan ve bir de Cumhurbaşkanı’nın aynı partiye mensup, aynı siyasi ve dini tabanın mensupları, aynı zihniyete sahip kişiler ve özellikle ABD bağlantılı olmaları nedenleriyle, aynı çizgide olmayan farklı devletler ve özellikle de yakın komşularımız bakımından büyük tereddütler oluşturacak ve Türkiye bölgede yalnız kalabilecektir. Nitekim, Şanghay Altılısı toplantılarına müşahit üye olarak alınmak istemeyişimiz ile AB’ye, “ABD’nin Truva Atı” olacağımız şeklindeki Avrupa Ülkelerinin yaklaşımları, bu gelişmelerin belirtileridir.
Bu izolasyon da, Türkiye’nin zorunlu olarak ABD’ye daha fazla bağlanmasına ve bunun sonucu olarak ta O’na bağımlı olmasına neden olacaktır.
Bu durumda nerede; “Ne ABD Ne AB, Tam Bağımsız, Başı Dik Türkiye” sözümüz? Bu sadece lafta kalır sonra!
Bu durumun çok belirgin bir örneği var Bölgemizde;
Kuzey Irak’ta kurulan Kukla Devlet’in durumu bunu tam olarak yansıtmaktadır. Kaçınılmaz olarak bu şekildeki bir izolasyonun sonunda, bu Kukla Devlet ABD’nin gölgesine sığınmış ve varlığını ABD ile özdeşleştirmiştir. Sonunda onsuz olamaz hale gelmiştir. İşin daha da kötü tarafı, bu durumu sonuna kadar devam ettirmek zorundadır.
Bu nedenle, daha her şey kaybedilmemişken bu yurdun bu ulusun geleceğinin garantisini, yani başının dik olmasını sağlamak zorunda olduğumuzu bilelim ve seçimlerimizi buna göre yapalım.
Şu son durumumuza bir bakalım! Peki değişen nedir? Bütün bu yapılanlar, inatlaşmalar, yalanlar, aldatmalar neyin karşılığıdır? Bu kimin işine gelir? İşte bunlar belli değildir ama gerildikçe geriliyoruz!
Aslında şu sorular sorulmalıdır:
-Bundan sonra ne olacaktır?
-Bu Atama-Seçim ülkeye ve ulusa ne kazandıracaktır?
-Bu durumda, o hep söylenen “Ulusal Mutabakat” nerededir?
-Türban’ın Köşke taşınmasından, zaman ilerledikçe, kime ne yarar ve/veya ne zarar oluşacaktır?
-Bu kimin çıkarınadır. Bu Türkiye’nin çıkarına olmayacağına göre kime yarar sağlar?
Bunların cevabını verebildiğimiz zaman aklımız da başımıza gelir.
-Bu davranışlar, inatlaşmalar toplumu germekten, kırgınlık ve kızgınlıklar yaratmaktan başka kime ve nasıl hizmet edecektir?
-Bundan, muhalefetteki tüm partilerin, medyanın, aydınların, sivil toplum örgütlerinin de en az AKP yönetimi kadar sorumluluğu yok mudur?
Gelelim Abdullah Gül’e:
Kendileri, Erbakan ile birlikte, Libya’da çadırda, Kaddafi’nin emirlerini yerine getiremedikleri gerekçesiyle fırça yiyen ve gıkı çıkmayanlardandır.
Abdullah Gül, aynı zamanda, 1 nci Tezkere’nin TBMM’den geçmemesi üzerine, kendi ifadesiyle, üzüntüden dolayı Hükümetten istifayı bile düşünen, ABD’ye verdikleri sözlerin yerine getirilememiş olması nedeniyle de, mahcubiyetten kahrolanlardandır.
Abdullah Gül, ABD’ye hizmetin kolaylaştırılması bakımından 3 Nisan 2003 tarihinde, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile 2 sahifelik ve 9 maddelik bir Gizli Antlaşma yaptığını Vatan Gazetesi yazarı Sedat Sertoğlu’na açıklayanlardandır. ( Vatan, 24 Mayıs 2003)
Antlaşmaların hangi hukuki süreçlerden geçerek yasallaşacağı Anayasa’da belirtilmiştir. Bu nedenle Abdullah Gül ile ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell arasındaki bu Antlaşma, bu hukuki süreçlerden geçirilmeden imzalandığı için, ancak bir hizmet sözleşmesi olabilir. Ama ne yazık ki bu Antlaşma çoktan uygulanmaya başlamış ve ilave olarak ta İkiz Yasalar ile Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi Yasalarıyla desteklenmektedir!
Abdullah Gül, ABD Dışişleri Bakanı’na, şahsı adına, taahhütlerde bulunmuş ve yükümlülük altına girmiştir.
Yabancı bir devletle, hele Türkiye’yi Kuzey Irak’tan tehdit eden ABD ile Gizli Sözleşme yapan Abdullah Gül suçludur ve Cumhurbaşkanı olamaz. Önce yaptıklarının ve bu Gizli Antlaşmanın hesabını vermeli, bunlardan aklanmalı ve Cumhurbaşkanlığı adaylığı için, bundan sonra, müracaat etmelidir.
Ulusumuzdan ve TBMM’den gizli olarak, başka bir devlet ile mutabakatta bulunmak ağır bir suçtur.
Ayrıca, bu mutabakatın uygulanmasına da başlanmıştır. Bu uygulamaya şu veya bu şekilde hizmet etmek de suçtur.
Anayasanın 92 nci maddesine göre uluslararası hukukun meşru kıldığı hallerde savaş ilanına ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi TBMM’ye aittir. Varılan Gizli Mutabakat, doğrudan yetki ve sorumluluğunda bulunan bu gibi temel konularda TBMM’yi devre dışı bırakmıştır.
Ne var ki suçlular, suçlarını milletvekili dokunulmazlığından yararlanarak işlemeye devam etmektedirler ve hatta Cumhurbaşkanı adayı da olabilmektedirler.
Hiç kimse, hele TBMM ve üyeleri, böyle ağır suçların işlenmesini kayıtsız bir şekilde ve elleri kolları bağlı olarak seyredemez, seyretmemelidir.