İŞÇİ PARTİSİ GENEL BAŞKANI DOĞU PERİNÇEK İÇİN ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU!

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in avukatı Mehmet Cengiz, müvekkilinin 6 yıla yaklaşan tutukluluk süresinin makul süreyi aşması ve Anayasa’nın 67. maddesindeki “siyasi faaliyette bulunma hakkı” ile 68. maddesindeki “Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın ...

Tarih:

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in avukatı Mehmet Cengiz, müvekkilinin 6 yıla yaklaşan tutukluluk süresinin makul süreyi aşması ve Anayasa’nın 67. maddesindeki “siyasi faaliyette bulunma hakkı” ile 68. maddesindeki “Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” ilkelerinin ihlal edilmesi nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundu.
Başvurusunda Anayasa Mahkemesi’nin 4 Aralık 2013 tarihli kararında “Anayasa’nın 38. maddesinde ‘suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılmaz’ şeklinde ifadesini bulan masumiyet karinesi, yargılama süresince kişinin hürriyetinin esas, tutukluluğun ise istisna olmasını gerektirmektedir… Bu nedenle, bir davada tutukluluğun makul süreyi aşmamasını gözetmek, özellikle derece mahkemelerinin görevidir. Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 67. maddesinin birinci fıkrasıyla bağlantılı olarak 19. maddesinin yedinci fıkrasının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir” denildiğini anımsatan Cengiz, “Doğu Perinçek 21.03.2008 tarihinde gözaltına alınmış ve 24.03.2008 günü tutuklanmıştır. Davada 05.08.2013 tarihinde karar verilmiştir. Bu durumda, bireysel başvurunun yapıldığı 29.07.2013 tarihi itibariyle 5 yıl, 4 ay, 8 gün, karar tarihi itibariyle 5 yıl 4 ay 14 gün, bugün itibariyle de 5 yıl, 8 ay, 26 gündür tutukludur” dedi.
Perinçek’in tutuklu bulunmasının “Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” denilen Anayasa’nın 68. maddesine de aykırı olduğunu belirten Avukat Mehmet Cengiz; “Müvekkilim, Türkiye çapında faaliyet gösteren ve seçimlere katılma hakkı bulunan bir siyasi partinin, İşçi Partisi’nin Genel Başkanı’dır. Bu görevini halen sürdürmektedir. Dolayısıyla tutukluluk durumu değerlendirilirken bu konumunun da dikkate alınması gerekir” dedi.


Öte yandan Anayasa’nın 69. maddesinde, siyasi partilerin ve organlarının karar ve faaliyetlerinin denetlenmesinin, öncelikle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na, bunların yasaya aykırılığının saptanmasının da Anayasa Mahkemesi’ne bırakıldığını anımsatan Cengiz, Doğu Perinçek’in tutuklu bulunduğu davada, İşçi Partisi’nin Programının, faaliyetlerinin, Merkez Karar Kurulu ve hatta Genel Kurultay kararlarının, hatta Perinçek’in İşçi Partisi Genel Başkanı sıfatıyla yürüttüğü faaliyetler ve yaptığı açıklamaların yargılama konusu yapıldığını belirtti.
“Bunlar, kovuşturmayı yürüten yerel C. Savcılığı’nca, gereği için birkaç kez Yargıtay C. Başsavcılığı’na bildirilmiş, ancak bugüne değin herhangi bir dava açılmamıştır” dedi.
Perinçek’in bir siyasi partinin genel başkanı olmasının ihlali daha da ağırlaştırdığını belirten Avukat Mehmet Cengiz, “Üstelik yerel seçimler öncesinde, bu seçimlere katılma hakkı bulunan ve katılacak partilerden biri olan İşçi Partisi’nin Genel Başkanı’nın 6 yıldır tutuklu bulundurulması, bu ihlali daha da ağırlaştırmaktadır” dedi.
İşçi Partisi
Basın Bürosu

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na

Bireysel Başvuru No: 2013/5885

Başvuruda Bulunan : Doğu Perinçek, İşçi Partisi Genel Başkanı
(TC Kimlik No. 25 384 700 582)
Vekili : Av. Mehmet Cengiz
Atatürk Bulv. No: 46/20, Sıhhiye/Ankara
Konu : Başvurumuz kapsamında ek açıklamalar


Başvurumuzun incelenmesinde aşağıdaki hususların da dikkate alınmasını talep ediyoruz:

1) Mahkemeniz Birinci Bölüm'ünün, 2012/1272 nolu bireysel başvuruya ilişkin 04.12.2013 tarihli kararında da belirtildiği gibi;
Anayasa’nın 19/7. maddesinde “bir ceza soruşturması kapsamında tutuklanan kişilerin yargılamanın makul sürede bitirilmesini ve soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları güvence altına alınmıştır”.
Yine aynı kararda; “Tutukluluk süresinin makul olup olmadığı, her davanın kendi özelliklerine göre değerlendirilmelidir. Anayasa’nın 38. maddesinde ‘suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılmaz’ şeklinde ifadesini bulan masumiyet karinesi, yargılama süresince kişinin hürriyetinin esas, tutukluluğun ise istisna olmasını gerektirmektedir…Bu nedenle, bir davada tutukluluğun makul süreyi aşmamasını gözetmek, özellikle derece mahkemelerinin görevidir” deniliyor.
Olayımızda, müvekkil 21.03.2008 tarihinde gözaltına alınmış ve 24.03.2008 günü tutuklanmıştır. Davada 05.08.2013 tarihinde karar verilmiştir. Bu durumda, bireysel başvurunun yapıldığı 29.07.2013 tarihi itibariyle 5 yıl, 4 ay, 8 gün, karar tarihi itibariyle 5 yıl 4 ay 14 gün, bugün itibariyle de 5 yıl, 8 ay, 26 gündür tutukludur.
Anılan kararda, müvekkille aynı durumda bulunan, aynı davada yargılanan ve mahkûmiyet kararının verildiği tarih itibariyle 4 yıl 5 aydır tutuklu bulunan başvurucunun durumu değerlendirilirken şöyle denilmiştir:
“Özellikle, 5271 sayılı Kanunun 109. maddesinin (3) numaralı fıkrasında tutuklama yerine öngörülen adli kontrol hükümlerinin 6532 sayılı Kanunla yapılan değişikliğin yürürlüğe girdiği 5/7/2012 tarihinden itibaren başvurucu lehine uygulanma imkanı ortaya çıkmıştır. Buna rağmen, anılan kararlarda hedeflenen meşru amaçla yapılan müdahale arasında gözetilmesi gereken denge açısından, mevcut adli kontrol tedbirlerinin yeterince dikkate alınmadığı sonucuna varılmıştır. Bu sonuç, 6352 sayılı Kanunun yürürlüğe girdikten sonraki tahliye talepleri üzerine verilen kararlar bakımından daha belirgindir. Bu durumda, tutukluluğun devamına karar verilirken yargılamanın tutuklu sürdürülmesinden beklenen kamu yararı ile başvurucunun seçilme ve milletvekili olarak siyasi faaliyette bulunma hakkı arasında ölçülü bir denge kurulmadığı ve bu nedenle tutuklu kaldığı sürenin makul olmadığı sonucuna varılmıştır.
“Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 67. maddesinin birinci fıkrasıyla bağlantılı olarak 19. maddesinin yedinci fıkrasının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir”.

2) Dayanak gösterdiğimiz 04.12.2013 tarihli kararda; “Tutuklamanın devamına karar verilirken, davanın genel durumu yanında tahliyesini talep eden kişinin özel durumunun dikkate alınması ve bu anlamda tutukluluk gerekçelerinin kişiselleştirilmesi bir zorunluluktur. Başvurucunun tahliye taleplerini inceleyen mahkemeler, bu talepleri reddederken gerekçelerini yeterince kişiselleştirmemiş, aynı zamanda milletvekili seçilmiş olan başvurucunun kaçacağına ya da delilleri karartacağına dair inandırıcı somut olgular ortaya koyamamıştır” deniliyor.
Yine, söz konusu kararda belirtildiği gibi Anayasa’nın 67. maddesi, münhasıran milletvekillerinin durumunu değil, “siyasi faaliyette bulunma hakkı”nı düzenlemektedir. 68. maddeye göre; “Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır”.
Müvekkil, Türkiye çapında faaliyet gösteren ve seçimlere katılma hakkı bulunan bir siyasi partinin, İşçi Partisi’nin Genel Başkanı’dır. Bu görevini halen sürdürmektedir. Dolayısıyla tutukluluk durumu değerlendirilirken bu konumunun da dikkate alınması gerekir.

3) Öte yandan Anayasa’nın 69. maddesinde; siyasi partilerin ve organlarının karar ve faaliyetlerinin denetlenmesi, öncelikle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na, bunların yasaya aykırılığının saptanması da Anayasa Mahkemesi’ne bırakılmıştır.
Müvekkilin tutuklu bulunduğu davada, İşçi Partisi’nin Programı (“Milli Hükümet Programı”), faaliyetleri, Merkez Karar Kurulu ve hatta Genel Kurultay kararları (örneğin, “Devletin Yeniden Yapılandırılması Kararı”) ile müvekkilin İşçi Partisi Genel Başkanı sıfatıyla yürüttüğü faaliyetler ve yaptığı açıklamalar yargılama konusu yapılmaktadır. Bunlar, kovuşturmayı yürüten yerel C. Savcılığı’nca, gereği için birkaç kez Yargıtay C. Başsavcılığı’na bildirilmiş, ancak bugüne değin herhangi bir dava açılmamıştır.

a) Oysa, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun İkinci Kitap, Dördüncü Kısım’ında yer alan “Millete ve Devlete Karşı Suçlar ve Son Hükümler” başlıklı bölümlerindeki suç tanımlarının önemli bir kısmı, parti kapatma nedenleri ile özdeşlik taşımaktadır.
Bu nedenle bir siyasal partinin kapatma nedeni olarak kabul edilen eylemlerinin sabit olup olmadığının ve suç olarak tanımlanan bir amaç taşıyıp taşımadığının araştırılmasının, hem anayasal yargıyı hem de ceza yargılamasını ilgilendirdiği açıktır. Burada önemli olan hangi yargı organının saptamasının esas alınacağıdır. Bu konuda belirleyici saptamayı Anayasa Mahkemesi mi, yoksa Ceza Mahkemesi mi yapacaktır? Dikkat çekmek istediğimiz sorun budur.
Siyasi Partiler Kanunu’nun, “bir siyasî partinin yasak eylemlere odak olması hali”ni düzenleyen 103. maddesinde; Genel Başkan ile merkez karar ve yönetim organlarında görevli üyelerin faaliyetlerinin o siyasî partiyi bağlayacağı belirtilmiştir. Genel Başkan, SPK’na göre Parti organıdır. Siyasi parti genel başkanlarının, tek başına giriştikleri her türlü siyasal eylem ve söylemlerinin, genel başkanı bulunduğu siyasal partiyi bağlayacağı ve bunları yargılama yetkisinin Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkisi içinde bulunduğu, Anayasa Mahkemesi’nin kesin ve istikrarlı görüşüdür.

b) Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 218. maddesine göre; “Yüklenen suçun ispatı, ceza mahkemelerinden başka bir mahkemenin görev alanına giren bir sorunun çözümüne bağlı ise; ceza mahkemesi bu sorunla ilgili olarak da Kanun hükümlerine göre karar verebilir. Ancak, bu sorunla ilgili olarak görevli mahkemede dava açılması veya açılmış davanın sonuçlanması ile ilgili olarak bekletici sorun kararı verebilir”.
Konu, Anayasa’nın 68. maddesinde güvence altına alınan temel bir hakkın kullanılması ve 69. maddede yer alan düzenlemenin uygulanmasıyla ilgilidir.
68. maddeye göre; “demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” olan siyasi partiler, “Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler”.
69. maddede; bir siyasi partinin Anayasa’ya aykırı “fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce tespit edilmesi halinde karar verilir” denilmiştir. Yani, atılı suçu oluşturan eylemlerin sabit olup olmadığına öncelikle karar verecek merci, Anayasa’nın 69. maddesine göre Anayasa Mahkemesi’dir. Ceza Mahkemesi, bu tespit çerçevesinde bireysel sorumlulukları araştıracak ve ceza hükümleri açısından yargılama yapacaktır.
Anayasa değişiklikleri sırasında bu husus etraflıca tartışılmış, “odak olma” durumunun öncelikle Ceza Mahkemeleri kararları ile belirlenmesi önerilmiş; ancak bunun siyasi parti güvenceleri ile bağdaşmayacağı düşünülerek bu yöndeki öneriler reddedilmiştir. Şayet, Yargıtay C. Başsavcılığı’nın saptamadığı bir yasaya aykırılık, yerel C. Savcılıklarınca soruşturularak, Ceza Mahkemelerince hükme bağlanması istenir ise; Ceza Mahkemesi, ancak Anayasa Mahkemesi’nce yapılabilecek bir saptamayı, vereceği hükümle yapmak ve Anayasa Mahkemesi’ne talimat vermek durumunda bırakılmış olur.

c) Çok partili sisteme geçildiğinden bu yana ülkemizde gelişen yargı pratiği de böyledir. Bunun tek istisnası sürdürülmekte olan ve bu kapsamda İşçi Partisi Genel Başkanı, Genel Sekreteri, Genel Başkan Yardımcısı ve Merkez Karar Kurulu Üyelerinin siyasal faaliyetleri nedeniyle yargılandıkları “Ergenekon Davası”dır. Bu dava, aynı zamanda parti kapatma nedeni olan bu tür fiilleri Anayasa Mahkemesi’nce saptanmadan siyasi parti yöneticilerinin ceza yargılamasına tabi tutulduğu tek davadır. Bunun, başkaca bir istisnasını gösteremezsiniz.
1960’ta Demokrat Parti yöneticileri dahi Partileri (o zamanın mevzuatına göre) önce Ankara Sulh Hukuk Mahkemesi’nce kapatılmış, ondan sonra yargılanmışlardır.
1971’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) yöneticileri, Parti Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldıktan sonra yargılanmış ve mahkûm edilmişlerdir.
1980 darbesinden sonra da -Anayasa askıya alınmış olmasına rağmen- Milli Selamet Partisi (MSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) yöneticileri hakkında, ancak tüm siyasi partiler Milli Güvenlik Konseyi’nce 16.10.1981 tarih ve 2533 sayılı kanunla feshedildikten sonra hüküm verilebilmiştir.
12 Eylül darbesinden sonra, bugün de yürürlükte bulunan 1982 Anayasası döneminde kurulan siyasi partilerin yöneticileri (DEP, HADEP, SP), siyasi faaliyetlerinden dolayı bu partilerin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmasından sonra yargılanmışlardır.
Temelli kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmış bulunan Demokratik Toplum Partisi (DEP)’in yöneticileri hakkında açılmış bir ceza davası bulunmamaktadır. Oysa, bu kapatma davasının Yargıtay C. Başsavcılığı’nca hazırlanan İddianamesini okunduğunda, kapatma gerekçesi olarak ileri sürülen faaliyetlerin, aynı zamanda TCK açısından da suç oluşturduğu görülür. Partinin dokunulmazlığı bulunmayan bu yöneticileri hakkında ceza davası açılmamış olması, suçlanan eylem ve faaliyetlerin öncelikle Anayasa Mahkemesi’nce belirlenmesi gerektiğindendir.
Daha da önemlisi AKP’nin, bünyesinde yürütülen çalışmalar nedeniyle “Cumhuriyet karşıtı faaliyetlerin odağı olduğu” Anayasa Mahkemesi’nce hükmen saptanmış bulunmasına rağmen sorumlular hakkında herhangi bir cezai soruşturma açılmamıştır.

d) Siyasi Partiler Kanunu’nda, siyasal partilerin denetimi Yargıtay C. Başsavcılığı’na bırakılmış ve 10. maddesinde Yargıtay C. Başsavcılığı’nca her siyasi parti için bir sicil dosyası tutulacağı öngörülmüştür.
SPK’nun “İdari Mercilerin, Savcıların ve Mahkemelerin Görevi” başlıklı 106. maddesine göre; SPK’da siyasi partilerin kapatılma nedenlerinin düzenlendiği 101, 103 ve 104. maddelerinde belirtilen fiil ve haller hakkında bilgi edinen mahkemeler, bu gibi fiil ve halleri öğrendikleri zaman durumu derhal Yargıtay C. Başsavcılığı’na bildirmekle yükümlüdürler. Anayasa’nın öngördüğü bu yükümlülük, “bildirim” yükümlülüğüdür. Bu aşılarak doğrudan yargılama yapılması, yetki gaspıdır.
Çünkü SPK’nun 98. maddesinde, siyasi partiler hakkında dava açma yetkisi Yargıtay C. Başsavcılığı’na verilmiş ve iddianamesine esas teşkil edecek olayların araştırılması ve soruşturulmasında, davanın açılması ve yürütülmesinde Cumhuriyet savcılarına ve sorgu hâkimlerine tanınan bütün yetkilere sahip olduğu belirtilmiştir. Siyasi partiler hakkında açılan davalara bakmaya ise Anayasa Mahkemesi’nin yetkili olduğu bilinmektedir.

e) Nitekim Askeri Yargıtay Başsavcılığı’nın 25.01.1984 gün ve 1984/262 sayılı MSP Davası Tebliğnamesi; 30.04.1984 gün ve 1984/1134 sayılı TİKP Davası Tebliğnamesi ve 12.06.1984 günlü Ek Tebliğnamede konu etraflı olarak ele alınmış ve şu saptamalarda bulunulmuştur:
Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmamış parti yasaldır. Birden fazla suç duyurusunda bulunulduğu halde, C. Başsavcılığı bir parti hakkında kapatma davası açmamış ise o partinin yasal olduğu, yasalar doğrultusunda faaliyet gösterdiği saptanmış demektir. Ceza yargısının da bunu benimsemesi “hukuk devletinin bir gereğidir”. Partinin ve yöneticilerinin faaliyetlerinin yasadışına çıkıp çıkmadığının tartışılmasına Ceza Mahkemesi yetkili değildir; böyle bir değerlendirmeyi, ancak C. Başsavcılığı ve Anayasa Mahkemesi yapabilir. Partinin ve yöneticilerinin faaliyetlerinin yasallığını tartışan Ceza Mahkemesi kendisini “Anayasa Mahkemesi yerine” koymuş olur.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 03.12.1975 gün ve E.1975/42 K. 1975/49 sayılı kararı da konuya ışık tutmaktadır:
Anılan kararda TSİP Ankara İl Yönetim Kurulu üyeleri olan sanıkların hukuki durumlarının takdir ve tayini için parti hakkında bir soruşturma olup olmadığı ve sonucunun saptanması, ayrıca suçlanan bildirinin “Partinin tüzük ve programına uygunluk derecesinin” araştırılması gerektiği belirtilmiştir.

f) Siyasi parti faaliyetlerinin doğrudan ceza yargılamasına tabi tutulması, hukuka aykırılığı Anayasa Mahkemesi’nce saptanmamış bu faaliyetler nedeniyle siyasi parti yöneticilerinin ceza yargılamasına tabi tutulmaları, o siyasi partinin anayasal güvence altında olması gereken çalışmalarının engellenmesi, eylemli olarak kapatılması girişimidir.
Bu, Anayasa’da öngörülen siyasi parti güvencelerini hiçe saymak anlamına gelmektedir.

g) Nitekim mehaz Federal Almanya mevzuatı da bunu doğrulamaktadır. Bilindiği gibi, 1961 Anayasası’nın siyasal partilerle ilgili düzenlemesi, Federal Almanya Anayasası’ndan alınmıştı. 1982 Anayasası da bu temel anlayışı sürdürmüştür. Öte yandan Federal Almanya, özgürlükçü parlamenter demokrasiyi kabul etmiş bir hukuk devletidir. Bu nedenle Federal Almanya Anayasa Mahkemesi’nin partilerle ilgili kararları, Türk hukuku için de uzun süredir bir esin kaynağı olarak kabul edilmektedir.
Konu, Federal Almanya Ceza Yasası’nın 90/3. maddesi nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nin önüne bir iptal davası olarak gelmiştir. Sözü geçen 90. maddenin 1 ve 3. fıkraları şöyledir:
“Amaç ve faaliyeti anayasa düzenini ve halklar arasındaki anlayış fikrini hedef alan bir dernek kuranlar ve böyle bir derneğin çalışmalarını yönetici veya sıradan şahıs olarak yürütenler hapisle cezalandırılır.
“Eğer dernek, bu yasanın geçerlilik alanı içinde bir siyasal parti ise eylem ancak Anayasa Mahkemesi’nin parti hakkında Anayasa’ya aykırılık kararı vermesinden sonra kovuşturulur.”
Görüldüğü gibi, Federal Almanya Ceza Yasası, Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararını ceza yargılaması için bir dava koşulu olarak kabul ediyordu. Fakat Anayasa Mahkemesi, hukuk devleti ilkesi açısından bunu dahi yeterli görmeyerek, kapatma kararı alınana kadarki eylemlerin hiçbir zaman ceza kovuşturması konusu olamayacağına karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesi şöyledir:
“1. Federal Anayasa Mahkemesi’nin kararına kadar, bir partinin Anayasa’ya aykırılığı hukuken ileri sürülemez. Çünkü bu karar yenilik doğurucudur.
“2. Anayasa’nın 21/2. maddesinin esas olarak parti örgütünü kapsayan ayrıcalığı, bir partinin yönetici ve taraftarlarının genel olarak geçerli olan araçlarla yürüttükleri resmi parti faaliyetlerini de kapsar. Parti, Federal Anayasa Mahkemesi’nin daha sonraki bir kararıyla Anayasa’ya aykırı ilan edilecek olsa dahi, bu faaliyet gene de parti ayrıcalığının koruması altındadır.
“3. Anayasa hukukunun tanıdığı bir parti kurma ve anayasal hayat içinde parti faaliyetlerinde bulunma özgürlüğünün kullanılmasının, hukuk düzenince daha sonra hukuka aykırı kabul edilmesi, hukuk devleti ilkesini zedeler”.
Federal Anayasa Mahkemesi, bu gerekçeye dayanarak Ceza Yasası’nın 90. maddenin 3. fıkrasını tümüyle ve 1. fıkrasını da siyasal partiler açısından iptal etmiştir. Böylece Almanya’da bir siyasal partinin kapatılması kararından sonra dahi, kapatma kararına kadarki eylemler nedeniyle cezai sorumluluğa gidilemeyeceği hukuk devleti ilkesinin gereği olarak kabul edilmiştir.
Federal Anayasa Mahkemesi’ne yapılan ve hukuki bulunan başvurunun gerekçesi, kararda özetlenmiştir. Konuya aydınlık getirmesi açısından bu özetteki bazı görüşleri de aktarıyoruz:
Eylem, bir partinin Anayasa’ya aykırılığı ile ilgilidir. Bu nedenle eylem hakkında bir ceza kovuşturması yapabilmek için, eylemin Federal Anayasa Mahkemesi’nce ilgili partinin Anayasa’ya aykırılığına karar verilmesinden sonra işlenmiş olması gerekir. Çünkü bireyler, ancak Anayasa Mahkemesi kararından sonraki eylemlerinin cezayı gerektireceğini bilecekler ve davranışlarını buna göre düzenleyeceklerdir.
Ancak Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma kararından sonraki eylemler nedeniyle ceza uygulanabilir. Bu karara kadarki eylemler, Anayasa’nın koruması altındadır.
Eğer parti kurucu ve görevlilerinin faaliyetleri ceza kovuşturmasına uğrarsa, Anayasa güvencesinin içi boşaltılmış olur.
Partinin Anayasa’ya aykırılığına yalnız Anayasa Mahkemesi karar verir. Bu hüküm, ceza yargısını da bağlayan anayasal bir ilkeyi içerir.
Görüldüğü gibi, mehaz mevzuatın uygulanmasına ilişkin bu içtihatta, kapatılan bir partinin yöneticilerinin, siyasi faaliyetleri nedeniyle parti kapatılmadan evvel yargılanmalarını, kapatma tarihine kadar yürüttükleri siyasi çalışmalar nedeniyle parti kapatılsa dahi cezai açıdan sorumlu tutulamayacakları belirtilmiştir.
Sonuç olarak; yasal bir siyasi partinin Genel Başkanı olan müvekkilin, 6 yıla yaklaşan süredir tutuklu bulundurulması yalnızca Anayasa’nın 67. maddesinin değil, 68 ve 69. maddelerinin de ihlalidir.
Üstelik yerel seçimler öncesinde, bu seçimlere katılma hakkı bulunan ve katılacak partilerden biri olan İşçi Partisi’nin Genel Başkanı’nın 6 yıldır tutuklu bulundurulması, bu ihlali daha da ağırlaştırmaktadır.


Sonuç ve İstem : Açıklanan sebepler ve resen gözetilecek sair nedenlerle
başvurumuzun kabulü ile yasal bir siyasi partinin Genel
Başkanı olan müvekkilin tutukluluğu, yasanın ve
Mahkemeniz içtihatlarının öngördüğü makul süreyi aşmış
olduğundan;
- Anayasa’nın 67, 68 ve 69. maddeleriyle bağlantılı olarak 19. maddesinin ihlal edildiğine,
- Anayasa’nın 19. maddesiyle bağlantılı olarak 67, 68 ve
69. maddelerinin ihlal edildiğine,
- Müvekkilin maddi ve manevi zararlarının tazminine,
karar verilmesini talep ediyoruz.
Saygılarımızla.
17.12.2013

Doğu Perinçek vekili:
Av. Mehmet Cengiz