İP Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek’in Hz. Muhammed konusundaki araştırmaları eskidir

30 Ağustos 2006 günü Hürriyet gazetesinde çıkan haber üzerine birçok basın kuruluşu İP Genel Başkanı Doğu Perinçek’i aradı.

İşçi Partisi Genel Başkanı Perinçek, eskiden beri cenaze namazlarında toplulukla birlikte saf tutar ve cenaze namazını kılar. Bunu hem ...

Tarih:

30 Ağustos 2006 günü Hürriyet gazetesinde çıkan haber üzerine birçok basın kuruluşu İP Genel Başkanı Doğu Perinçek’i aradı.

İşçi Partisi Genel Başkanı Perinçek, eskiden beri cenaze namazlarında toplulukla birlikte saf tutar ve cenaze namazını kılar. Bunu hem toplumla birlikte olmanın, hem de toprağa verilecek olan insanımıza ve ailesine saygının gereği olarak yapar. Perinçek’in cenaze namazı kılarken resimleri basında eskiden beri yayınlanır. İlginç bir olay: Perinçek, 1979 yılında sel baskınına uğrayan Adana ili Ceyhan ilçesi Hamidiye köyünü ziyaret etmiştir. Ziyaret sırasında köyde bir yurttaşımızın vefat ettiğini öğrenmiş ve cenaze törenine katılmış ve cenaze namazını kılmıştır. Perinçek’in arkasından bazıları, abdest almadan cenaze namazı kıldığı yolunda propaganda yapmıştır. Yıllar sonra bu propagandayı duyan bir köy imamı, cenaze namazında abdestin farz olmadığını belirterek, köylüleri uyarmış ve Perinçek’in kurallara uygun hareket ettiğini belirtmiştir.

Perinçek, bir bilim adamı olarak, dünya ve Türk tarihinin çok seçkin bir devrimcisi olan Hz. Muhammed üzerine inceleme ve araştırmalar yapmış ve bu konudaki görüşlerini yayınlamıştır.

Dr. Doğu Perinçek'in üç yazısını aşağıda sunuyoruz;


I. YAZI

Doğu Perinçek,
Aydınlık, başyazı, 12 Şubat 2006
Hz Muhammed’in medeniyet devrimi

Bilim, İslamiyet’e dinler arası cepheleşme ve bağnazlığın içinden bakmaz. Dünyanın bütün bilim merkezlerinde İslam’ın ortaya çıkışı, Ortaçağ’ın en büyük devrimidir ve Hz Muhammed de, bu büyük devrimin önderidir.

İslamiyet’in ortaya çıkışı, tarihi en az bilen için, yeni bir dinin doğuşudur; ancak tarih içindeki yerine oturtacak olursak, yeni bir uygarlığın kurulmasıdır. Hz. Muhammed, bir peygamberdir. Ama aynı zamanda yeni bir devletin, yeni bir toplumun kurucusudur; büyük bir devrimin önderidir.

BÜTÜN BOYUTLARIYLA DEVRİM
Siyasal açıdan bakarsak, İslamiyet kabileler halinde örgütlenmiş bir toplumun devlete sıçramasıdır. Kabileler arasında baskın basanındır kuralının geçerli olduğu yağmacılığın yerini, devlet düzeninin sağladığı barış ve huzur ortamı almaktadır. Böylece özel mülkiyet ve ticaretin gelişmesi için gerekli koşullar yaratılmaktadır.

Ekonomik açıdan, kabilenin kapalı ekonomisinden ticaretin gelişmesi yoluyla para ekonomisine geçilmektedir. Para kazanan kişi, Allah’ın sevgili kuludur; yani “El-kasip habibullah.”

Mülkiyet ilişkilerli açısından, kabilenin ortaklaşa mülkiyeti çözülürken, özel mülkiyet serpilip gelişmektedir.

Bu zeminde kabilenin akrabalık ilişkileri, İbni Haldun’un deyişiyle “asabiye” bağı, Morgan ve Engels’in diliyle “gentilice” (kanbağı) ilişkiler dağılmakta, onun yerini ümmet almaktadır. Bedir savaşında Arap yarmadasında ilk kez akrabalar karşı karşıya gelmiş ve birbirleriyle savaşmışlardır. Bu akrabalığa dayanan toplumun çözülmesi, onun yerini ümmet ilişkilerinin almasıdır. İslamiyet, kabile içindeki kardeşliği, bütün müminlere yayarak ümmet kardeşliğine
dönüştürmüştür.

Hz Muhammed’in getirdiği yeni hukuk sistemi, kervanların basılması ve yağmalanmasını yasaklamış, özel mülkiyet ve ticareti korumuş, böylece devlet düzenini sağlamış ve Arap yarımadasında oluşan büyük bir enerjiyi birleştirip batıya ve doğuya doğru yönelterek büyük bir imparatorluğun önkoşullarını yaratmıştır.

Kuşkusuz bu büyük yönelişin ideolojik ve psikolojik iticilerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Toplumu ümmet kardeşliği içinde birleştiren yeni iman, toplumun psikolojisini sarmalamış, büyük bir kolektif enerjiyi ateşlemiş ve cihad yoluyla dışa doğru yayılmayı örgütlerken, tarihsel açıdan da toplumun kendi mücadelesiyle medeniyete sıçramasının manevi gücünü yaratmıştır.

MEDENİYETE GEÇİŞ
Siyaset, ekonomi, toplum ve mülkiyet ilişkileri, hukuk, ideoloji ve toplum psikolojisi açısından toplam olarak baktığımız zaman, İslamiyet’in doğuşu ve gelişmesi, bir devrimdir. Bu devrim, tarihsel açıdan medeniyete geçiş devrimidir. İnsanlığın Sumer’lerden ve Çin uygarlığının kuruluşundan beri dalga dalga yaşadığı olay, başka bir tarihsel düzlemde bir kez daha yaşanmıştır.

“Hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğunu” kabul eden Atatürk ve diğer Kemalist Devrim düşünürleri de, İslamiyet’in bu tarihsel rolünü açık bir dille saptamışlardır.

ÖZGÜNLÜĞÜ
Ancak bu olay, eski medeniyetlerin bir tekrarı değildir. Devlete, özel mülkiyete, para ekonomisine, kanbağı ilişkilerinin çözülerek toplumun sınıflara bölünmesine ve feodal bağımlılıkların oluşmasına, felsefe ve bilimin doğuşuna geçiş anlamında, bütün medeniyetlerin oluşması, her toplumda farklı zamanlarda yaşanmakla birlikte, en sonunda aynı tarihsel aşamaya denk düşer. Ancak her medeniyet, farklı coğrafyalarda, farklı serüvenlerden gelen, farklı birikimler oluşturmuş toplumlar tarafından kurulduğu için, aynı zamanda kendine özgüdür.

Arap yarımadasında yaşayan Bedeviler, Hz Muhammed’in başlattığı devrimle, feodal bir ticaret uygarlığı kurdular. Batıda İspanya’ya doğuda Asya içlerine kadar uzanan yeni imparatorluk, 7-11. yüzyıllar arasında dünya uygarlığının merkezi ve öncüsü oldu.

İslam uygarlığı, Sumer’lerden başlayan Ortadoğu, sonra Yunan ve Roma uygarlığının mirasını geliştirdi ve kapitalist Batı uygarlığına taşıdı. İslam uygarlığı ve Türk uygarlığı, bu açıdan 7. yüzyıl ile 15-16. yüzyıl arasında köprü oldu; öte yandan Çin ve Hint uygarlığı ile Batı uygarlığı arasında da bir köprü oluşturdu.

9-11. yüzyılın dünyasına baktığınız zaman, insanlığın kapitalizme doğru sıçrayışını, Ortadoğu merkezinden yapacağı izlenimini edinirsiniz. O sıralar Batı Avrupa, uygarlığın merkezinde değil fakat kenarlarındadır ve bir bakıma derin ve karanlık bir uykunun içindedir. Ancak Ummanları aşan denizcileri sayesinde Batı, 15. yüzyıldan başlayarak dünya ticaretine hükmeder; büyük zenginlikler biriktirir. Artık uygarlığın merkezi, Batı Avrupa’ya kaymıştır. Böylece insanlık, kapitalist uygarlığa sıçramasını Avrupa’nın Atlantik kıyılarından gerçekleştirir. Dünün uygarlık merkezi olan Doğu geriliğin kuyularına itilir.

TAŞLAŞAN ÖNYARGILAR VE BİLİMİN BAKIŞI
Dinler birbirine farklı cephelerden bakarlar. Haçlı savaşları ve cihad, bin yıl aşan bir süredir devam edip gelmektedir. Bu savaşlar, dinler arası savaş gibi görülür ama temelinde imparatorluklar ve sınıflar arasında savaştır; zaman zaman da ileri ile geri arasındaki savaştır. Bu savaşlarda din bayrağı altında toplanan imparatorlar ve toplumlar, birbirleri hakkında yüzyılların derinleştirdiği yargılar oluştururlar. O yargılar taşlaşır, karikatürlere yansır.

Ama bilim, İslamiyet’e bu cepheleşme ve bu bağnazlığın içinden bakmaz. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Çin’de, ister Batı’da Atlantik kıyılarında, ister Rusya, ister Güney Afrika’da, dünyanın bütün bilim merkezlerinde İslam’ın ortaya çıkışı, Ortaçağ’ın en büyük devrimidir ve Hz Muhammed de, bu büyük devrimin önderidir.

Bir televizyon programından sonra vicdanlı bir grup İlahiyat Fakültesi profesörü, dokuz hocamız ziyaretime gelmişlerdi. Masaya oturur oturmaz, “Biz dünyaya tarihsel bakıyoruz” dediler. O gün hayatımın büyük mutluluk duyduğum sohbetlerinden birini yaşadım.

İbn Haldun’un deyişiyle “Tarih bilimlerin anasıdır.” Hatta sosyal bilim, tarihten ibarettir. Tarihsellik, gerçeklere yaklaşmanın biricik anahtarıdır.


II. YAZI

Bilim ve Ütopya Dergisi Sayı 61
Atatürk'e göre Muhammed
Dr. Doğu Perinçek

Atatürk, İslam'ı ve Hz. Muhammed'i özellikle tarih biliminin bir konusu olarak araştırmaktadır. Dahası İslam, İslam'ın temel kaynakları sayılan Kur'an ve hadislerin verdiği bilgilere göre değil, tarih ve sosyoloji bilimlerinin bulgularına göre inceleniyor.

Okuyacağınız yazı, Doğu Perinçek'in Kaynak Yayınları'ndan çıkan Kemalist Devrim-2 Din ve Allah adlı kitabının "Kemalizm’e Göre İslamiyet" başlıklı bölümünden alınmıştır. Konuyu daha ayrıntılı incelemek isteyen okurlarımıza, Atatürk'ün el yazılarını ve Kemalist tarihçilerin çalışmalarını içeren belgelerin de bulunduğu bu kitabın tamamını okumalarını öneririz. Yazının başlığı tarafımızdan konulmuştur.
Atatürk, liseler için hazırlanan Tarih II kitabının İslamiyet’in doğuşu ve Muhammed'in hayatıyla ilgili bazı bölümlerini eliyle yazdı veya söyleyerek yazdırdı.(1)
Atatürk, bu kitabın Belgeler bölümünde bulacağınız el yazılarında, önce Muhammed'in kökenini inceler, İbrahim Peygamberin soyundan geldiği iddiasını reddeder, daha sonra "Muhammed'in Peygamberliği" başlıklı bölümde şu saptamaları yapar:
- Allah'ın Resulü olmak, Muhammed'de oluşan bir "düşünce"dir. "Muhammed, başlangıçta Allah’ın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır, bunu düşünmemiştir. Bu düşünce, senelerce mücadele ettikten ve düşüncelerini yaydıktan sonra kendisinde hasıl olmuştur."
- Muhammed'in bir melek ve Allah’la konuşmuş olduğu, bir "faraziye"dir. "Bu faraziyeleri bir tarafa bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde irdelemek daha doğru olur." Muhammed'in Allah ile ilişkisi, aslında ilkel Arap toplumlarında şairler ile cinler arasındaki ilişkiye duyulan inançtan kaynaklanır. "Muhammed'in İsa ve Musa dinlerine dair öğrendikleri de bu inancını kuvvetlendirmiştir." Ancak Muhammed "ilhamlarını cinlerden almadığını ve fakat cinlerden yüksek olan Allahtan aldığını söyler."
- Muhammed, "dinî bir imparatorluğun mutlak başkanı ve bütün dünyaya hakim olmak iddiasını besleyen savaşçı bir dinin kurucusu" oldu. Bu sonuçlara ulaşması, "Muhammed'in yalnızca kendi manevî ve düşünsel kuvvetinin ürünü idi."
- "Muhammed'in yaydığı din, insanların kalplerinde derin bir titreşim uyandırdı." Bunun nedeni, yalnız onun kişiliği değildi. Onun "faaliyet alanını oluşturan kavmin hallerini de öz önünde tutmak gerekir."
- Toplum, "Muhammed'in ilk telkinlerini ağır bir gelişmeyle düzeltmiş ve genişletmiştir."(27
Görüldüğü gibi, Atatürk'e göre Muhammed'in "Allah'ın resulü olması", bin gerçek değil, fakat Muhammed, doğaüstü bir varlıktan bildiri getiren bir peygamber değil, fakat bir düşünür olarak görülmektedir. Nitekim Kemalist seçkinler arasında yer alan Rûşen’i Bey (Barkur) de, peygamberi "bir Arap filozofu" diye anıyor.(3) Atatürk, Muhammed'in Allah'la ilişkisinin kaynağını, Arap toplumundaki inançlarda bulur. Atatürk, Muhammed'in büyük bir din ve imparatorluk kurmasını, Allah'ın kudreti ve iradesiyle açıklamaz. Dahası, dinin bu iddiasını çürütmeye özen gösterir. Bu olayı, bir yönüyle "Muhammed'in manevî ve düşünsel gücüne bağlar, öte yandan Arap toplumunun koşullarına dikkat çeker.
Arap çöllerinde Muhammed'in ortaya çıkışı ve İslamiyet’in doğuşu, kabile hayatından büyük bir imparatorluğa geçiş aşamasına rastlamaktadır. Gelişen ticaret, kabile ilişkilerini dağıtır ve daha da gelişmek için, kabileler arası anarşiye son verecek güçlü bir otoriteyi ve hukuk gerekli kılar. Daha önce Mısır'da tek Allah'ın doğuşu da aynı toplumsal-siyasal süreçte yaşanmıştı.
Atatürk, Muhammed'in peygamberliğini ilahî değil, fakat toplumsal-siyasal bir olay olarak görmektedir. Muhammed, "bir din kurucusu ve dinî bir devlet reisi"dir, başarılı bir komutandır. "Çağdaşlarının en yükseği olduğunu yaptığı işlerle ispatlamış" tır.(4) Cumhuriyet Devrimi önderinin, Muhammed'in "büyük bir devrim yarattığını' saptaması da, bu bakış açısındaki yerine oturuyor.(5)
Kemalist ders kitapları, İslam dininin kabul ettiği Muhammed'den önceki peygamberleri de, tarihin verilerine göre incelemektedir. Başlangıçta peygamberler, İbrani kabilelerinin yöneticileriydi. Rahiplik, hâkimlik ve kumandanlık onlarda toplanıyordu. Davud'un İsrail krallığını kurmasıyla birlikte peygamberlik ve krallığın aynı insanda birleştiğini görüyoruz.(6)
(…)
İSLAM’A KARŞIT FELSEFE
Cumhuriyet Devrimi önderliği, İslamî inançları, bu inançların oluşturudğu kapalı devrenin içinden değil, karşıt bir felsefî konumdan, Aydınlanma çağı ve sonrasının burjuva-demokratik dünya görüşüyle inceliyor ve eleştiriyor.
Bilindiği gibi İslam, doğaüstü bir yaratıcının varlığını, evrenin ve insanın bu varlık tarafından yaratıldığın, Hz. Muhammed'in resullüğünü ve vahiy olayını, bilimsel bir usavurmaya ve kanıtlamaya gerek duymaksızın önsel olarak (apriori) kabul eder; bu konuda herhangi bir tartışmayı bile zındıklık olarak görür, yani doğrudan doğruya fizik ötesi inançlara, dogmalara dayanır.
İslamiyet, metafizik inancı açıkça savunur, bu temel tutumunu gizleyen örtülen kullanmaz ve dolaylı yollara sapmaz. İslamiyet açısından, inanç inançtır; insan olgularla, doğadaki süreçlerle veya bilimle kanıtlanması gerekmez, hatta böyle bir kanıtlama çabasının kendisi bile İslamiyet’e aykırıdır. Çünkü Allah'ın varlığının inanç ötesi bir kanıtlamaya ihtiyacı yoktur.
Kemalist devrimciler, yukarda özetlenen fizik ötesi inancı paylaşmıyorlar, İslamî inanç sisteminin bütünüyle dışına çıkıyorlar. Daha önemlisi bu karşıt felsefî konum, yalnız evren ve insan gibi konularla, yanı maddi alemin ele alınışıyla sınırlı değildir. Atatürk ve arkadaşları, İslam’ın kendisin ve temel ilkelerini de, materyalist bir felsefî açıdan tartışıyor ve değerlendiriyorlar. Atatürk, kendi el yazılarıyla "faraziyeleri bir tarafa bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde mütalaa etmek doğru olur." Saptamasını yapıyor.
Denebilir ki, Cumhuriyet Devrimi'nin resmi kitapları, doğrudan doğruya imanın şartlarını ve İslam’ın esaslarını tartışmış ve demokratik devrimlerin materyalist felsefesiyle çürütmüştür.

İSLAM DIŞI TARİHÇİLİK
Atatürk, İslam’ı özellikle tarih biliminin bir konusu olarak araştırmaktadır. Dahası İslam, İslam’ın temel kaynakları sayılan Kur'an ve hadislerin verdiği bilgilere göre değil, tarih ve sosyoloji bilimlerinin bulgularına göre inceleniyor.
Kemalist devrimcilerin ilgi alanı, İslam’ın inanç kaynakları ve düşünsel oluşumuyla sınırlı değildir. Bu inanç ve düşüncelerin boy verdiği tarihsel-toplumsal ortam da, onların araştırmalarına konu olmuştur. Burada burjuva materyalist tarih teorisinin bakış açısıyla ve yöntemiyle karşılaşırız.
Atatürk'e göre, İslam’ın içinde doğduğu Arap toplumu henüz kabile hayatı yaşamaktadır, "toplumsal ve siyasi hayatları anarşi içinde"dir. Atatürk, "idareleri de bir nevi halk idaresiydi" der.(7) Kastettiği, "kabile demokrasisi"dir.(8) Ancak kabile hayatına rağmen, meta üretimi filizlenmiş ve Mekke ve Medine gibi ticaret merkezleri olan şehirler kurulmuştur. Atatürk, "Mekke ve Medine ahalisinin tüccar olduğunu" belirler. Hatta Yemen'de "küçük küçük kabile krallıkları" olduğunu saptar. Toprağın verimliliği ve ticaretin gelişmesiyle bu kabile krallıkları arasındaki ilişkiye değinmemekle birlikte, Arap yarımadasının güneyinde yer alan Yemen'in "büsbütün başka olduğunu", "verimli yerleri" bulunduğunu ve "eski bir medeniyete" beşiklik ettiğini belirtir.(9)
Sonuç olarak Muhammed, ticaretin çözüldüğü bir bedevi kabile toplumundan "dinî bir imparatorluğa" geçişe önderlik etmektedir. Atatürk, olayın "büyük bir devrim" olduğunu saptamıştır. Gerçi, bu tarihsel sıçramanın toplumsal-ekonomik temeli ile siyasal ve ideolojik üstyapısı arasındaki ilişkileri açık olarak göstermemiştir, ancak altını çizdiği tarihsel gerçekler arasında tutarlı iç bağlantılar vardır. Çünkü Atatürk'ün incelediği Batı'lı İslam tarihçileri, İslam’ın kabile toplumundan devlete (imparatorluğa) geçiş olayına rehberlik ettiğini açıklamışlardır. Atatürk'ün İslam üzerine yazdıklarını birleştirdiğimiz zaman, bulanıklıklara rağmen, bu kavrayışı benimsediğini söyleyebiliriz. Nitekim yeni inanç sistemine geçişle yeni siyasal sisteme geçiş arasındaki ilişki, materyalist tarihçiliğin verileriyle açıklanır, "Arap kabilelerinin mabûdlarını temsil eden yere dik konulmuş taşlar", arkada kalmakta olan kabile toplumunun inancıdır. Toplum, kabile toplumunun inancıdır. Toplum, kabile putlarına tapmadan, soyut ve tek bir Allah fikrine doğru sıçramaktadır. "Gözle görünmeyen cinler ve perilerin" yerini, "cinlerden yüksek olan Allah" almaktadır.(10)
Yeni bir uygarlık doğmaktadır. Kabile putlarının en büyüğü, daha doğrusu en güçlü kabilenin ilahı, zamanla soyut bir tek Allah'a dönüşmektedir. Atatürk'ün Mısır uygarlığının gelişme sürecinde saptadığı bu olay, Arabistan'da yaşanan benzeri bir süreçte de yaşanmaktadır. Ancak bir fark var: Mısırlılar tek Allah'ı kendileri yarattıkları halde, daha sonra aynı süreci yaşayan diğer Ortadoğu toplumları, yaratılmış olan bu kavramı devralmışlardır.
Yaşanan bir düşünce devrimidir, başka deyişle ideolojinin bulunmadığı bir toplumun inanç sisteminden ideolojiye geçiş devrimidir. Uygarlığa daha sonra yükselen bir toplum, Ortadoğu'da kendisinden önce kurulmuş uygarlıkların uzun süreçler içinde oluşturdukları ve birbirlerine devrederek olgunlaştırdıkları ideolojik yapılanma ve kurumlaşmaları (Tek Allah' lı dinler) bir bakıma hızar konarak ve en gelişmiş düzeyde benimsemektedir. Sümer, Babil ve Mısırlılardan Filistin'de oluşan tek Allah' lı Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa kadar ki gelişme, İslam’ın da ideolojik mirasını oluşturmuştur. Atatürk'ün İslamiyet ile Yahudilik, hatta Mısırlıların dinleri arasında kurduğu bağlantılar, aslında bu tarihsel süreç ve sıçramaları anlatmaya yöneliktir. Ancak Türklerin İslamiyet’i kabul etmesine gelince, Atatürk'ün bu sosyolojik tarihçiliği terk ettiği görülüyor. Olaya Türklerin kabileden devlete sıçrayışları açısından değil, o tarihte varolmayan milliyetçi açıdan yaklaşılıyor.
Cumhuriyet devrimcileri, İslam tarihini incelerken, kişinin tarihteki rolü ile toplumsal süreçler arasındaki ilişkiyi de gözetiyorlar. Atatürk, Hz. Muhammed'in kabile toplumundan devlete sıçramadaki tarihsel rolüne haklı olarak övgüyle değinmekle birlikte, tarihi kişilerin yapmadığına da işaret ediyor. Ona göre, İslamiyet’in on üç yüzyıldır devam eden güçlü etkisinin nedenleri, Peygamber'in seçkin niteliklerinin ötesinde, toplumdadır.
"Bu harikanın sebebini araştırırken, yalnız Muhammed'in şahsı üzerinde durmak yeterli değildir. Başka unsurları da göz önünde tutmak lazımdır. O unsurlar söz konusu adamın faaliyet sahasına oluşturan kavmin halleridir."(11)
Görüldüğü gibi, Atatürk, kendi tarih felsefesine uygun olarak, Muhammed'in içinde yaşadığı toplumun oluşturduğu bir "faaliyet alanı" içinde rol oynadığını açıkça belirlemiştir. Devamla der ki: "Herhalde toplum Muhammed'in ilk telkinlerini yavaş bir gelişme ile düzeltmiş ve genişletmiştir."(12)
Atatürk ve Tarih kitapları, Peygamber'in kökenini ve hayatını, "sonradan icat olunmuş" ve "efsanevî" bilgilerden arındırarak incelediler. Böylece İslam’ın ideolojik kapalı devresinin d ışına çıkarak, bir tarihçinin nesnelliği kaygısıyla hareket ettiler. Bu konuda Atatürk'ün öne sürdüğü saptamaların tarihsel gerçeğe ne kadar uygun düştüğü o kadar önemli değildir. Önemli olan, bilimsel yöntemi benimseme ve halkın aydınlanmasına hizmet etme çabasıdır. Atatürk, Peygamber'in başına sonradan takılan aristokratik haleleri, feodal çelenkleri ve kutsamaları rahatlıkla tartışmaktadır, İslam’ın önderlik ettiği feodalizm, daha sonra Peygamber'i, feodal asaletle ve feodal değer yargılarıyla bezemiş, kendi ideolojisine göre süslemiştir. Soylu olmayan yoksul ve sıradan insanları ezen feodal sistem, Peygamber'e şanlı bir soy kütüğü icat ederek tarihi yeniden yazmıştır.(13) Atatürk, feodal değer yargılarına savaş açmış bir demokratik devrim önderi olarak, Muhammed'i kendisine sonradan yüklenmiş soyluluktan kurtarırken, bir bakıma demokratik toplumun gözünde daha değerli bir yere oturtmaktadır.

III. YAZI
Doğu Perinçek, Bilim ve Ütopya, Mart 2006
Silahlı Peygamber Hz Muhammed’in medeniyet devrimi

Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Hz Muhammed’in silahla kurduğu devlet ve medeniyet, eski uygarlıklar ile 15. yüzyıl sonrasının kapitalist uygarlığı arasında köprü oluşturdu. İnsanlık, Hz. Muhammed’in silahına çok şey borçludur.

ÖZETLER
Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell’in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln’ün Amerikan demokrasisi, Robespierre’in Fransız demokrasisi, Bismarck’ın Alman birliği, Garibaldi’nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?

Bilim, İslamiyet’e dinler arası cepheleşme ve bağnazlığın içinden bakmaz. Dünyanın bütün bilim merkezlerinde İslam’ın ortaya çıkışı, Ortaçağ’ın en büyük devrimidir ve Hz Muhammed de, bu büyük devrimin önderidir.

Hz Muhammed’in getirdiği yeni hukuk sistemi, kervanların yağmalanmasını yasaklamış, özel mülkiyet ve ticareti korumuş, böylece devlet düzenini sağlamış ve Arap yarımadasında oluşan büyük bir enerjiyi birleştirip batıya ve doğuya doğru yönelterek büyük bir imparatorluğun önkoşullarını hazırlamıştır.

Toplumu ümmet kardeşliği içinde birleştiren yeni iman, toplumun psikolojisini sarmalamış, büyük bir kolektif enerjiyi ateşlemiş ve cihad yoluyla dışa doğru yayılmayı örgütlerken, tarihsel açıdan da toplumun kendi mücadelesiyle medeniyete sıçramasının manevi gücünü yaratmıştır.

Atatürk, Hz. Muhammed'in peygamberliğini toplumsal-siyasal bir olay olarak görmektedir. Muhammed, "bir din kurucusu ve dinî bir devlet reisi"dir, başarılı bir komutandır. "Çağdaşlarının en yükseği olduğunu yaptığı işlerle ispatlamış"tır.
Cumhuriyet’in tarih öğretmeni Samih Nafiz Tansu, ders kitabında, İslam devriminin sınıfsal karakteri şöyle açıklar: “Hz Muhammed, yalnız tek tanrı üzerinde değil, her şeyden evvel bir sınıf inkılabı üzerinde duruyor, haksız kazançların zulüm olduğuna işaret ediyordu. O zaman tehlikeli bir insanla karşılaştıklarını anlayan Mekke’nin zenginleri, (…) Müslümanlara boykot yaparak onları müşkülata uğratmışlardı.”



I
SİLAHLI PEYGAMBER

Batı’lı bilim adamları Hz Muhammed’ten “Silahlı Peygamber” diye söz etmişlerdir. Örneğin Maxime Rodinson, Hz Muhammed’in silahlı güç inşa etmesini, devlet ve medeniyet kuruculuğuna giden bir stratejinin gereği olarak ele alır. Kemalist Devrim’in önderleri de, başta Atatürk olmak üzere Hz Muhammed’in devlet ve medeniyet kuruculuğunu öne çıtkarırlar. Mahmut Esat Bozkurt’un Hz Muhammed’i anlatırken saptadığı gibi medeniyetler kılıçla kurulur: “Devlet kurdu, milletimi her millete egemen kıldı. Bayındırlık içinde bıraktı. Çünkü hakkı unutmadı. Kılıcı elinden bırakmadı.”

Doğrudur ve çok önemlidir; Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte İslam Peygamberi’nin büyük başarısı da buradadır.

Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell’in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln’ün Amerikan demokrasisi, Robespierre’in Fransız demokrasisi, Bismarck’ın Alman birliği, Garibaldi’nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?

Bütün bu nedenlerle Hz Muhammed’in “Silahlı Peygamber” olması, onun uygarlığa katkısının temel şartıdır. Hz. Muhammed’i diğer birçok peygamberden ayıran en önemli başarısı, savunduğu davayı, silahlı bir insan gücünü örgütleyerek zafere ulaştırmış olmasındadır.

Ve o dava, medeniyet davası idi. Nitekim birçok Batı’lı bilim adamı, bu açıdan Hz. Muhammed’i bir medeniyet kurucusu olarak tarihteki yerine oturturlar. Örneğin Goethe, Hz. Muhammed’i anlattığı bir şiirinde, O’nun “Deha sahibi insanın en mükemmel örneği” olduğunu belirtir. Büyük Alman şairi, Hz. Muhammed’i, “Derelerin ve çayların okyanusa ulaşmak için yardım beklediği koca bir ırmağa” benzetmektedir. Alman sosyalizminin önde gelen liderlerinden August Bebel de, Hz. Muhammed’in kurduğu İslam medeniyetini, Ortaçağ’ın Hıristiyan karanlığıyla karşılaştırır. Hz. Muhammed’in örgütlediği devlet ve kurduğu disiplin, Arap toplumunun ötesinde, Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusuna kadar büyük bir coğrafyada yaşayan insanlığı kucaklayan büyük bir medeniyet yaratmıştı. Bebel, Hz. Muhammed için şu değerlendirmeyi yapar: “Asya’nın o güne dek çıkardığı en büyük adam ve dünyanın gördüğü en büyük adamlardan biriydi.” Bebel’in Veysel Atayman’ın çok güzel çevirisiyle Türkçemize kazandırdığı “Hz. Muhammed ve Arap Kültürü” başlıklı kitabı,
İslam’ın doğuşuyla yaşanan büyük medeniyet devrimini çok iyi anlatmaktadır.

Caetani de, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk başlarında Atatürk tarafından yayınlatılan 8 ciltlik İslamTarihi’nde, Hz. Muhammed’in tarihin yönünü gören çok önemli meziyetini saptamıştır. O, “Zaman ve halin toplum sorunlarının gerçek yönünü” berrak bir şekilde kavramıştır. Bu nedenle toplumda filizlenen yeniliklerin başına geçmede büyük bir yetenek ve cesaret göstermiştir.

Fernand Grenard da, Asya’nın Yükselişi ve Çöküşü başlıklı önemli kitabında, Hz Muhammed’in medeniyet kuruculuğunun sınıfsal temellerini açıklar. İslamiyeti, bedevi çobanlar değil, şehirli tüccarlar kurmuştur. “İslam Peygamberi, Kızıldeniz, Habeşistan, Hind Okyanusu, Suriye ve Mezopotamya ile ticaret yapan Kureyş kabilesinin mensubudur.”

İslamiyet’in ortaya çıkışı, tarihi en az bilen için, yeni bir dinin doğuşudur; ancak tarih içindeki yerine oturtacak olursak, yeni bir uygarlığın kurulmasıdır. Hz. Muhammed, bir peygamberdir. Ama aynı zamanda yeni bir devletin, yeni bir toplumun kurucusudur; büyük bir devrimin önderidir.

Hz Muhammed’in silahla kurduğu devlet ve medeniyet, eski uygarlıklar ile 15. yüzyıl sonrasının kapitalist uygarlığı arasında köprü oluşturdu. İnsanlık, bu nedenle Hz. Muhammed’in silahına çok şey borçludur.

II
MEDENİYET DEVRİMİ
Devrimin içeriği
Hz. Muhammed’in önderlik ettiği devrimin içeriği nedir?
Siyasal açıdan bakarsak, İslamiyet kabileler halinde örgütlenmiş bir toplumun devlete sıçramasıdır. Kabileler arasında baskın basanındır kuralının geçerli olduğu yağmacılığın yerini, devlet düzeninin sağladığı barış ve huzur ortamı almaktadır. Böylece özel mülkiyet ve ticaretin gelişmesi için gerekli koşullar yaratılmaktadır.

Ekonomik açıdan, kabilenin kapalı ekonomisinden ticaretin gelişmesi yoluyla para ekonomisine geçilmektedir. Para kazanan kişi, Allah’ın sevgili kuludur; yani “El-kasip habibullah.” Samir Amin, çeşitli eserlerinde, İslam uygarlığını Avrupa feodalizminden farklı bir toplumsal ekonomik kuruluş olarak niteler ve buna “Haraçlı toplum” adını verir.

Mülkiyet ilişkileri açısından, kabilenin ortaklaşa mülkiyeti çözülürken, özel mülkiyet serpilip gelişmektedir.

Bu zeminde kabilenin akrabalık ilişkileri, İbni Haldun’un deyişiyle “asabiye” bağı, Morgan ve Engels’in diliyle “gentilice” (kanbağı) ilişkiler dağılmakta, onun yerini ümmet almaktadır. Bedir savaşında Arap yarımadasında ilk kez akrabalar karşı karşıya gelmiş ve birbirleriyle savaşmışlardır. Bu akrabalığa dayanan toplumun çözülmesi, onun yerini ümmet ilişkilerinin almasıdır. İslamiyet, kabile içindeki kardeşliği, bütün müminlere yayarak ümmet kardeşliğine
dönüştürmüştür. Cemil Sena, bu süreci yalnız inanç açısından değil, toplumsal yönüyle de ele alır.

Hz Muhammed’in getirdiği yeni hukuk sistemi, kervanların basılması ve yağmalanmasını yasaklamış, özel mülkiyet ve ticareti korumuş, böylece devlet düzenini sağlamış ve Arap yarımadasında oluşan büyük bir enerjiyi birleştirip batıya ve doğuya doğru yönelterek büyük bir imparatorluğun önkoşullarını yaratmıştır.

Kuşkusuz bu büyük yönelişin ideolojik ve psikolojik iticilerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Toplumu ümmet kardeşliği içinde birleştiren yeni iman, toplumun psikolojisini sarmalamış, büyük bir kolektif enerjiyi ateşlemiş ve cihad yoluyla dışa doğru yayılmayı örgütlerken, tarihsel açıdan da toplumun kendi mücadelesiyle medeniyete sıçramasının manevi gücünü yaratmıştır.

Siyaset, ekonomi, toplum ve mülkiyet ilişkileri, hukuk, ideoloji ve toplum psikolojisi açısından toplam olarak baktığımız zaman, İslamiyet’in doğuşu ve gelişmesi, bir devrimdir. Bu devrim, tarihsel açıdan medeniyete geçiş devrimidir. İnsanlığın Sumer’lerden ve Çin uygarlığının kuruluşundan beri dalga dalga yaşadığı olay, başka bir tarihsel düzlemde bir kez daha yaşanmıştır.

İslam medeniyetinin özgünlüğü
Ancak bu olay, eski medeniyetlerin bir tekrarı değildir. Devlete, özel mülkiyete, para ekonomisine, kanbağı ilişkilerinin çözülerek toplumun sınıflara bölünmesine ve feodal bağımlılıkların oluşmasına, felsefe ve bilimin doğuşuna geçiş anlamında, bütün medeniyetlerin oluşması, her toplumda farklı zamanlarda yaşanmakla birlikte, en sonunda aynı tarihsel aşamaya denk düşer. Ancak her medeniyet, farklı coğrafyalarda, farklı serüvenlerden gelen, farklı birikimler oluşturmuş toplumlar tarafından kurulduğu için, aynı zamanda kendine özgüdür.

Arap yarımadasında yaşayan Bedeviler, Hz Muhammed’in başlattığı devrimle, feodal bir ticaret uygarlığı kurdular. Batıda İspanya’ya doğuda Asya içlerine kadar uzanan yeni imparatorluk, 7-11. yüzyıllar arasında dünya uygarlığının merkezi ve öncüsü oldu. İspanya Emevilerinin Kordoba kitaplığında, 400 binden fazla sistemli olarak düzenlenmiş el yazması cilt bulunuyordu. 11-14. yüzyıl Avrupa’sında İslam ve Türk modası geçerliydi.

İslam uygarlığı, Sumer’lerden başlayan Ortadoğu, sonra Yunan ve Roma uygarlığının mirasını geliştirdi ve kapitalist Batı uygarlığına taşıdı. İslam uygarlığı ve Türk uygarlığı, bu açıdan 7. yüzyıl ile 15-16. yüzyıl arasında köprü oldu; öte yandan Çin ve Hint uygarlığı ile Batı uygarlığı arasında da bir köprü oluşturdu.

9-11. yüzyılın dünyasına baktığınız zaman, isanlığın kapitalizme doğru sıçrayışını, Ortadoğu merkezinden yapacağı izlenimini edinirsiniz. O sıralar Batı Avrupa, uygarlığın merkezinde değil fakat kenarlarındadır ve bir bakıma derin ve karanlık bir uykunun içindedir. Ancak ummanları aşan denizcileri sayesinde Batı, 15. yüzyıldan başlayarak dünya ticaretine hükmeder; büyük zenginlikler biriktirir. Artık uygarlığın merkezi, Batı Avrupa’ya kaymıştır. Böylece insanlık, kapitalist uygarlığa sıçramasını Avrupa’nın Atlantik kıyılarından gerçekleştirir. Dünün uygarlık merkezi olan Doğu geriliğin kuyularına itilir.

Taşlaşan önyargıları kıran bilimsel bakış
Dinler birbirine farklı cephelerden bakarlar. Haçlı savaşları ve cihad, bin yıl aşan bir süredir devam edip gelmektedir. Bu savaşlar, dinler arası savaş gibi görülür ama temelinde imparatorluklar ve sınıflar arasında savaştır; zaman zaman da ileri ile geri arasındaki savaştır. Bu savaşlarda din bayrağı altında toplanan imparatorlar ve toplumlar, birbirleri hakkında yüzyılların derinleştirdiği yargılar oluştururlar. O yargılar taşlaşır, karikatürlere yansır.

Ama bilim, İslamiyet’e bu cepheleşme ve bu bağnazlığın içinden bakmaz. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Çin’de, ister Batı’da Atlantik kıyılarında, ister Rusya, ister Güney Afrika’da, dünyanın bütün bilim merkezlerinde İslam’ın ortaya çıkışı, Ortaçağ’ın en büyük devrimidir ve Hz Muhammed de, bu büyük devrimin önderidir.

Bir televizyon programından sonra vicdanlı bir grup İlahiyat Fakültesi profesörü, dokuz hocamız ziyaretime gelmişlerdi. Masaya oturur oturmaz, “Biz dünyaya tarihsel bakıyoruz” dediler. O gün hayatımın büyük mutluluk duyduğum sohbetlerinden birini yaşadım.

İbn Haldun’un deyişiyle “Tarih bilimlerin anasıdır.” Hatta sosyal bilim, tarihten ibarettir. Tarihsellik, gerçeklere yaklaşmanın biricik anahtarıdır.
III
KEMALİST DEVRİM’İN
HZ MUHAMMED DEĞERLENDİRMESİ
Atatürk’e göre Hz. Muhammed
Atatürk, bilindiği gibi, liseler için hazırlanan Tarih II kitabının İslamiyet’in doğuşu ve Hz. Muhammed'in hayatıyla ilgili bazı bölümlerini eliyle yazdı veya yazdırdı. Bu kitaplarda, Hz. Muhammed'in, İslam’ın temel kaynakları sayılan Kur'an ve hadislerin verdiği bilgilere göre değil, tarih ve sosyoloji bilimlerinin bulgularına göre incelendiği görülüyor.
Kemalist devrimcilerin ilgi alanı, İslam’ın inanç kaynakları ve düşünsel oluşumuyla sınırlı değildi. Bu inanç ve düşüncelerin boy verdiği tarihsel-toplumsal ortama daha büyük ilgi göstermişlerdir. Burada Fransız İhtilali sonrasının materyalist tarih anlayışı ve yöntemiyle karşılaşırız. Nitekim Atatürk, 1921 yılında İslamiyet’in “sosyo-politik bir sistemden başka bir şey olmadığını ve ferdiyetçilik ile Komünizm arasında orta bir yol teşkil ettiğini” söyler.
“Çağdaşlarının en yükseği”
Atatürk, Hz. Muhammed'in peygamberliğini toplumsal-siyasal bir olay olarak görmektedir. Muhammed, "bir din kurucusu ve dinî bir devlet reisi"dir, başarılı bir komutandır. "Çağdaşlarının en yükseği olduğunu yaptığı işlerle ispatlamış"tır.
Daha sonra başbakanlık yapacak olan Şemseddin Günaltay, Hz. Muhammed’in “Cezbeye tutulmuş, sönük bir derviş” olarak tanımlanmasına, Atatürk’ün sert bir dille tepki gösterdiğini anlatır. Atatürk, böyleleri için, “O’nun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır” saptamasında bulunuyor ve “Cahil serseriler bizim tarih çalışmalarımıza katılamazlar” diyor.
Hz Muhammed’in asilzadelikten kurtarılması
Atatürk ve Tarih kitapları, Peygamber'in kökenini ve hayatını, "sonradan icat olunmuş" ve "efsanevî" bilgilerden arındırarak incelediler. Böylece İslam ulemasının kapalı devresinin dışına çıkarak, bir tarihçinin nesnelliği kaygısıyla hareket ettiler. Bu konuda Atatürk'ün öne sürdüğü saptamaların tarihsel gerçeğe uygunluğundan daha önemli olan, bilimsel yöntemi benimsemesi ve halkın aydınlanmasına hizmet çabasıdır. Atatürk, Peygamber'in başına sonradan takılan aristokratik haleleri, feodal çelenkleri ve kutsamaları rahatlıkla tartışmaktadır, İslam’ın önderlik ettiği feodalizm, daha sonra Peygamber'i, feodal asaletle ve feodal değer yargılarıyla bezemiştir. Soylu olmayan yoksul ve sıradan insanları ezen feodal sistem, Peygamber'e şanlı bir soy kütüğü icat ederek tarihi yeniden yazmıştır.
Oysa Atatürk’ün de belirttiği üzere, “Muhammet kendisi hiçbir zaman asalet şerefi iddiasına kalkışmamıştır; o, boş teferruata ehemmiyet vermezdi; gayesine doğru tereddütsüz yürür ameli [pratik] bir adamdı. Muhammet, hiçbir zaman bir esalet hücceti istemedi; damarlarında İbrani nebilerinin canı dolaştığını iddia etmedi; bilakis kerek kendisinin kerek ana ve babasının fakir halleriyle iftihar etti.”
Görülüdüğü gibi Atatürk, Hz Muhammed'i kendisine sonradan yüklenmiş soyluluktan kurtarırken, bir bakıma demokratik toplumun gözünde daha değerli bir yere oturtmaktadır. Bu tutum kuşkusuz, Atatürk’ün feodal değer yargılarına savaş açmış bir demokratik devrim önderi olmasıyla bağlantılıdır.
Peygamberin rolü ve “kavmin halleri”
Cumhuriyet devrimcileri, İslam tarihini incelerken, kişinin tarihteki rolü ile toplumsal süreçler arasındaki ilişkiyi önemle gözetirler. Atatürk, Hz. Muhammed'in kabile toplumundan devlete sıçramadaki tarihsel rolüne haklı olarak övgüyle değinmekle birlikte, tarihi kişilerin yapmadığına da işaret ediyor. Ona göre, İslamiyet’in 13 yüzyıldır devam eden güçlü etkisinin nedenleri, Peygamber'in seçkin niteliklerinin ötesinde, toplumdadır.
"Bu harikanın sebebini araştırırken, yalnız Muhammed'in şahsı üzerinde durmak yeterli değildir. Başka unsurları da göz önünde tutmak lazımdır. O unsurlar söz konusu adamın faaliyet sahasına oluşturan kavmin halleridir."
Atatürk, kendi tarih felsefesine uygun olarak, Muhammed'in içinde yaşadığı toplumun oluşturduğu bir "faaliyet alanı" içinde rol oynadığını açıkça belirlemiştir. Devamla der ki: "Herhalde toplum Muhammed'in ilk telkinlerini yavaş bir gelişme ile düzeltmiş ve genişletmiştir."
Hazreti Muhammed’in büyük devrimi
Atatürk, dikkatini, Hz. Muhammed ve İslamiyet’in tarihsel rolü üzerinde yoğunlaştırmıştır. Arap çöllerinde Hz. Muhammed'in ortaya çıkışı ve İslamiyet’in doğuşu, kabile hayatından büyük bir imparatorluğa geçiş aşamasına rastlamaktadır. Gelişen ticaret, kabile ilişkilerini dağıtır ve kabileler arası anarşiye son verecek güçlü bir otoriteyi ve hukuk düzenini gerekli kılar. Nitekim Bedir savaşında Arabistan’da birbirine kan bağıyla bağlı olan akrabalar birbirlerine karşı savaşmışlardır.
Atatürk'e göre, İslam öncesinde Arapların "toplumsal ve siyasi hayatları anarşi içinde"dir. "İdareleri de bir nevi halk idaresi” dir. Atatürk’ün kastettiği, "kabile demokrasisi"dir. Ancak kabile hayatına rağmen, meta üretimi filizlenmiş ve Mekke ve Medine gibi ticaret merkezleri olan şehirler kurulmuştur. Atatürk, "Mekke ve Medine ahalisinin tüccar olduğunu" belirler. Hatta Yemen'de "küçük kabile krallıkları" olduğunu saptar. Toprağın verimliliği ve ticaretin gelişmesiyle bu kabile krallıkları arasındaki ilişkiye değinmemekle birlikte, Arap yarımadasının güneyinde yer alan Yemen'in "büsbütün başka olduğunu", "verimli yerleri" bulunduğunu ve "eski bir medeniyete" beşiklik ettiğini belirtir.
Sonuç olarak Hz. Muhammed, ticaretin çözüldüğü bir bedevi kabile toplumundan "dinî bir imparatorluğa" geçişe önderlik etmektedir. Atatürk, olayın "büyük bir devrim" olduğunu saptamıştır. Gerçi Atatürk, bu tarihsel sıçramanın toplumsal-ekonomik temeli ile siyasal ve ideolojik üstyapısı arasındaki ilişkileri açık olarak göstermemiştir, ancak altını çizdiği tarihsel olgular arasında tutarlı iç bağlantılar vardır.
Atatürk’ün kaynakları
Atatürk'ün incelediği Batı'lı İslam tarihçileri, İslam’ın kabile toplumundan devlete (imparatorluğa) geçiş olayına rehberlik ettiğini açıklamışlardı. Atatürk'ün İslam üzerine yazdıklarını birleştirdiğimiz zaman, bazı bulanıklıklara rağmen, bu kavrayışı benimsediğini söyleyebiliriz. Atatürk’ün İslam tarihi konusundaki kaynakları arasında Caetani’nin özel bir yeri olduğunu biliyoruz. İtalyan tarihçi, Hz Muhammed’in “son derece terakkiperver bir ruha malik olduğunu” saptar. Atatürk’ün Caetani’nin “İslam Tarihi” kitabında, altını çizdiği yerler arasında şu cümleler dikkat çekicidir:
“Muhammed, sistemini daima muhitin gereklerine göre islah ve tadil etmeğe amade idi. Hayatının her vak’asında mesleğini daimi surette sabit ve muteber bir şekle sokmak istemediğini belli etmiş, gerek dini meseleler gerekse sosyal konularda bir düzeltme yahut düzenleme lazım geldiği zaman mazideki bir hata ile hiçbir zaman kendisini bağlı görmemiştir. Muhammed’in en büyük meziyetlerinden biri sisteminin esnekliği içinde kendi kendisine oluşan değişiklik ve yeniliği izlemek konusunda gösterdiği kolaylıktır. Her zaman çağıyla bir seviyede bulunmuştur. (…) Zaman ve halin toplum sorunlarının gerçek yönünü berrak bir intikal ile taktir etmiştir.”
Yeni bir uygarlık
Yeni bir uygarlık doğmaktadır. Atatürk, yeni inanç sistemine geçiş ile yeni siyasal sisteme geçiş arasındaki ilişkiyi, materyalist tarihçiliğin verileriyle açıklamıştır: "Arap kabilelerinin mabûdlarını temsil eden yere dik konulmuş taşlar", arkada kalmakta olan kabile toplumunun inancıdır. Toplum, kabile putlarına taparken, soyut ve tek bir Allah fikrine doğru sıçramaktadır. "Gözle görünmeyen cinler ve perilerin" yerini, "cinlerden yüksek olan Allah" almaktadır.
Kabile putlarının en büyüğü, daha doğrusu en güçlü kabilenin ilahı, zamanla soyut bir tek Allah'a dönüşmektedir. Atatürk'ün Mısır uygarlığının gelişme sürecinde saptadığı bu olay, Arabistan'da yaşanan benzeri bir süreçte de yaşanmaktadır. Ancak bir fark var: Mısırlılar tek Allah'ı kendileri yarattıkları halde, daha sonra aynı süreci yaşayan diğer Ortadoğu toplumları, bu modeli benimsemişlerdir.
Uygarlığa daha sonra yükselen bir toplum, Ortadoğu'da kendisinden önce kurulmuş uygarlıkların uzun süreçler içinde oluşturdukları ve birbirlerine devrederek olgunlaştırdıkları ideolojik yapılanma ve kurumlaşmaları (Tek Allah'lı dinler) bir bakıma hazıra konarak ve en gelişmiş düzeyde benimsemektedir. Sumer, Babil ve Mısırlılardan Filistin'de oluşan tek Allah'lı Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa kadarki gelişme, İslam’ın da ideolojik mirasını oluşturmuştur. Atatürk'ün İslamiyet ile Yahudilik, hatta Mısırlıların dinleri arasında kurduğu bağlantılar, aslında bu tarihsel süreç ve sıçramaları anlatmaya yöneliktir.
Türklerin İslamiyeti kabulü
Ancak Türklerin İslamiyet’i kabul etmesine gelince, Atatürk'ün görüşlerinde çelişmeler görülür. Kimi zaman “Türklerin toplumsal geleneklerinin pek çoğunun İslam’ın hakikatlerine uygun ve yakın olduğu” kabul edilirken, kimi zaman da bu olay, üstün bazı özelliklerin terk edilmesi gibi yorumlanır. Atatürk’ün bu değerlendirmelerinde, sosyolojik tarihçiliği terkettiği söylenebilir. Olaya Türklerin kabileden devlete sıçrayışları açısından değil, o tarihte var olmayan milliyetçi açıdan yaklaşılıyor.
Türklerin İslamiyet’i kabulünün tarihsel sürece uygun bir yükselme olduğunu saptamak gerekir. Türk hakanları ve soyluları, daha Hunlar zamanında Orta Asya’da Tanju veya Gök Tanrı diye anılan tek tanrıyı keşfetmişlerdi. Bu açıdan uygarlaşmış Türklerin inancı Şamanizm değildi. Bu ciddi yanlışı ne yazık ki bazı tarihçilerimiz bile tekrar ederler. Oysa Şamanizm, din değil, büyücülük idi. Gök Tanrı’ya inanan kağanlık aristokrasisinin Şamanizmle bir ilgileri yoktu. Nitekim Türk kağanlıklarının uygarlığı temsil eden soyluları ve tüccarları, İslamiyeti kolayca benimsedi ve kabul ettiler. Çünkü İslamiyetin Allah inancında Gök Tanrı’nın Ortadoğu’da Sumerlerden beri daha soyutlanmış ve mükemmelleştirilmiş halini buldular. Kemalist Devrim’in önderleri, bu konuyu yeterince açıklayamadı ve berraklaştıramadılar. Bu konuda Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek başlıklı kitabımın “Gök Tanrı’dan Allah’a” başlıklı bölümünde geniş bir tahlil bulunmaktadır.
Mahmut Esat Bozkurt: “Muhammed’in ihtilal hareketi”
Yalnız Atatürk değil, Cumhuriyet Devrimi’nin düşünürleri, Hz. Muhammed'in "büyük bir devrim yarattığını” saptamışlardır. Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, üniversitelerdeki İnkılap Tarihi derslerinde Hz Muhammed’i şöyle anlatıyordu:

“Onun hadisesi, bir ihtilal hareketiydi. (…) Devlet kurdu, milletimi her millete egemen kıldı. Bayındırlık içinde bıraktı. Çünkü hakkı unutmadı. Kılıcı elinden bırakmadı.


Samsun Milletvekili Ruşeni Barkur: “Zamanının mühim inkılapçısı”

Kemalist Devrim’in aşırı köktenci düşünürlerinden Samsun Milletvekili Ruşeni de, Atatürk’ün sayfa kenarlarına “alkışlar”, “bravo” gibi notlar yazdırdığı elyazması kitabında, Hz. Muhammed’i uzun uzun inceler. Ruşeni, İslamiyet’i bir inanç olarak kabul etmemekle birlikte, Hz. Muhammed’in devriminden övgüyle söz eder:

“Muhammed yasalaştırdığı hükümlerle zamanının mühim bir inkılapçısı olduğunu ispat etmiştir. Günün ihtiyacına göre ümmetine ayet yetiştirmesi ve bazen gördüğü lüzum üzerine yeni bir ayetle eski ayetleri değiştirmesi, herhalde Muhammed’in uzun mücadele ve derin muhakeme ile bir toplum hayatı kurmak istediğine işaret eder. Bundan dolayı Muhammed, şüphesiz büyük bir tarih adamıdır.”
Cumhuriyetin tarih öğretmeni Hz. Muhammed’i nasıl yazdı
Kemalist Devrim’in bilimsel eğitim sistemi, İslamiyet ve Hz Muhammed’i, 1930’larda genç kuşaklara, Lise Tarih, Medeni Bilgiler ve İnkılap Tarihi kitaplarında, yukarda kısaca özetlediğimiz içerikle anlatmıştır. Bu tarihsel tavrın, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bile devam ettiğini saptıyoruz. Kabataş ve Şişli Terakki liselerinin tarih öğretmeni Samih Nafiz Tansu’nun 1945 yılında yayınlanan “Tarihde Orta Zamanlar II” başlıklı ders kitabında, İslam devriminin sınıfsal karakteri şöyle açıklanır:
“Hz Muhammed’in bu yeni inkılabında her devrimde olduğu gibi hürriyet, adalet, müsavat, kardeşlik esasları vardır. O yalnız tek tanrı üzerinde değil, her şeyden evvel bir sınıf inkılabı üzerinde duruyor, haksız kazançların zulüm olduğuna işaret ediyordu. O zaman tehlikeli bir insanla karşılaştıklarını anlayan Mekke’nin zenginleri, (…) Müslümanlara boykot yaparak onları müşkülata uğratmışlardı.”
Peygamber’in Medine’ye göçünü ve savaşları biliyoruz. Bütün bu mücadeleden zaferle çıkan Hz Muhammed’in Mekke’ye dönüşünü Kemalist Devrim’in tarihçisi şöyle anlatır:
“Peygamber yaşlı gözlerile Mekke’den kaçtıktan tam on sene sonra davasına bağlanmış, ona inanmış bir kalabalığın içinde mes’ut bir şef, bahtiyar bir inkılapçı olarak yükseliyordu.”
Hz Muhammed, Kemalizmin tarihçilerine göre, “Yalnız büyük bir insan. İnkılapçı bir önder, büyük bir din kurucusu değil, aynı zamanda Arabistan’ın kudretli hükümdarı idi.” Bu devrimci önder, yeni bir medeniyetin kuruluşuna önderlik etmişti.
Atatürk döneminde, 1935 yılında kaldırılana kadar, din derslerinde, Arapların İslamiyet’e geçişleri medeniyet kuruculuğu olarak öğretildi.

1) Samih Nafiz Tansu, Tarihde Orta Zamanlar II, Çığır Kitabevi, İstanbul 1945, s. 42.
2) Maxime Rodinson, Hazreti Muhammed, çev. Atilla Tokatlı, Gn Yayınları, İstanbul 1968, s. 141 vd.
3) Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali I-II, Kaynak Yayınları, s. 64 vd, 129 vd, 132, 401..
4) Aynı kitap, s. 290.
5) August Bebel, Hz. Muhammed ve Arap Kültürü, çev. Veysel Atayman, Alan Yayıncılık, İkinci baskı, İstanbul 1997, s. 33 vd.
6) Caetani, İslam Tarihi, 1924. c.1, Sadık Perinçek’in yeni yazıya çevirdiği daktilo metin.
7) Asya’nın Yükselişi ve Çöküşü, MEB Yayını, s. 22 vd.
8) Cemil Sena, Hazreti Muhammed’in Felsefesi, s. 17 vd, 47 vd, 433 vd.
9) Fernand Gerard, Asya’nın Yükselişi ve Çöküşü, MEB Yayını, s. Atatürk’ün İslamiyet ve Hz. Muhammed konusundaki el yazıları için bkz. Doğu Perinçek,
10) Kemalist Devrim-2 Din ve Allah", birinci basım, İstanbul, Eylül 1994.
11) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-2 Din ve Allah", birinci basım, İstanbul, Eylül 1994. Özellikle Kemalizme Göre İslamiyet" başlıklı bölüm.
12) Streit ile görüşmesi, Atatürk’ün Bütün Eserleri, c. 11, s. 63.
13) Tarih, II, Kaynak Yayınları’nın tıpkı basımı, s. 93.
14) Şemseddin Günaltay aktarıyor, Ülkü. C. 9, 1945, s. 100, s.4.
15) Aynı kitap, s. 227 vd.
16) Aynı kitap, s. 229. “Kerek” sözcüğünü Atatürk, elyazısıyla böyle yazmış. Bugün “gerek” diye yazıyoruz.
17) Aynı kitap, s. 251.
18) Aynı kitap, s. 251.
19) Samih Nafiz Tansu, Tarihde Orta Zamanlar II, Çığır Kitabevi, İstanbul 1945, s. 44.
20) Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 2, s. 223.
21) Aynı kitap, s. 225.
22) Caetani, İslam Tarihi, 1924, c.1, s. 142’den nakleden Gürbüz Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, s. 112.
23) Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 2, s. 225 vd.
24) Atatürk’ün Bütün Eserleri, c. 15, s. 211.
25) Bkz. Doğu Perinçek, Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek, 5.basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Şubat 2003, s. 114 vd.
26) Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali I-II, Kaynak Yayınları, s. 64 vd, 129 vd, 132, 401..
27) Ruşeni, Din Yok Milliyet Var, 1926, Elyazı kitap, Atatürk Kütüphanesi, Çankaya Arşivi, no:2, s. 4.
28) Samih Nafiz Tansu, Tarihde Orta Zamanlar II, Çığır Kitabevi, İstanbul 1945, s. 42.
29) Aynı eser, s. 48.
30) Aynı eser, s. 49.
31) Aynı eser, s. 59.
32) Bu konuda bkz. Muallim Abdülbaki, Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri, 1927-1931, ikinci basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Nisan 2005, s. 37, 55.