Doğu Perinçek: Yıldırım Pekkan, öğütülen değer

"Bu kahpe düzenin çarkı, Türkiye’nin değerlerini öğüterek dönüyordu"

O, bir 19 Nisan günü bizi terk edip gitti. Evet tam anlamıyla terk edip gitmek! Kendi kararıyla. Dört yıl oldu.

 

Yıldırım Pekkan, Hukuk Fakültesi’ndeki en yakın arkadaşlarımdandı. Adil Özkol, Selçuk Ömerbaş, Yıldırım ve ben, içtiğimiz su ayrı gitmezdi. Neredeyse 24 saat birlikteydik.

 

Yıldırım, özellikle psikoloji konularıyla çok ilgiliydi. Freud, Adler, Lombrosso, hepsini okurdu. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanı başucu kitabıydı. İslahiyeli idi. İşlerde çalışarak öğrenim görüyordu. Klasik müziği severdi.

 

 

GÜÇLÜ İRADE GÜÇLÜ KİŞİLİK

 

Yıldırım, zekiydi, kişilikliydi, karakterliydi, onurluydu, çok güçlü iradesi vardı. Gerçek bir arkadaş, nitelikli bir aydındı. Bütün sınıf arkadaşlarımız ona saygı duyardı. Annem Lebibe Perinçek, kolay kolay insan beğenmez, Yıldırım’ın kişiliğini çok beğenirdi. Haklıydı.

 

Sanki hukukçu olarak doğmuştu. Sınıf geçmek için değil, bilmek için okur, araştırırdı. Hukuk problemlerini çözmek O’nun en büyük zevkiydi. Daha öğrenci olduğu yıllarda bile, Ceza Hukuku alanındaki öğretim kadrolarından bir eksiği yoktu. O’nun Ceza Hukuku kürsüsüne girmesini çok isterdim. Türkiye tarihine geçecek bir hukuk bilgini olurdu. Fakülteyi bitirdiğimiz yıl Ceza Hukuku kürsüsüne kadro açılmadı. Yıldırım, yargıçlığı seçti. Adıyaman Gerger’de başladı yargıçlığa. Posof’ta askerlik yaptı. 1970 öncesi Ankara’da avukatlığa başladı.

 

Güvendiğim arkadaşımdı. 12 Mart’ta hakkımızda arama bültenleri çıkmış, o koşullarda, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin illegal mücadele döneminde Partimize katıldı. Doğan Yurdakulların evinde gizlice buluşurduk. Sorumluluk duygusu yüksekti. Üzerine aldığı görevleri her zaman özenle ve disiplinle yerine getirmiştir. Tutuklamalarda ismi ortaya çıkmadı. Avukatlığımızı üstlendi.

 

 

GÜÇLÜ İRADENİN SON DAVETİ

 

Hapisanelerde geçen yıllar, arandığım dönemler, Yıldırım’ı çok özlediğim yıllardı. Birbirimizden uzak kaldık. Silivri öncesinde yeniden görüşmeye başladık. Ankara’nın en önde gelen avukatlarından olmuştu. Yıldırım, Adil, Selçuk, bir kaç kez buluştuk. Herkese bir ad verirdi. Bana yine eski yıllarımızdaki gibi ağzını doldura doldura “Babaç” diye seslenişi hâlâ kulağımda. O güzel arkadaşlık günlerimizi gülüşe gülüşe anmak bir başka keyifti.

 

Araya bu kez de Silivri girdi. Çıkınca aradım. Eşsiz mutluluklara layık olan, mutlu olmak için her niteliği olan Yıldırım, mutsuzdu. Arkadaşlar anlatıyor, akşamları Tenis Kulübü’nün barına oturuyor, saatlerce içkinin başından kalkmıyor.

 

En son aradığımda sesi çok boğuktu. Görüşmek istedim. “Doğu, bende panik atak var, doktorlarım kimseyle görüşmemi istemiyor” dedi. O gururlu Yıldırım, kendisini kimsenin o hallerde görmesini istemiyordu.

 

O gün telefon geldi. 2015 yılının 19 Nisan günü, Ankara Sarar İlkokulu’ndan ve Hukuk Fakültesinden sınıf arkadaşım ve öğretim kadrosundan can arkadaşım Prof. Ahmet Kumrulu, “Yıldırım’ı kaybettiğimizi” söyledi. Kendisini naylon torbayla boğarak canına kıymıştı. Her babayiğidin başaramayacağı bir yöntem! Yıldırım, o güçlü iradesini en son hayatına son verirken ortaya koymuştu.

 

O özenli Yıldırım, O düşünceli can kardeşim, cenazesine gelmeleri için kimlere haber verileceğini bile yazıp bırakmıştı. O’nun da çok sevdiği sınıf arkadaşımız, değerli Ağır Ceza Reisimiz, Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Turgut Okyay, Prof. Dr. Ahmet Kumrulu, Selçuk Ömerbaş, Adil Özkol, Prof. Dr. Cahit Can, hepimiz O’nun vedâ listesindeydik. Son dâvetinde hepimiz oradaydık.

 

 

YAKIN TARİHİN KAHPE ÇARKI

 

Cenaze töreninde göğsüme iğnelenen siyah çerçeveli resmini hiç çıkarmak istemedim. En sonunda Ankara Genel Merkezde masamın üzerine koydum. Yıldırım, o vakur bakışlarıyla bakıyor, ben ise ona bakamıyorum, utanıyorum. Yıldırım’a en sonunda yaşamayı zindan eden bu ortamdan kendimi sorumlu tutuyorum.

 

Yıldırım’ın mutsuz ölümü, Türkiye’nin yakın tarihinde toplumca yaşadığımız acıları da açıklıyordu. Bu kahpe düzenin çarkı, Türkiye’nin değerlerini öğüterek dönüyordu.

 

Yıldırımlarla mutlu olacak Türkiye, Yıldırımlarını mutsuzluk kuyularına atmıştı.

 

Bu ülkeyi göklere yükseltecek büyük değerlerin bahtı böyle mi olmalıydı?

 

 

PROF. DR. METİN FEYZİOĞLU’NUN “MESLEK USTASI”

 

Bu yazıyı yazdıktan sonra, Yıldırım’ın özlemiyle resimlerine bakmak için internete girdim. Orada Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun Yıldırım hakkındaki yazısını okudum. O’nun değerini bilenlerin varlığı bana ferahlık verdi. Yıldırım’ı şöyle anlatmış Feyzioğlu:

 

“Yıldırım Pekkan.... Avukat.... İlk meslek yıllarımın idolü. Sonrasında dostum, abim... Başım sıkıştığında sorup öğreneceğim meslek ustam. Mesleğe başladığım yıllarda elimden tutan bir kaç kişiden biri. Yıllar sonra, ben de kıdemli sayılacak bir avukat olduğumda, zihnimde çözemediğim davaları saatlerce tartıştığım muhteşem hukuk insanı. Çukurova’dan çıkıp, yaşamın bütün imkansızlıklarını azmiyle yenmiş, tırnaklarıyla kazıya kazıya zirveye çıkmış abide avukat. (...)

 

“Yakışıklı, otoriter duruşlu, yüreği sıcacık Yıldırım Bey... 20 yılı aşkın dostluğumuzda ben ona hep ‘bey’ dedim, o da bana bütün mütevazılığıyla ‘hocam’. Çok derinlere indiğimizde sohbetlerimizde bazen ‘Metin’ derdi; ne kadar sevinirdim. Yine de abi diyemezdim bir türlü, nezaketsiz bulur endişesiyle.

 

“Bir zamanlar hemen her öğlen aynı lokantaya giderdim. Yıldırım Beyin orada bir köşesi vardı. Biri biraz geçerek gelirdi. Gelmeyecek olursa, haber verirdi şef garsona. Dostları merak etmesin diye. Ben de yakınında bir yere oturur, uzaktan laflardık. Yemeğin sonunda, kalkmadan önce kahvemi ısmarlardı. Ben de yanı boş ise, gider sohbet ederdim. Müthiş bir keyifti. İnsanın sorup öğrenebileceği bir büyüğe sahip olması paha biçilmez bir nimet. Doya doya yaşardım.

 

“Bir hafta sonu üzerinde kırmızı spor bir gömlek vardı. Çok yakışmıştı. Söyledim. Bana öğrettiği gibi söyledim. Derdi ki, misal, ‘kravatınız çok güzel denmez. Öyle dersen, kravatı takanı değil, bir eşyayı öne çıkarırsın. Kravatınız ne kadar yakışmış dersen, o kravat siz olmazsanız aslında bir kumaş parçası; sizin üzerinizde anlam kazanıyor demiş olursun.’ Gömleğiniz çok yakışmış dedim. Hafta içinde bir paket verdi. Gömleği yıkatıp ütületmiş, hediye etti. Uzun uzun gözlerime baktı. Ne demek istediğini anladım. Bana, yeni bir gömlek değil, giydiği bir gömleği vermek istemişti. Ondan bir eşya, o gittiğinde bende kalsın diye arzu etmişti. Belki de kavuk veya cüppe giydirir gibi. Teşekkür ettim; sadece ‘anladım’ dedim. ‘Anlayacağını biliyorum’ dedi.

 

“Hastaydı. Çok hasta. O muhteşem beyni, vücuduna ağır geliyordu. Kendini tüketmek için uğraşıp duruyor, eski toprak vücudu onu çıldırtırcasına direniyordu. Beyni ve vücudu arasındaki iç savaşın sonunda kısmi felç geçirdi. Gitmeyi arzu ederken, böyle kalmak pek ağır geldi ona. Eve kapandı. Kimseyi almadı içeri. Beni eski halimle hatırlayın dedi. Giremedik. Telefonla konuşuyorduk zar zor.

 

“İki yılın sonunda daha fazla devam etmemeye karar vermiş. Doya doya yaşadığı, her seferinde çalım attığı hayata son numarasını yapmış. Mektuplarını yazmış, yanında çalışanlara son maaşlarını zarflara koymuş ve çalımını atmış.

 

Mekanın cennet olsun Yıldırım Abi.

 

“Kırmızı gömleğin bende.

 

“O yumru da boğazımda durup duruyor.”