Doğu Perinçek: Merhaba Kamuculuk-24

Sonbahara ağıt

Kovid-19 sayesinde Yönetmen Özcan Alper’in iki filmini izledik. Biri Sonbahar, diğeri ise Gelecek Uzun Sürer. 

 

Aslında bu iki film birbirinin aynı, birbirinin kopyası diyebilirsiniz.

 

İkinci filmin adı çok uzun, Sonbahar gibi onun da adı tek sözcük olabilirdi: Ağıt.

 

İkisinin ortak mesajına gelince: Sonbahara Ağıt oluyor.

 

 

KİMİN SONBAHARI KİMİN AĞITI


Kimin sonbaharına ağıt diye sorulacaktır elbette. 

 

Emperyalizmin sonbaharına ağıt.


Küresel mafyanın sonbaharına ağıt.


Kavmiyetçi, dinci ve mezhepçi küreselciliğin sonbaharına ağıt.


ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin ölümüne ağıt.


Avrasya’da her türden bölücülüğün sonbaharına ağıt.


PKK’nın sonbaharına ağıt.


FETÖ’nün sonbaharına ağıt.


“Kültür zenginliği” sosuna batırılan Ortaçağ yerelciliğine ağıt


Sahte Solculuğun sonbaharına ağıt.


Ütopik Sosyalizmin en sonuncu sonbaharına ağıt.


Bilimsel Sosyalizm karşıtlığının sonbaharına ağıt.


Türkiye ve Türk düşmanlığının sonbaharına ağıt.


Mazlumlar Dünyasında Millî Devlet, Ordu, asker ve polis düşmanlığının sonbaharına ağıt.


Emperyalist merkezlerden ısmarlanan sinemacılığın sonbaharına ağıt...

 


ÇIKMAZDAKİ AĞIT


Hemen konuya girelim. Sonbahar ve “Ağıt” filmleri, bir çıkmazı yansıtıyor. Ağıt yakılanlar çıkmazdadır. Ağıtçı da çıkmazda. 

 

Zengin takımı eskiden aristokrat ölülerin arkasından ağlamacı tutarmış ya, Küresel Mafya da bu geleneği sürdürüyor. Sonbahar ve Ağıt filmlerinin devamına Batıdan fonlar bulunabilse üçüncü bir film çok yakışırdı: “Ermeni Soykırımına Ağıt” gibi. Zaten o filmin de taşları döşeniyor ilk iki filmde. Ama Sonbaharın devamı Kış.

 

Kim destekleyecek Üçüncü Ağıt filmini?

 

Artık ilk iki filmin çevrildiği 2008 ve 2011 yıllarının Kültür Bakanlığı yok ki, milletin kaynaklarını emperyalizmin ağıtlarına tahsis etsin. Ak Parti’nin o günah dönemi arkada kaldı. ABD ve Avrupa’ya gelince, onların kendi yaralarına sürecek merhemleri bile yok. HDP belediyelerine kayyum atanıyor. PKK derseniz uzatmalarda can çekişiyor. Emperyalist merkezlerden ısmarlama film yapan sinemacılık morga kaldırılmıştır. Destek fonları bulamayacağı gibi, seyirci de bulamaz artık. O devir arkada kalmıştır.

 

 

YÖNETMENİN USTALIĞI

 

Özcan Alper’in ustalığı şurada: Sahneler, öldürülen teröristin annesinin, sevgilisinin, kardeşinin, arkadaşının, çocuğunun yüreğinden sızan acılardan süzülüyor. İzleyeni onların acılarına ortak etme çabasında bir maharet var kuşkusuz. Acılar, sonbahar yaprakları gibi çürük sarı renginde sessiz sessiz dökülüyor.

 

Sessiz sessiz gerçekten, çünkü bu filmlerde insan sesi yok, yalnızca mırıltılar var. Hareket de yok, yalnızca boynu eğik durgunluklar var. Eylemsiz donmuş sahneler birbirini izliyor. Filmler, Şule Perinçek’in dediği gibi, “daha çok kartpostal fotoğraflarının birbiri ardı sıra yapıştırılması” gibi. Türkiye doğasının büyüsü, bölücü teröre ağıt için maharetle kullanılıyor.

 

Biricik halk eylemi, finallerdeki cenaze yürüyüşleridir. İnsanı etkileyen ise, o yürüyüşlere eşlik eden, yürek yakan halk ağıtları. Yönetmen, halkın zulme karşı mücadele tarihinden çaldığı müzikle emperyalizmin sonbaharına merhamet taşımaktadır. 

 

 

KAMERANIN ODAĞINDAKİ SONBAHAR YAPRAKLARI


Oysa hayat öyle mi? 

Yönetmenin kamerasından bakarsanız öyle. Çünkü güle oynaya ağıt yakamazsınız. İşte kimin sonbaharı sorusunun sinema diliyle yanıtı da bu oluyor. Dolayısıyla bu yanıtta olmayan şey, emekçilerin ve halkın gerçek hayatıdır, eylemidir, özlemleridir, umutlarıdır. 

 

Halkın hayatı, yıkıntılardan, rutubetli izbelerden, derbederlikten, dağınıklıktan, dondurucu soğuklardan, karanlıklardan oluşmuyor. Emekçilerin sıcak güneşleri var, baharda açan çiçekleri var, aydınlık geleceklere koşan çağlayanları var, harmanları var, ürünleri var, ekmek tekneleri var, aşkları var. Her iki filmde de aşk rutubete gömülmüştür ve çürümeye terk edilmiştir.

 

Özcan Alper’in filmlerinde aşk için, umut için, iyi ve güzel olan her şey için ağıt yakılıyor. Oysa halkın hayatı bu mu?

 

 

SONBAHAR AVCILIĞI


Sahnelerin içine sosyalizm sözcükleri, Lenin fotoğrafları, Nâzım Hikmet dizeleri, devrimcilik çağrıştıran isimler ve simgeler de serpiştirilmiş. Hepsi devrimcileri ve solcuları avlamak için. Onları emperyalizmin ve Yeni Ortaçağın çıkmazına ortak etmek için. 

 

Sonbahara Ağıt filmleri, Bilimsel Solculuğa, zafer kazanan Solculuğa, emekçilerin Solculuğuna, dünyanın ufkunu aydınlatan Solculuğa karşı, Sahte Solculuğun bayrağını sallayarak mücadele ediyor. Millî Devlet düşmanlığının ve bölücülüğün kara bayrağı altında başka hangi iş yapılabilir ki! Atılan taşlar, bilinçlerdeki bilimselliğedir ve yüreklerdeki gerçekçi umutlaradır. Ve en önemlisi, yeni bir dünya özleminin ateşlediği halk eyleminedir.  

 

Sonbahar Ağıtları’nın ideolojisi de, dili de, dünyası da, tıpkı kapitalizmin erken zamanlarında işçilerin makineleri kırmaları gibi kendiliğindenciliğin açmazındadır. Hesapsız tepkilere, kitapsız maceralara ağıt yakayım derken aslında emperyalizme güzellemeler yapılıyor. 

 

Bu nedenle “Kürt ve Ermeni Açılımı” döneminde Kültür Bakanlığı bütçesinin bu filmlere akıtılması boşuna değildi. Zamanın Ak Parti Hükümetinin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, milletin kaynaklarını kalkıp da devrimciliğe sunacak değildi elbette. Bu filmler, o dönemin “Akil Adamlar” kadrosunun ideolojik izbeliklerinde üretildiği için desteğe mazhar olmuş. 

 

İzlerken Şule ve Sadık Can Perinçek’e sordum: Artık o Kültür Bakanlığı da yok, bundan sonra bölücülüğe kimin parasıyla ağıt yakılabilir? ABD ve AB fonlarında ağıtlar için bir umut var mı? 

 

O merkezlerin, ölen piyonları için ağıtçı tutacak mecalleri kalmadı.

 

Dünya sahnesinde artık Doğudan doğan güneş var, Avrasya’nın hasadı var, yeni dünyanın devrimci kahramanları ve üretici güzellikleri var.

 

 

KİTAPLAR

FİLM


John Reed’in ünlü kitabından Eisenstein’in 1928 yılında yaptığı Dünyayı Sarsan On Gün filmi ve yine aynı kitaptan senaryolaştırılan Sergey Bondarçuk’un yönettiği 1982 ABD yapımı Red Bells (Kızıl Çanlar). Bu filmler, zor zamanlarda maceranın karamsarlığını ve hüznünü değil devrimciliğin zafer kazanan iyimserliğini ve coşkusunu perdeye getiriyor. 1975 ve 1977 yıllarında Çin’de seyrettiğim Fırtına, Gece Gelen Telgraf ve bir Kazak kızının kahramanlığını anlatan Ayguli filmleri de öyle.